Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
16 C Pepo Nahapet Sarkis Hovsepi Paracanyan olan yönetmen, 1969 yılında “Narın Rengi”ni çeker. 18’inci yüzyılda yaşamış Ermeni şair Arutin Sayadin’in yaşamından yola çıkan ve sürrealist bir şaheser olan bu film, SBKP’nin gözünden ancak ülke dışındaki “ulusal davaların” prim yaptığı bir dönemde sinemalara giremez. Aradan üç yıl geçer ve film 1972’de sansürlenmiş bir versiyonuyla seyirciyle buluşabilir. Narın Rengi, naratif düzlemi terk eden, başı sonu belli olan hikaye anlatma geleneğini radikal bir biçimde reddeden bir film olarak, Ermeni halkının binlerce yıllık tarihini 77 dakikaya sığdıran bir beyazperde mucizesi. Her sahnesinin kusursuz bir kompozisyonla hazırlandığı ve simgelere boğulduğu Narın Rengi’nin, satır aralarını okuyabilen kültür bürokratlarını neden rahatsız ettiğini anlamak zor değil. Sömürüsüz bir sistem uğruna yaratılan “Nomenklatura”nın, bırakalım sanatçıların köklerini aramasını, sorgulamalarına bile tahammül edemediği bir dönemde, Ermenistan’ın tarihini sosyalist estetiğe böylesine yabancı bir dille anlatan bir filme izin vermesi kuşkusuz mümkün değildi. Mümkün olmayan diğer bir şey, filmin dünyanın herhangi başka bir ülkesinde de gişe şansı yakalamasıydı. Narın Rengi, yüzeysel ideolojik yaklaşımların ötesinde, salt imgelerden beslenen ve sinema dilini radikal bir biçimde sorgulayan bir eser olarak bugün kültür ESİNTİLER ZEYNEP ORAL 15 HAZİRAN 2007 CUMA Duygularla Düşünmek Akılla Hissetmek! rüntü sonucunda, bir kez daha tek boyutlu emperyalizme, neo kapitalizmin vahşiliğine, küreselleşmenin yok ettiklerine lanet ederken, görünmez kıldığı insanlara, gerçeklere daha bir sıkı sarılma gereksinimi duyuyorsunuz. (Empati duyma da diyebilirsiniz.) Kolay değil uzun bir yoldan geçip, birikimlerden, dünyaya ilişkin, güncel olaylara ilişkin bir bilince sahip olmaktan, sorumluluk taşımaktan, kendini dünya sorunlarından sorumlu hissetmekten geçen bir yolculuk sonucu varıyorsunuz bu değerlendirmeye... Venedik Bienali’nin Uluslararası Sanat Sergisi’nin bu yılki teması “Duygularla düşünmek Akılla hissetmek: Şimdiki zamanda sanat!” Evet Alptekinin işi, “şimdiki zamanda sanat”a uygundu. Politikti... Aklımda hep o cümle. Zygmunt Bauman’a ait: “Günümüzün en şaşırtıcı paradokslarından biri de hızla küreselleşen dünyada, politikanın şiddetle ve göz göre göre yerelleşmesidir.” Ancak aklımın ve yüreğimin hissedebilmesinden çok, aklımın ve yüreğimin zaten düşünmekte olduklarını yeniden düşünmeye zorlaması gibi bir etki yarattı bende. Türkiye pavyonunun açılış etkinlikleri çerçevesinde açılış akşamında bir de konser düzenlendi. Baba Zula kökleri halk müziğine dayanan eserleriyle, konser sırasındaki canlı çizimlerle ve muhteşem dans performansları ile milleti coşturdu. Türkiye pavyonunun ve Venedikteki etkinliklerin sponsoru Garanti Bankası yetkilileri ve düzenleyicisi İKSV (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) yöneticileri, pavyonumuza gösterilen ilgiden, İtalyan basınında yer alan olumlu yazılardan müthiş sevinçliler. Güncel sanatın serüveni Venedik’te doludizgin... zeynep@zeyneporal.com Çoçukluğumuzun tangosu Taş zaman dokunuş Berlin’den a ‘Ermeni Sinem çti e Retrospektifi’ g Tunçay KULAOĞLU BERLİN Türkiye ve Ermenistan sinemalarının babalarının 1920’li yıllarda önce Berlin’de, sonra Moskova’da aynı mekanlarda bulunmuş olma ihtimali, iki ülke ilişkilerinin iyice tatsız olduğu şu günlerde, tarihin güzel bir cilvesi gibi geliyor insana. Muhsin Ertuğrul’un, 1920’lerde Berlin’de Fritz W. Murnau gibi dönemin dünyaca ünlü yönetmenlerin filmlerinde Salomon Bey adıyla orta ölçekli bir oyuncu kariyeri yaptığı biliniyor. Ermenistan sinemasının kurucusu Hamo (Hambartsum) BekNazarov da aynı tarihlerde Berlin’de bir süre kalır. Sinema delisi bu iki genç insanın yolları daha sonra Moskova’da kesişir. Muhsin Ertuğrul 1925’te Moskova’da iki film çekerken (Rus Devlet Film Arşivi’ndeki filmlerden arta kalan fragmanların bugün birkaç bin avro karşılığında restore edildikten sonra olmayan Türkiye Sinema Müzesi’ne getirilmeyi beklendiğini de belirtelim bu arada) BekNazarov aynı yıl ilk Ermeni filmi “Namus”u çeker. “Namus”, filmin özgün ismidir ve Sovyet Ermenistanı’nında çekilir. 1921’de Gürcistan Halk Eğitim Komiserliği Sinema Bölümü’nün başına getirilen ve 19261951 yılları arasında da Ermenistan Film Stüdyosu’nu yöneten BekNazarov’un yönetmenbürokrat kimliğiyle aynı tarihlerde Moskova’da olmaması ihtimali çok zayıf görünmektedir. Geride bıraktığımız mayıs ayında Berlin’de Arsenal sinemasında düzenlenen “Ermeni Sineması Retrospektifi”, programda yer alan toplam 24 film, konuk yönetmenler, oyuncular, söyleşi ve panellerle, Türkiye’yle “sınırsız” komşu ülkenin sinema sanatının böylesi bir kapsamda tanıtıldığı ilk etkinlik olma özelliğini taşıyordu. Ermenistan sinema sanatının damıtılmış imgelerinden Türkiye sinemasına aşina bir izleyicinin belleğinde ilk etapta arta kalan resimler “bildik” şeylerdi: Nar, kurbanlık koçlar, dilek ağaçları, kahve falı ve izleyicinin dünyaya açılan penceresinin ya da at gözlüklerinin boyutuna göre tanımlanan ve “namus davası” haline getirilen soykırım kavramı. Hamo BekNazarov, 1915 katliamına, belki beklentilerin tersine, 1925’te çektiği ilk sessiz Ermeni filmi Namus’ta kıyısından köşesinden bile dokunmuyor. Kızını sevgilisiyle öpüşürken yakalayan bir babanın dramından yola çıkan hikaye, Ermeni yazar Aleksander Şirvanzade’nin aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanmış. Ataerkil toplumun bir eleştirisi olan film, 1917 Sovyet Devrimi’nin özgürlükçü değerlerini ön plana çıkarıyor. Hasretin renkleri sanatseverde uyandırabildiği hissini veriyor. Etkinlik boyunca film söyleşileri yapan Erivan Sinematek Başkanı Garigin Zakoyan, filmlere değinirken sürekli olarak tarihsel koşulları göz önünde tutmak gerektiğini vurguladı. Bu bağlamda, Ermeni sinemacılar, ülkelerinin tarihini ele almaya çalışan filmleri 1960’ların ortasından sonra yapabilmeye başladılar. Türkiye’deki ulus kurma sürecine olumlu yaklaşan ve komşusuyla barış içinde yaşamak isteyen Sovyetler Birliği’nin resmi dış politikası, Ermeni sanatçıların komşu ülkeleri şu veya bu şekilde “rencide” edecek filmler yapmasını engelliyordu. Burada komşu ülke derken, asıl kastedilenin Türkiye olduğunu söylemeye hacet olmasa gerek. Ermeni halkının kolektif belleğinde Türkiye kökenli insanların bugün de anlamakta büyük zorluk çektiği acıların beyazperdeye yansıtılması, ancak 1960’ların ortasından sonra mümkün oldu. Gerçi bu filmler de yoğun bir sembolizm içeriyorlar ve dertlerini simgelerle, çoğu kez de ancak Ermenilerin anlayabileceği simgelerle anlatıyorlardı. Daha çok eski kuşak Ermenilerin “Büyük Felaket” olarak adlandırdığı 1915 katliamlarının doğrudan değinildiği ilk film olan “Nisan”, 1985’de “Vigen Çaldıranyan” tarafından çekildi. Zamanında Osmanlı ordusuna karşı dağlarda direniş göstermiş beş tına alınır. Sınırı nasıl geçtiğini göstermek için yapılan tatbikatta ajan olmadığına inanan sorgu subayıyla sistem üzerine tartışırlar. İnatçı ihtiyar, köylü kurnazlığıyla şöyle der: “Stalin yoldaş memleketimi fethederse ben de Bolşevik olurum! Hem bu sizin için de iyi olur. Düşünsene bir, o zaman sosyalizm Eleşkirt’e, Muş’a da gelecek!” Karot acı bir sonla, Arakel’in Sibirya’ya sürgüne gönderildiği trende kendini asmasıyla biter. İNSAN MANZARALARIMIZ AYNI Karot’a egemen olan resimler, Retrospektif’teki filmlerin ezici çoğunluğunda yer alan görüntülerden pek farklı değildi. Bu görüntüler Anadolu coğrafyasını tanıyan bir insan için pek tanıdık. İnsan manzaraları aynı, coğrafya aynı, yoksulluk, direnç, yaşam sevinci aynı. Ermenistan sinema sanatının damıtılmış bu görüntüleri, bu coğrafyada sınırların nasıl zorla oluşturulduğunu gözler önüne seriyor. Karot, Sovyet Ermenistanı’nda çekilen son filmlerden birisi. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesiyle Ermenistan sinema sanatı da hızla çökmeye başlar. Bu çöküş kelimenin tam anlamıyla, 25 bin insanın yaşamını yitirdiği 1988 depremiyle başlar. 1988 depremi Ermenistan’da bugün hâlâ büyük bir travma. 19 Ağustos depremini yaşayan Türkiye’nin “sınırsız” komşusuyla böyle acı ortak bir tecrübesi de var. Bağımsızlığını ilan ettiği 1991 yılında 50 sinemaya sahip olan bu küçük ülkede bugün, o da sadece Erivan’da, iki sinema bulunuyor. 1990’lı yılların başında yılda ortalama 10 uzun metraj, beş canlandırma ve 60 belgesel filmin çekildiği Ermenistan’da son 14 yılda ise toplam 14 uzun metraj, 17 kısa metraj, 13 canlandırma ve 89 belgesel film çekilmiş. Ancak tüm bu olumsuz koşullara rağmen yeni hareketlenmeler söz konusu. 1990’lı yılların başında kurulan Ermenistan Sinematek’i ve 2004 yılında başlatılan Uluslararası Erivan Altın Kayısı Film Festivali, ülke sinemasının dışa açılmasında önemli işlevler üstleniyorlar. Bu konuda Ermeni diasporası da önemli bir rol oynuyor. Atom Egoyan gibi dünya çapında tanınan sinemacıların Ermenistan’la olan ilişkileri son yıllarda yoğunluk kazanmış durumda. Örneğin aynı zamanda Egoyan’ın da eşi olan ve yönetmenin birçok filminde yer alan oyuncu Arsinee Hancıyan, 2007 yılında, genç sinemacı Garine Torosyan’ın “Taş Zaman Dokunuş” adlı belgeselinde sanat danışmanı olarak yer aldı. İkisi de Lübnan doğumlu olan ve halen Kanada’da yaşayan Hancıyan ve Torosyan’ın da katıldığı panel, “Sinema, Sürgün ve Sinematografik Bakışın Melankolisi” başlığı altında yapıldı. Berlin’de yaşayan yönetmen Don Askaryan’ın da yer aldığı söyleşi, oldukça tartışmalı geçti. Ermenistan’da ve diasporada yaşayan yönetmenlerin aidiyet duyguları, bunların sinema dillerine yansıması gibi konuların işendiği panel, Retrospektif kapsamında “Avetik” adlı filmi gösterilen yönetmen Askaryan’ın radikal tezleriyle hararetli bir mecraya kaydı. Sovyet Ermenistanı’nda çekilen bütün filmleri “bir diktatörlüğün eserleri” olarak niteleyen Askaryan, bugün ise mafyanın egemen olduğu Ermenistan’da sinema sanatı yapmanın mümkün olmadığını savundu. Diğer katılımcıların şiddetle karşı çıktığı tezlerine rağmen Askaryan, bir konuda herkesin onayını aldı: Ermeni olduğundan gurur duymadığını ama utanmadığını da söyleyen Askaryan, Ermeni kimliğine sahip olmanın insanın elinde olmadığını, insanların ulusal kimliklerin içine doğduğunu ve bunda gurur duyulacak bir şey göremediğini belirtti. Diasporada yaşayanlarda belli bir Ermenistan imgesi olduğunu vurgulayan Arsinee Hancıyan ise, bunun öncelikle soyut bir “cennet ülke” ile örtüştüğünü belirtti. Genç yönetmen Garine Torosyan, Lübnan’da doğup büyüdüğünü, hayallerindeki Ermenistan’ın ailesinin anlattığı hikayelerle sınırlı olduğunu vurguladı. Kanada’ya göç edene kadar Ermenistan’a bir özlem duymadığını, annesini kaybettikten sonra bu ülkeyi görmeye karar verdiğini söyleyen Torosyan, birden fazla toplumsalkültürel kimliğe sahip birçok sinemacıda olduğu gibi, kendisinin de yaptığı sanatın salt bir ulusal kökene indirgenemeyeceğini belirtirken, diasporada yaşayan Ermeni sinemacılarla, örneğin Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli genç sinemacılarla arasında büyük paralellikler olduğunu dolaylı olarak anlatıyordu. Retrospektif, bugün içinde bulunduğu politik durum nedeniyle neredeyse tamamen izole olmuş, nüfusunun ezici çoğunluğunun oldukça zor koşullar ve antidemokratik bir rejim altında yaşadığı, oldukça ilginç bir sinema tarihine sahip olan bir ülkenin farklı tarihine ve hepsinden önemlisi bilinmedik farklı çehrelerine açılan bir pencere işlevi gördü. Sinemaseverler, Retrospektif’i 15 Haziran tarihine kadar Frankfurt’ta, 1417 Haziran tarihlerinde de Halle’de izleyebilirler. Etkinlik eylül ayında Stuttgart’a, ekimde ise Münih’e gelecek. enedik... Ölüm çağrışımlarıyla, yaşamın sonsuzluğunu ve kıpır kıpırlığını bir arada harmanlayan; suları aynaya, aynaları ışığa dönüştüren kent! Ama durun, kentte oyalanmanın sırası değil, ne de edebiyat yapmanın! San Marco Meydanı’nda Oktay Rifat’ın güvercinini de aramaya fırsat yok şu anda, çünkü Venedikte Bienal var! Daha önce haberini vermiştim: Bu yıl Bienalin ana bölümünde Türkiye’ye bir pavyon verildi. Neden mi verildi? Venedik’teki yetkililer her fırsatta açıklıyor: Bienal’in küratörü Robert Storr’a göre “Dünyadaki çağdaş sanat ortamında Türkiye’nin rolü her geçen gün artıyor ve güncel sanat alanında sonsuz bir enerjisi var”... Buna bir de Uluslararası İstanbul Bienali’nin yükselen yıldızını ve başarısını da ekleyebilirsiniz... Pavyonumuz, Arsenale’nin Artigliere binasında açıldı. Hüseyin Alptekin’in, “Şikâyet Etme” başlıklı enstelasyonu, işi, tasarımı, eseri (doğrusu hangi sözcüğü kullanacağımı bilemedim) çok geniş kapsamlı, birçok alana uzanan, gayriresmi tarihin ayrıntı zenginliğinden beslenen, yaşamın minicik vakalarından oluşan bir “iş”... Yan yana, bir yarımay üzerine dizilmiş beş ahşap oda, içlerinde ahşap iskemle ve masalar. Her oda ya da kompartımana girip LCD ekranda birbiri peşi sıra yüzlerce, binlerce görüntüyü, imgeyi izliyorsunuz... Alptekin bunlara “küçük vakalar” diyor... Açılış günü sergi küratörü Vasıf Kortun’un açıklamalarını dinlerken, ah keşke bu kadar çok açıklama gerektirecek bir iş olmasaydı demekten, bu açıklamaları dinlemeyenler ne yapacaklar diye endişelenmekten; bir de, ben bunları, buna benzer şeyleri daha önce de çok duymadım mı diye kendime sormaktan geri kalmadım. O odacıklarda çok farklı coğrafyalardan izlediğiniz yüzlerce gö V SİNEMA, SİYASET VE EĞLENCE Bu dramanın ardından Şor ve Şorşor’u çeken BekNazarov, ayyaş, tembel ve son derece komik iki kafadarın hikayesini anlatırken, sinemanın sadece dönemin politik kaygılarını gözetmeyen, aynı zamanda sadece eğlendirmeyi de bilmesi gereken bir sanat dalı olduğunu kanıtlıyor. İşin ilginç tarafı, devrim sonrası toplumun altüst olduğu Sovyet Ermenistanı’nda, her şeyin “davaya” adandığı filmlere değil, ticari filmlere de öncelik verilmesi. BekNazarov, Namus’tan sonra, Ermenistan’da yaşayan Kürtlerin dramını anlatan “Zare” adlı projesini ertelemek zorunda kalır. Çünkü film stüdyosu, ki artık komünist bürokratların elindedir, kendisinden bir güldürü ister. SBKP’ye hiçbir zaman üye olmayan BekNazarov filmi 10 günde çeker. Hamo BekNazarov halkın nabzını tutmayı çok iyi becerebilen bir sinemacıdır. Namus, Moskova sinemalarında dört ay gösterilir; film o denli popüler olur ki piyasaya “Namus” marka sigaralar bile sürülür. BekNazarov aradan 10 yıl geçtikten sonra, devrim öncesi toplumsal adaletsizliği bir balıkçının gözünden anlattığı filmi “Pepo” ile ilk sesli Ermeni filmini de çeker. Pepo da gişede büyük iş yapar; filmin müzikleri piyasaya plak olarak sürülür. Ne var ki BekNazarov, köklerine dönmeye karar verip, Doğu Ermenistan’ı konu alan bir filmi çekmeye başladığında baskılarla karşılaşır. Senaristi tutuklanır. Yıl 1935’tir ve Stalin terörü kendini bütün çıplaklığıyla hissettirmeye başlamıştır. Hikaye odur ki, kültür bürokratlarından birisi BekNazarov’un önüne bir kağıt uzatıp imzalamasını ister. AntiSovyet bir film çektiğini itiraf etmesi istenmektedir kendisinden. BekNazarov kağıdı imzalamaz. Bunun üzerine belli ki “Namus” marka sigara içmiş, Pepo’nun plaklarını dinlemiş ve yönetmenin hayranı olduğunu açıkça itiraf eden bürokrat kağıdı yırtıp atar. BekNazarov, Stalin döneminde film çekmesine izin verilen beş yönetmenden birisi olmasına rağmen 1950’li yıllarda Ermenistan’ı terk etmeye zorlanır ve 1965 yılında Moskova’da çok yalnız ölür. Stalin sonrası toplumsal atılımlar, 1960’lı yılların ortasından itibaren sinema sanatına da yansır. Batı merkezli 68 hareketinin öncüllerinin toplumları baş aşağı çevirmeye başladığı bu yıllarda, Ermenistan sineması Sergey Parajanov ile tanışır. Filmleriyle uluslararası alanda büyük ses getiren ve asıl adı ’de bir Geçen ay Berlin ı as “Ermeni Sinem rçekge i” tif ek sp ro Ret 24 am pl leştirildi. To nuk ko da yı sa film, çok , cu yönetmen, oyun r lle söyleşi ve pane ik içeren bu etkinl , de in çerçeves ırsız” Türkiye’nin “sın nin ke ül komşusu bir ilk sinema sanatı da am ps ka r böyle bi Ama, tanıtılmış oldu. a m ne Ermenistan si ış lm ıtı m da sanatının iye rk Tü n de rin imgele a in bir sinemasına aş ğinde lle izleyicinin be lan ka ta ar ilk etapta da lın as r, resimle . “bildik” şeylerdi de izleyiciyi şaşırtıyor. Diğer bir deyimle, Sovyet sineması deyince akla ilk gelen isim Tarkovski’nin Parajanov’un filmlerini görmediğini düşünemiyor insan. OVYET SİNEMASININ ÖZELLİKLERİ Parajanov ile birlikte Ermenistan sinemasında devrim yaratan diğer bir yönetmen olarak kabul edilen Artavazd Peleşyan da eserleriyle aslında salt Ermeni sinema sanatına indirgenemeyecek kadar farklı bir dil yaratan bir sanatçı. Genel olarak 1960’lı yılların Ermenistan sinemasından bahsedildiğinde, bunu sürekli Sovyet sineması olarak okumak gerekiyor. Çünkü gerek Parajanov gerekse Peleşyan, dönemin sanatsal atılımlarından nasibini alan, başı sonu neredeyse belli olmayan, şu veya bu derecede sosyalist bir coğrafyada yetişen yönetmenler. O dönemde sinema okumak isteyen gençlerin Kabe’sinin Moskova olduğunu da belirtmek gerekiyor. Sovyet sineması denince akla düşen ilk isimlerden ikisinin Ermeni kökenli olması ise üzerinde durulması gereken ayrıca ilginç bir ayrıntı. Bu bağlamda, bugün hâlâ hayatta olan Peleşyan, Fransız Yeni Dalgası’na en yakın duran isim. Çektiği kısa filmler, hem kısa film olarak nitelendirilemeyecek kadar deneysel hem de deneysel olamayacak kadar naratif bir düzleme sahip hikayeler içeriyor. Ama Peleşyan’ı “an”ın yönetmeni olarak nitelemek en doğrusu olur herhalde. Hiçbir özelliği yokmuş hissi uyandıran gündelik yaşamın kesitlerini kusursuz bir kurguyla bir bütüne ulaştıran Peleşyan’ın “Biz” adlı filmi, Ermeni halkını tasvir eden 27 dakikalık usta işi bir eser. Burada, ne kadar kurmaca olursa olsun, bir halka özgü olduğu düşünülen sonsuz imgeleri benzersiz bir kurguyla birleştiren yönetmen, salt Ermenistan’a ait bir duyguyu uyandırıyor izleyicide. En azından böyle bir duyguyu bu ülkeyi hiç tanımayan S yaşlı Ermeni, İttihat ve Terakki’nin tehcir kararlarını uygulamaya soktuğu 24 Nisan 1915’in her yıldönümünde, Ermenistan’ın ücra bir köyünde, eski günleri anmak için bir araya gelir. Köyün bütün çocukları, geçmişte yaşanan olayları, dedelerinin ağzından bir masal gibi dikkatle dinlerken, olan bitenlerin boyutunu kavramaktan uzaktırlar. Aradaki kuşak, dedelerin oğulları ise, defalarca dinledikleri bu öykülerden bıkmışlardır. Geçmişin üzerine bir sünger çekip, yoksulluktan kurtulmak için varlarını yoklarını satıp şehre göç etmek derdindedirler. “Nisan”, şiirsel ve yer yer mizahi diliyle, tarihlerinde en derin yaraları bırakan travmalar konusunda Ermeni toplumunun yekvücut olmadığını, Türkiye’de hakim olan, tazminat ve toprak talep etmekten başka bir dertleri olmayan homojen bir Ermeni halkının varlığının da söz konusu olmadığını gösteren, hazin öyküsünü derinden, ama ağıt yakmadan, son derece soğukkanlı anlatan bir film. Çok daha duygusal, tamamen kalplere hitap eden bir film ise “Karot”tu. Ermenicede, geçmişe ve geleceğe duyulan özlemi betimleyen ve Retrospektif’e de adını veren “Karot”, Sovyetler Birliği’nin dağılma aşamasında, 1990 yılında, çekilir. Yönetmen Fruntze Dovlatyan’ın hikayesi 1930’larda geçmektedir. Yaşlı kahraman Arakel, ölmeden önce son bir kez, sınırın Türkiye tarafında kalan doğup büyüdüğü köyünü görmek ister. Arakel’in oğlu köydeki parti örgütünün sekreteridir, ama babasını bir türlü parti üyesi yapamamıştır. Bir gece gizlice Aras nehrini geçen Arakel, sınırın öte yanında, devlete baş kaldırıp dağa çıkmış Kürtlerin eline düşer. Kurşuna dizileceği sırada istavroz çıkarınca, Kürt eşkıyalar Arakel’i köylerine götürür ve ihtiyar burada bir çocukluk arkadaşıyla karşılaşır. Eski günleri yad ederler, Arakel yanmış yıkılmış köyünü, evini görür ve geri döner. Ama tekrar köyüne geldiğinde bütün ailesinin tutuklanmış olduğunu görür. Kendisi de ajanlık suçlamasıyla gözal ‘Çığ’ Rusya’da ödüle doymuyor Kültür Servisi Tuncer Cücenoğlu’nun ünlü oyunlarından ‘Çığ’ (Lavina) bu kez de Rusya’da oynanmakta olduğu Koleso G. B. Drozdov Dram Tiyatrosu yapımı olarak katıldığı VI. Uluslararası Tolyati Tiyatro Çevresi Volga Festivali’nde En İyi Oyun (Grand Prix) Ödülü’ne değer görüldü. Ayrıca aynı oyunla En İyi Sahne Dekoru Ödülü’nü de M. Misyukova kazandı. Rusya’dan başka, ABD (Atlanta Metropolis Theatre), Beyaz Rusya, Bulgaristan ve başka ülkelerin de 14 oyunla katıldıkları festivalde Çığ’ın büyük ödülü alması hiç de şaşırtıcı olmadı. Çünkü Elena Oganova’nın Rusçaya çevirdiği Çığ, bundan üç yıl önce Ufa Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmeye başlanmış ve Eleştirmenler Birliği En Başarılı Oyun Ödülü’nü kazanmış, gene Kurgan Devlet Tiyatrosu’nda iki yıl önce sahnelenmeye başlanmış; İtalya ve benzeri Batılı ülke tiyatrolarının katılımıyla gerçekleştirilen “8. Uluslararası Denizatı Tiyatro Festivali”nde, başta en başarılı üç yapımdan biri olmak üzere, en iyi erkek, en iyi kadın, en iyi yönetmen (Linas Zaikauskas) ve en iyi dekor ödüllerine değer görülmüştü. Halen üç tiyatroda birden sahnelenmekte olan Çığ (Lavina) bugünlerde Rusya’da 2 tiyatro tarafından daha sahnelenmeye başlanacak. Türk balerine uluslararası ödül Kültür Servisi Bu yıl beşincisi Bulgaristan’ın Plovdiv kentinde gerçekleştirilen 7 ülkeden 246 genç sanatçının yarıştığı “With Love For Dance” adlı Uluslararası Çocuk Bale Festivali’nde (International Children Ballet Festival) Pera Güzel Sanatlar Eğitim Merkezi Bale Bölümü öğrencilerinden Meryem Dilara Şengül, “Solo Kategorisi”nde ödül aldı. Şengül “solo”da ödül alan tek isim oldu. Türk sanatçıların gösterilerini çok beğenen seçici kurul, 2.’lik ve 3.’lük olmadığı için Türk ekibinden Danai İlyadu’ya da mansiyon verdi.