19 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

15 HAZİRAN 2007 CUMA kitap A S I Z P E R T A V S I Z P E R V KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Bir terzinin oğlu olmak!.. Enis BATUR Başkan ve Beyefendi ütüphane'yi oluşturan parçaları 20002005 yılları arasında yazdım ve özel bir kurum kütüphanesi bülteninde, Türkçeİngilizce yayımlanan 4. kat /4th Floor dergisinde peyderpey günışığına çıkardım; kitapsa 2005 yılında, bir avuç illüstrasyon eşliğinde,”Bir Başka Labirent Öyküsü” altbaşlığıyla okura sunuldu, malum, ben yalın kitap isimlerini cafcaflı altbaşlıklarla perçinlemeyi öteden beri yeğlemişimdir. “Kütüphane”, aslında, oylumlu bir kitabın bir yandan da kendi içinde bağımsız ayakta durabildiğine inandığım bölümlerden biri, sonuncusuydu: Ekleriyle birlikte, Başkalaşımlar XXIXXX'da nihai yerine oturacak bir deneme. O toplamı, farklı topografik kesitlere (otel, istasyon, sirk, tımarhane, hapishane, kamp, fabrika, meydan, gökyüzü) yöneldiğim metinleri yan yana getirecek biçimde yoğurduydum. Eklere gelince, “Kütüphane” için öncelikle “Güzel Sanatlardan Biri Olarak Kitap İnşası” başlıklı denememi ayırmış, düşünmüştüm; Alberto Manguel'le “diyalog”umuzu bütüne ekleyip eklememekte kararsızdım hazırlık aşamasında; sonra bir gelişme oldu, Bleu Autour yayınevinin yöneticisi Patrice Rörig Kütüphane'yi Fransa'da yayımlamak istedi, çevirinin ilk taslağı ortaya çıkınca kitabın sayfa sayısı açısından çelimsiz görünmesi endişesiyle benden bir önsöz istedi ve neden bilmem, belki bir tür önseziyle, bir sonsözün daha uygun düşeceğini belirttim, ama kafamda henüz bir tasarı gelişmiş değildi o sıralar; sonra bir şey daha oldu, Montauban'dan bir çağrı aldım 2004 yazına girerken, kasım ayında Alberto Manguel'i kuşatan bir festival etkinliğine yazarın davet ettiği, yapıtını sunmayı seçtiği yazarlar arasında yer aldığımı duyunca kıvançla katılmayı kabul ettim, bir şey daha olacağını bilmiyordum: 15 Kasım 2006 akşamı, Montauban'da aynı masaya oturacaktık Alberto'yla; bir tiyatro oyuncusunun Acı Bilgi'den ve Elma'dan parçaları seslendireceği seansta herhalde ikimizin arasında, önce ya da sonra, bir diyalog (daha) kurulacaktı; etkinlik broşüründe, Manguel'in benimle ilgili ürpertici bir cümlesi yer almıştı, oradan hareketle konuşurum diye düşünerek 12 Kasım günü İstanbul'dan Paris uçağına bindim. Ertesi gün, La Hune kitabevinde Alberto'nun taze kitabını gördüm ve hemen aldım: La Bibliothèque, La Nuit. O gece otel odasında kitabı kuşbakışı katedince, uykuya karmaşık bir ruh haliyle daldım, gece boyu birkaç kez uyandım ve kalkıp bir sigara tüttürüp yeniden yattım her seferinde, anladım ki şu metin harlandı içeride, kafatasımın merkezindeki ocakta bekleyen odunları alevler sarmaya koyuldu: PostScriptum, Montauban'a yola çıkmazdan birkaç saat önce yola çıktı, gerisini dönüşe bırakarak ilk atımı sayfaya 14 Kasım sabahı döktüm. Alberto Manguel'in Geceleyin, Kütüphane'si, bir bakıma benim kitabımı da içeriyor duraksayarak kuruyorum bu cümleyi. Nesnel bir du K “Kütüphane” için bir sonsöz denemesi rumdan sözetmiyorum burada, daha çok bir duyguyu, içimde gecikmeden tırmanan bir hissi aktarmaya çalışıyorum. İki metnin okur önüne çıkış tarihlerine dikkat etmeyecek olanların işi “intihal”e kadar götürebilecekleri yönündeki endişemi Alberto'ya aktardığımda bana güldü: “Kitabının çevirisi için madem bir sonsöz yazmayı düşünüyorsun, ben de bir önsöz yazayım öyleyse” yüreğime su serpti! Lettres d'Automne'un kendisine ayrılan etkinliğinin broşüründe yeralan ürpertici cümle gerçekten de başka bir boyut kazanıvermişti gözümde: “Enis Batur'u ikizim olarak görüyorum. Her şeyi benim gibi hissediyor, görüyor, dile getiriyor. Önceden ne düşüneceğini ve söyleyeceğini biliyorum. Tuhaf, değil mi?” Bu yakınlık, bu koşutluk, ki öteden beri hısımlık olarak vaftiz ediyorum benzeri ortaklıklar içeren duruş ve yaklaşımları, yeryüzünün beş kıtasına dağılmış olabilecek öteki ikizlerimizi merak etmeme yol açıyor. Kaç kişiyiz? Bir aile mi oluşturuyoruz, küçük bir kavim mi, ara dere kurcalıyor imgelemimi o durum. “Kütüphane” özelinde sanırım bir noktaya vardım sonuçta. O denemeyi zamana yayarak kurarken, bir aşamada başka bir metin devreye girdi: “Kitap Evi”ne kafamdaki yüklerden bir ölçüde arınarak açılmak, 'selâm'larımı önceden vererek daha bir çıplak halde yürümek bana çekici gelmişti. Neydi “yük”ten anladığım? Hayatımın temel direklerinden birini kişisel kütüphanesi üzerinden Kütüphane'ye bağlamış bütün yazarlar (ki o direği seçmemiş, önemsememiş pek çok hemcinsimiz vardır), İskenderiye'den bu yana bir tür zincir oluşturmuşlardı. Museion'dan, Bibliothekai'dan günümüze, her çağda Büyük Kitaplığın simgesel bir başkanı varolmuştu bizler için. Çağımızda, ilk başkan hepimizi etkisi altına almakta gecikmeyen bir metafor aynası yaratmıştı kitaplardan: Jorge Luis Borges olmasaydı, farkımızı tekrar'ın içinde arayamaz, bulamaz, yitiremezdik. Bir biçimde, her birimiz Babil Kütüphanesi’yle, yakılan kitaplarla, yeri doldurulamaz kayıplarla, Boullée'nin tasarımıyla, Piranesi'nin gravürleriyle, Körleşme'nin sonuyla, Gülün Adı'yla, Char'ın şiiriyle çeşitlemeler kurarak kan bağımızı kanıtladık. Montauban yolunda, Alberto'yla sahnede kuracağımızı varsaydığım diyalog için hazırlanırken, son kitabından hareketle bir dizi basamakta karar kılmıştım; ne yazık ki etkinlik başka türlü öngörülmüştü, sahnede soruları Alberto yöneltiyor, ben yanıtlıyordum. Bereket bir sonsöz tasarlamışım. Diyalog gerçekleşseydi, Ptolemeos'un Kütüphanesinde ilk kez nasıl karşılaştığımızı aktararak yola koyulacaktım. Kurtuba'daki görüşmemiz, Erasmus'un evinde bir araya gelişimiz, ilk Anadolu seyahâtında birlikte İbn Anabî'yi ziyaretimiz, 1944'te Buenos Aires'teki bir kitapçıda kör yazarla karşılaşmamız ve 1999'da Süleymaniye kütüphanesindeki buluşmamız peşpeşe gelecekti. Geceleyin, Kütüphane artık başkanlığı onun üstlendiğinin, benimse iki avuç danışmanı arasında yer aldığımın belgesiydi. “Kitap Evi”, üç yılı aşkın bir süredir masamda. Yarım yüzyıl boyunca inşa ettiği özel ve özgün bir kütüphaneyi bana miras bırakmış, tanımadığım ve tanışamayacağım “Beyefendi”nin yüzünü kafamın içindeki hayal perdesinde kurmaya çalışırken hangi gerçek yüzlerin arasında dolaştığımı, bocaladığımı bilen değilse bile hisseden biri var mıdır? Kasım 2006; Nisan 2007 nsanlarının düz yer özleminden dolayı, terasların denize birer basamak gibi uzandığı Trabzon’un en ünlü terzilerindendi Tuncay Bey… Dükkânının rafları aldığı siparişlerin kumaşlarıyla doluydu. Genç adam modayı takip eden, yenilikçi biri olduğu için onun diktiği bir elbiseye sahip olmak isteyenler araya hatırı sayılan insanları koyarlardı: “Şu bizim komşunun mantosunu bir zahmet sıkıştırıver araya!..” Kedilerinin pençelerinin balık koktuğu bu kentte, bir gün, 17 yaşında bir genç kız girer, Terzi Tuncay’ın dükkânından içeri. Yanında annesi, elinde ise bordo renkli bir kumaş vardır. Kendisine bir ceket dikmesini ister genç terziden. Aşk Tanrısı Eros’un attığı ok Tuncay Bey’in kalbini delmeden önce, içeri giren genç kızın güzelliği karşısında, tuttuğu iğne eline batmıştı çoktan! Terzi Tuncay genç kızı provaya çağırmaya başlar. Hem de yalandan yere ve kaç kere!?. Hatta bir seferinde şu türküyü bile mırıldanır, hafiften: “Sen yağmur ol, ben bulut / Maçka’da buluşalım” Ölçü iyice alınmıştır!.. Bordo renkli ceket tamamlanır sonunda. Üç tane düğmesi vardır… İşte ben, o bordo renkli ceketin ortanca düğmesiyim!!! İ AYAT DENİLEN KUMAŞ... Babamın terzi dükkânı her zaman büyülemiştir beni. İlk oyuncaklarım babamın iğneleri, makasları, kumaş parçalarıydı. Babam elbiseleri keser biçerdi.. bense hayalleri... Kocaman bir makası vardı babamın. Kimi oyunlarda o makası açar uçak yapardım, kimi oyunlarda timsah… Terzinin kestiklerinden arta kalan kumaş parçalarına “bayrak” denildiğini ve onlardan da kasket yapıldığını çocukluğumdan beri bilirim. Orta Atlas’taki ülkeleri kumaş parçalarının üstüne çizer ve keserdim: Norveç, İtalya, Kenya, Arjantin… Babam kumaşlardan insan bedeni çıkarırdı, ben dünya ülkelerini... Bir terzinin oğlu olmaktan her zaman gurur duydum. Babam sihirbaz gibi bir adamdı. Sadece elbiselerde değil, binalarda, yollarda bile bir eğrilik varsa hemen görür, “Bak oğlum, şurası yanlış yapılmış” diye bana da gösterirdi. Bu yüzden, hayatım boyunca babam, bir cetvel olarak görünmüştür gözüme. Doğruluktan hiç sapmayan, hayat denilen kumaşı hep düzgün kesen bir baba!.. Bir okul dönüşü, babamın dükkânının sokağa bakan vitrininde, içinde rengârenk sular olan cam kavanozlar gördüm. Çok şaşırmış ve bir o kadar da mutlu olmuştum. Babam kolonya şişeleri de doldurmaya başlamıştı!.. Çekmecelerinde her renkten kolonya kapakları da vardı!.. Bunlar benim yeni oyuncaklarımdı. Evdeki mandal askerlerimin başlarına koymak için az çalmamıştım o kolonya ka H Cinnet, Panik ve Çöküş/ Charles P. Kindleberger/ Çeviren: Halil Tunalı/ İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay./ 342 s. Charles P. Kindleberger’in “Cinnet, Panik ve Çöküş” adlı yapıtı ilk kez 1978’de yayımlandı. Yazar, “kökü kurumayan döngüler” diye tanımladığı mali krizleri açıklarken; öncelikle bu konuda genel bir tanımlamaya gitmenin zor olduğunu, ancak spekülasyona yol açan koşullarla birlikte parasal boyutlarda kredinin genişlemesi ve mali sıkıntılarla başlayıp, panik ve ardından çöküşle birlikte tamamlanan kriz modelinin analizlerle çıkarsamalara arkaplan sağladığına dikkat çekiyor. Kitabın ilk basımı, genellikle II. Dünya Savaşı öncesinde yaşanan krizleri ele alıyordu. Ekim 1887’de Kara Pazartesi diye bilinen borsa krizinden sonra, bu gelişmeleri de içine alan ve 18801893 arasındaki döneme ilişkin araştırmayı de içeren çalışma, 1989’da ikinci kez basıldı. Ocak 1990’da patlak veren ve 90’lı yıllarda süren Japon krizi ise üçüncü baskının yapılmasına neden oldu. Yazarın ölümünden önce yapılan son baskı olan “Cinnet, Panik ve Çöküş”te ise, Meksika’da ve Doğu Asya’daki krizlerin ortaya çıkardığı sorunlara da yer veriliyor. Charles Bukowski ve Beat Kuşağı/ Derleyen: Şenol Erdoğan/ Çeviren: Artemis Günebakanlı/ Altıkırkbeş Yayın/ 120 s. Bu kitap, iki ayrı ekol olarak ele alınabilecek ama Amerikan yeraltı edebiyatı çatısında bir araya gelen bu iki tür, Bukowski ve Beat Edebiyatı arasındaki aynılıklar ve ayrılıklar üze li cephelerden yazmış olduğu bu günlükler, Mustafa Kemal’in yaşamının da önemli bir kesitini içeriyor. Fotoğrafların da yer aldığı günlüklerin ekinde, Mustafa Kemal’in I. Dünya Savaşı anıları da yer alıyor. Günlükler, İzzettin Çalışlar’ın ismini taşıyan torunu ve harp tarihi uzmanı İsmet Görgülü tarafından yayıma hazırlanmış. rine kurulu kısa bir metin. Beat’lerden Punk’a, Punk’tan Bukowski’ye Amerika’nın yeraltına açılan bir kapı. Kadife Kutudaki Hayalet/ Joe Hill/ Çeviren: Pınar Öcal/ Altın Kitaplar/ 350 s. Judas huzursuz bir ruh tarafından sürekli rahatsız edildiği söylenen bir ölünün siyah takım elbisesini, korkmadan bin dolara satın alır. O zaten tüm yaşamı boyunca hayaletlerle başa çıkmaya alışıktır: Tacizci babası, umursamadan terk ettiği sevgilileri, ihanet ettiği arkadaşları... Bir tane daha hayaletin ona ne zararı olurdu ki? Ne var ki, kargo şirketinin kapısına getirdiği siyah kalp şeklindeki kutunun içindeki sanal ya da söz gelimi iyi huylu bir hayalet değildir. Bu gerçek bir hayalettir. Siyah takım elbisenin sahibi bir anda her yerde görünmeye başlar: Yatak odasının kapı arkasında, elden geçirilmiş eski Mustang arabanın içinde, pencerenin dışında, televizyon ekranının içinden Judas’a bakıp bekler... Siyah takım elbiseli hayaletin kemikli elindeki zincirin ucunda ise iki tarafı jilet gibi keskin bir bıçak sallanmaktadır... Tüfekliler/ Ümit Kaftancıoğlu/ Yalın Ses Yayınları/ 344 s. Uçsuz bucaksız çöl gelir gelir Toroslar’a, Mardin Eşeği’ne, Karacadağ’a, kanatlı kapılara, ağlara, Rutan reisi Necimoğlu’na, Kasro Kanco’ya dayanır. Ankara’ya seçime, demokrasiye ulaşır. Eli tüfeklilere, öldürenlere, öldürtenlere, bir tek oy için ölüm fermanı yazanlara, Menderes’e, Demirel’e, Sunay’a, Gülhane’ye varır. “Tüfekliler”, 50. yılda devletin adını duymayanlar, karnı ekmek görmez, dili dişi dönmez, kumlar, çakıllar, akrepler, yılanlar içinde sürünenlerin destanı. Ağa yaratma, oy toplama yolları... Derik’ten, Mardin’den, DP’den AP’ye, Ankara’ya, İstanbul’a uzanan yollar... Devletin hükümete, hükümetin partiye, partinin ağaya dönüşmesi gerçeği, acısı... Yalın Ses Yayınları, Ümit Kaftancıoğlu’nun “Dönemeç” adlı yapıtını da okuyucuya sundu. On Yıllık Savaşın Günlüğü/ Yayına Hazırlayanlar: İzzeddin Çalışlar, İsmet Görgülü/ Güncel Yayıncılık/ 544 s. İzzettin Çalışlar (18821951) Balkan Savaşı’ndan önce, Selanik’te Hareket Ordusu ve 3. Ordu Karargâhı’nda Mustafa Kemal’le birlikte çalışmıştı. 1915 yılında Mustafa Kemal tarafından Çanakkale cephesine çağrıldı. Gerek bu cephede, gerekse I. Dünya Savaşı boyunca Atatürk’ün kurmay başkanlığını yaptı. İstiklâl Savaşı’nda, Batı cephesinde tümen komutanı olarak, ulusal kurtuluşu sağlayan kadrolardakilerden biri oldu. Balkan, I. Dünya ve İstiklâl savaşları boyunca kesintisiz on yıl önemli görevler üstlenen Çalışlar’ın bu sürecin tanığı olan günlükleri yer alıyor bu kitapta. İzzettin Çalışlar’ın çeşitDayan Yüreğim/ İsmail Hakkı Oğuz/ Gita Yayınları/ 556 s. İsmail Hakkı Oğuz bu kitabında, topçu subayı ve kurmay subay sıfatıyla ortaya koyduğu çalışmalarının ardından, hukukçu kimliğiyle yerli ve yabancı birçok özel sektör kuruluşundaki uzun yıllar çalışmasının ardından, bugünlere nasıl gelindiğini, neler yaşandığını, toplumun aldığı yaraları saptayarak gerçek kurtuluşun yollarını arıyor. Dil Devrimi ve Sonuçları/ Tahsin Yücel/ Can Yay./ 248 s. “Gerçekten de, dilimizin özleştirilmesine karşı çıkan kişilerin görüşlerini ayrıntılarıyla inceleyip dilbilimsel verilerle, tarihsel ve güncel olgularla karşılaştırdıktan sonra, genel bir yargıya varmak gerekirse, söyleyebileceğimiz ilk şey, bunların dilbilimsel verileri hiç mi hiç önemsemedikleri, önemsemek şöyle dursun, neredeyse yok saydıkları, böylece tutarlı sonuçlara götürecek yolları önceden kapattıklarıdır.” Tahsin Yücel’in, ilk kez 1968 yılında “Dil Devrimi” adıyla yayımladığı “Dil Devrimi ve Sonuçları”, Yücel’in 2000 yılında Cumhuriyet gazetesi tarafından okurlara armağan edilen küçük kitabı “Türkçe’nin Kurtuluş Savaşı” ile birlikte sunuluyor bu kez okura. paklarından… Oysa, Trabzon giderek değişiyordu. Hazır giyim mağazaları birbiri ardına çoğalıyor, işleri azalan babam açığı kolonya doldurarak kapamaya çalışıyordu! Terzi Tuncay cesur adamdır; önce manifatura ardından da konfeksiyon mağazası açar, hayatın arkasına düşmez. Trabzon sokaklarında horona girer gibi omuz omuza veren konfeksiyon mağazalarının vitrinlerindeki mankenlerden geceleri çok korkardım. Misafirlik ya da sinemadan dönerken onlara bakamaz, babamın kumaş kokan ellerine sığınır, terzi dükkânını özlerdim. Babamın iş hayatındaki değişikliğin en güzel yanı, yılda en az iki kez mal almak için İstanbul’a gitmesiydi. Eve dönüşü harika olurdu babamın. Ayakkabılarını bile çıkarmadan, kapı eşiğinde bavulunu açar, ağabeyime ve bana aldığı oyuncakları hemen, oracıkta verirdi. Acelesi neydi babamın? Yol boyunca hayal ettiği sevincimizi bir an önce görmek mi istiyordu? İstanbul’dan getirdiği pilli, ışıklı oyuncaklar güzeldi ama.. ben, kestiği kumaşlardan yere düşen parçaları ülke yaparken daha mutluydum. 24 Şubat Kitabevi’nden bir gün harika bir kitap almıştım, adı “Kahraman Terzi” olan!.. Onu okula götürüyor, ders kitaplarımla beraber çantadan çıkarıyor ve sıranın üstüne koyuyordum, arkadaşlarım görsün diye… Evet, itiraf ediyorum: Hayatımda bir kitabı yırttım!.. Neden mi?.. Bunun yanıtını şu dizelerimle veriyorum: Sayfalarını yırttım Yüz Ünlü Türk adlı kitabın terzi dükkânındaki resmine içinde rastlamayınca kılıncı dikiş iğnesi kalkanı yüksük olan babamın İlkokul birinci sınıfta okuyan çocuk, okuldan çıkar çıkmaz çırak olarak çalıştığı dükkâna gidiyor, yerleri siliyor, ustasına çay dolduruyordu… Gece geç dönüyordu evine. Avluya açılan kapı bir şato kapısından farksızdı. Çocuk, ayak parmaklarının ucuna kalkıp kapının mandalına uzansa da, dilini aşağıya çekecek güç cılız kollarında yoktu… Yorgun çırak kapının eşiğine oturuyor ve sokaktan kendisine yardım edecek bir gece bekçisinin ya da bir sarhoşun geçmesini bekliyordu… Zaman makinesi icat edilse ve bana tarihte yalnızca bir güne gitme hakkı verilse hiç düşünmeden o çocuğun önünden geçmek isterdim. Beni görünce sevinecek ve şunları söyleyecektir: “Abi, ben terzi çırağıyım. Ustam işten geç bıraktı… Gücüm yetmiyor… Şu kapının mandalını açsana!..” Gülümserdim… Saçlarını okşardım, diyeceğim ama başında mutlaka 5 numara tıraş vardır!.. Açardım kapıyı… O da “Sağol abi” der ve yorgun bedeniyle avlunun karanlığında kaybolurdu gözden… Ben de derdim ki: “Sen sağol baba!.. Hayatta bana açtığın tüm kapılar için asıl sen sağol!..” Walt Disney’e yakışır gala Çeviri Servisi Walt Disney imzasını taşıyan “Kayıp Balık Nemo” filminin devamı niteliğindeki “Kayıp Balık Nemo: Denizaltı Seyahati”nin özel gösterimi Kaliforniya’daki Disneyland’de yapıldı. ABD’de vizyona giren filmin galasının davetlileri Hollywood’un ünlü simaları ve çocuklarıydı. Brook Shields de geceye çocuklarıyla gelen ünlüler arasındaydı. Güzel yıldızı ve kızları Rowan ve Grier’i kapıda diğer ünlüleri olduğu gibi hoş bir sürpriz bekliyordu. Konukları karşılayan Disney kahramanları arasında olan Minnie Mouse’a, onları karşılama görevi verilmişti!
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle