29 Mart 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

15 HAZİRAN 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Yeniçağ fethin ürünü mü? Erdoğan AYDIN Bugünü üstlenmekte sıkıntıya düşenler, dünü istedikleri gibi inşa ederek onun koruyucu çatısı altında saklanırlar.” (M. A. Kılıçbay) Bu gerçeklikte egemen olmak arayışı, çoğu zaman tarihin de araçsallaştırılmasını beraberinde getirir. Bu yaklaşımla tarih, güncel bir politik araç haline getirilerek, reel sorunları unutturulan kitlelere tahakküm ideolojisine döndürülür. Bu konuda en sorunlu ülkelerden biriyiz ne yazık ki. Bu ülkenin en çok araçsallaştırılan, politikleştirilen, çarpıtılan tarihsel öğelerinin başında da İstanbul’un fethi gelmektedir. Fetih üzerinden Osmanlının, Osmanlı üzerinden Türklüğün ve İslamlığın üstünlüğü ‘ispatlanmaktadır’ her yıldönümü. O günlerin tarz ve egemenleriyle özdeşleştirilen ‘milli ve manevi değerlerimize’ sahip çıkılması halinde, bugün yaşamakta olduğumuz sorunların kendiliğinden çözüleceği yargısı pompalanır. Dikkatlerin bu ‘üstün geçmişe’ yönlendirildiği oranda ise bağımlılık, eşitsizlik ve tahakküm ilişkileri pekiştirilir. Bu fetih üzerinden kurgulanan efsanelerin başında, “medeniyetin önünün açılması”, “Ortaçağ’ın bitirilip Yeniçağ’ın başlatılması” geliyor. Oysa bu sürece soğukkanlı yaklaşıldığında, ciddi sorun alanlarından biri ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bırakalım Ortaçağ’ı kapatıp medeniyetin önündeki engelleri temizleme iddiasını, tam tersine Osmanlının bu fetih ile kendini Ortaçağ’a hapsetmesi gerçeği ile karşı karşıyayız. Fetih sonrası yaşadığı reorganizasyon ile Osmanlı, fetih kapasitesini geliştiren, ama kendi iç dinamiklerini dondurarak dünyanın Yeniçağına ulaşmayı olanaksızlaştıran bir yönelime girmiştir. C Güç Kavgası 13 ise iddia sahiplerinin nesnel bir tarih yazımından ne denli uzak olduğunu göstermesi yanında, buna inanmamız oranında bizleri de gerçeklerden koparır. İstanbul’un fethinin, (ağırlığı Osmanlının kendisine olmak üzere) kuşkusuz ciddi siyasal etkilerinden söz edilmelidir; ancak çağın niteliğini değiştirmek gibi bir etkiden söz etmek, onun taşıması olanaksız bir yüktür. Üstelik bu noktada, İslam dünyası ve Osmanlının niye kendi bilim insanlarını elinden kaçırdığı, niye bunlarla Rönesans’ı kendi topraklarında gerçekleştiremediği ve elinden kaçırdığı bilimi tekrar geri alacak gereksinimini niçin duymadığı sorularıyla da yüzleşmek zorunlu. BATI NE DOĞU NE? Kuşkusuz medeniyet evrenseldir ve bu bağlamda doğu toplumlarının batı toplumlarından üstün olduğu doğrudur. Bu üstünlük Araplar özgülünde 9 11. yüzyıllara özgüdür. Osmanlının 16. yüzyıla kadar uzanan üstünlüğü ise, üretim ÖNESANS’I BİZANS güçleri eksenli değil, siyasalaskeri bir durumdur KAÇAKLARI MI BAŞLATTI? ve fetih yapamaz hale gelerek sona erecektir. Doğunun bilimsel üstünlüğü hangi koşullarda Konuya ilişkin tarih yazımlarında, sıklıkla, sağladığı ve niye elinden kaçırdığı sorusunun “tarihçiler Ortaçağ’ın Türklerin 1453’te doğru yanıtı da bu noktada önemli. 9. yüzyılda İstanbul’u almasıyla sona erdiğini yazarlar” gibi başlayan Arap aydınlanmasının nedeni, fetih ifadelerle karşılaşırız. “İstanbul’un zaptı, bütün gelirleri ile beslenen Ortadoğu’nun antik şehirleri dünyada yeni bir çağ açan hadise oldu” (F. ve ticaret hayatındaki büyük canlanmayla Dirimtekin, İstanbul’un Fethi, s. 249) gibi doğrudan ilgilidir. Bu gelişimin özgüveniyle antik ifadeler, tarih bilincimizin tuzu biberi olur. medeniyet birikimlerinin Arapça’ya çevrilip Bu iddianın gerekçelendirilmesindeki en yaygın işlenmesiyle sağlanan bir bilim ve özgürlük argüman ise, İstanbul’un Osmanlının eline ortamı oluşacaktır. Buna karşılık fetihlerin geçmesiyle bilim ve sanat insanlarının batıya durmasıyla iç talan ihtiyacının artışına bağlı kaçıp Rönesans’ın başlamasını sağlaması şeklinde olarak dogmatizmin yükselip her türden farklılığı biçimleniyor. Bu gerekçelendirmenin mesnetsiz ezmesiyle bu bilimsel üstünlük yerini tıkanmaya karakteri bir yana, işaret edilen etki de tümüyle bırakacaktır. negatif; böylece Rönesans güç ve birikimine 16. yüzyıl sonuna kadar karşılıklı fetih avantajı sahip olanların Osmanlı ile ilişkisi sadece kaçmak küresel ilişki ve dengeleri belirleyen başlıca amil oluyor! Tam da, ‘böylesi dostlar düşman başına’ olacaktır. Ancak 16. yüzyıl sonrasının belirleyeni örneği ile karşı karşıyayız. yükselen kapitalist üretim ilişkileridir. Bu İşin esprisi bir yana, insanlık tarihinin en büyük noktada Rönesans kavramıyla karşımıza çıkan birikim ve sıçrama hamlelerinden biri olan ‘Batı’ kavramının da doğru anlamlandırılması Rönesans’ı, 1204’teki Haçlı fethinden beri gerekiyor: ‘Doğu’ ve ‘Batı’, doğu ve batı çöküntü yaşayan, çürümüş bir İmparatorluk toplumları, keza doğu ve batı yönlerinden nitelik kalıntısı şehirden kaçabilen bir avuç aydına farklılıkla bir medeniyet düzlemini, dogma ve yüklemenin hiçbir ciddiyeti olamaz. Öncelikle bu akla yüklenen anlamda belirginleşir. Bu anlamda bir avuç insanın Avrupa’ya böylesi bir itme Batı, Doğu’ya karşı asıl mücadelesini, Haçlı sağlamasından söz etmek, Avrupa’nın iç seferleri ile İslam ülkelerine karşı değil (Haçlı dinamiklerini görmezden gelmek anlamı taşır. Bu Seferleri, batıdaki Doğu’nun, yani Ortaçağ zihniyetinin saldırganlığıdır ve günümüzün Bush’ları, da aynı geleneğin Martin Luther’in, Katolik egemenliğe karşı protesto hortlamış, emperyalist yansımasıdır), bildirgesini Wittenberg Kilisesi’nin kapısına astığı aksine kendi Ortaçağ zihniyetine, kilise 1517 tarihinin önemine işaret etmeliyiz. Çünkü egemenliğine karşı vermiştir. Batı işte bu ortaçağın çözüldüğü, burjuva ilişkilerinin gelişmeye mücadeleden başarıyla çıkılması ile başladığı Avrupa arenasında Luther’in bu oluşmuştur. manifestosu, Ortaçağ değerlerinin sembolü Katolik Bir medeniyet düzlemi olan Batı, Haçlı kilisesine karşı başkaldırı ve ardından gelişen iç seferleri veya İstanbul’un fethi gibi siyasal savaşlara rağmen ciddi bir tutunma noktasıdır. oluşumlarla değil, üretici güçler ve özgür Luther’in bu çıkışıyla başlayan dinde reform ve düşüncenin yaşam koşulları bağlamında Rönesans’ın yükselişi, Ortaçağ’ın kırılma Yeniçağ’ın anlaşılabilir. Dolayısıyla bir medeniyet başlangıcı olarak rasyonel bir anlam taşır. düzlemi olarak ‘Batı’, 911. yüzyıllarda İslam coğrafyasında filizlenmiş ama Gazzali’ler karşısında uzun zaman yaşayamayarak İspanya Emevileri üzerinden Avrupa’ya geçmiş ve 16. yüzyıldan başlayarak dünyanın batısında egemen değer olarak yükselmeye başlamıştır. Özetle bir medeniyet olarak Batı, kendi egemenleri olan Ortaçağ ilişkilerini yenerek kurulmuştur. Bu anlamda sorun bir İslamiyet Hıristiyanlık karşıtlığı sorunu değildir. Çünkü her iki dinin siyasal egemenliği de Ortaçağı ve işte bu anlamda Doğu’yu temsil etmektedir. (bu konuda geniş bilgi için bkz. S. Öngider, Doğu Batı Kıskacında Türkiye, s.135) R gerçekleşmesine temellik edecektir. Özetle Rönesans’ı Bizans’ın yıkıntıları arasından fırsat bulup Avrupa’ya kaçan bir avuç bilim ve kültür insanının üzerinden açıklamak, ancak masal kurgularıyla uyuşturulmuş beyinler için anlamlıdır ve tıpkı Galata sırtlarından gemi geçirmek iddiasında olduğu gibi ciddiyetten uzaktır. Oysa nesnellik bugün en büyük gereksinimlerimizden biri. Bu nesnellik, sadece dünü doğru anlamak açısından değil, bunun da yansıması olarak bugüne dair sorun çözme kapasitemizi arttırmak açısından da zorunlu. Bunu başaramadığımız oranda, salt tarih yazımlarında bilimsellikten değil, karşımızdaki sorunları çözme kapasitesinden de kopmak kaçınılmazdır. “Ortaçağ’ı sona erdiren bilimsel, felsefi ve sanatsal uyanmadır. Dilimizde yenidendoğuş, uyanma ve uyanış deyimleriyle özdeşleştirilen (Rönesans) sosyo ekonomik açıdan, Avrupa’da feodal toplumun çöküşüyle burjuva toplumunun kuruluşunu yansıtır.”(O. Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlü, s.329) İşte tam bu noktada Martin Luther’in, Katolik egemenliğe karşı protesto bildirgesini Wittenberg Kilisesinin kapısına astığı 1517 tarihinin önemine işaret etmeliyiz. Çünkü Ortaçağ’ın çözüldüğü, burjuva ilişkilerin gelişmeye başladığı Avrupa arenasında Luther’in bu manifestosu, Ortaçağ değerlerinin sembolü Katolik kilisesine karşı başkaldırı ve ardından gelişen iç savaşlara rağmen ciddi bir tutunma noktasıdır. Luther’in bu çıkışıyla başlayan dinde reform ve Rönesans’ın yükselişi, Ortaçağ’ın kırılma Yeniçağ’ın başlangıcı olarak rasyonel bir anlam taşır. NEDEN VE SONUÇ 16. yüzyıl ve sonrasını niteleyen bu sürecin bir dizi önsel birikimi söz konusu: İstanbul’un fethinden 34 yıl öncesinden Avrupa, Portekiz denizcileri üzerinden coğrafi keşiflere başlamış bulunmaktadır. 1440’te Gutenberg matbaayı bulacak ve bu sayede Yeniçağ’ın temel bir dinamiği olan bilginin yayılması ve artan üretiminin yolunu açacaktır. Osmanlı denetim altına aldığı coğrafyanın bütün birikimlerini İstanbul’a aktarır ve orada gün günden büyüyen asalak bir bürokrasinin beslenme kaynağı olarak tüketirken, Avrupa’da ise, şehirleşme, burjuvalaşma ve bunlarla örtüşen yeni üretim güçlerinde görülmemiş bir atılım yaşanacaktır. Kağıt sanayiinde, makara ve pusula kullanımındaki gelişmelere bağlı olarak gemicilikte, değirmencilik, dolayısıyla enerji üretim tekniklerinde, çıkarma ve kullanım tekniklerinin gelişimiyle madencilikte, sanayi bitkileri ekimi, dolayısıyla tarımsal çeşitlilik ve verimdeki atılımlar bunun örneği. Üretici güçlerin, üretim ve ticaret eksenli olarak bu gelişmesi, aynı zamanda bilimsel ve sanatsal gelişmeyi patlatacak, Rönesans, dolayısıyla Yeniçağ, işte bu gelişmenin ürünü olacaktır. Bunlara eşlik etmek üzere 1492’de Kristof Kolomb, ‘Amerika’yı’ bularak, Avrupa’ya ciddi bir değerli maden akışı sağlayacaktır. Bunu Vasco de Gama’nın Hindistan yolunu bulması ve Macellan’ın dünyanın çevresini dolaşması izleyecektir. Bu temelde Avrupa, hem kendi içindeki Doğu’ya, yani feodalite ve Papalığa hem de Doğu’nun en büyük siyasal gücü Osmanlıya karşı, bilimsel, ekonomik ve siyasal üstünlük elde etmeye başlayacaktır. Özetle Avrupa’nın ekonomik ve teknolojik altyapısında, bunun kaçınılmaz sonucu olarak, din, devlet, eğitim ve ideolojik üstyapıda ve yine bunun yansıması coğrafi yayılma, silah ve savaş tekniklerindeki atılımla dünyanın o zamana kadarki yapısında köklü bir değişim olacaktır. Bu yeni realitenin dinamizmi karşımıza İstanbul’un fethini değil, Rönesans ve Reformu, siyaseti değil ekonomiyi, Osmanlıyı değil Avrupa’yı çıkarmaktadır. Kuşkusuz Dante’nin de işaret ettiği gibi “Rönesans’ın vatanı bütün dünyadır” ve küresel bir değişimi anlatmaktadır; ancak bu özgülde ‘bütün dünya’nın merkezi Avrupa olacaktır. Bunun sonucudur ki Avrupa hızla kabuk değiştirirken bu değişimi içeremeyen Doğu ve onun en güçlü odağı olarak Osmanlı, Avrupa’nın bu gelişimi karşısında her geçen gün daha da belirginleşen bir zemin kaybına uğrayacaktır. Bir medeniyet ve dinamizm düzlemi olarak Yeniçağ, Avrupa’nın artan bir kalkınma ve değişimi olarak belirginleşirken, aynı dünyada, ama bir önceki çağda yaşayan Osmanlının geri kalışını ve giderek bağımlılaşmasını getirecektir. Bu bağlamda Bizans’ı Ortaçağ’la özdeşleştirip, onun yıkılmasını da Ortaçağ’ın yıkılması olarak yorumlamak sadece bir retorik olarak değerlidir, ama realiteyle örtüşmez. Çürümüş bir kent devleti olarak Bizans’a Ortaçağ temsiliyeti gibi büyük bir misyon biçilemeyeceği gibi, onu yıkan Osmanlıya Yeniçağ temsiliyeti gibi bir misyon yüklemek de, olsa olsa bu iddia sahiplerini komik duruma düşürür.. üm siyasi sistemler güç üzerine kuruludur. Belli bir siyasi görüşün, ideolojinin, felsefenin hatta bir bireyin kişisel çıkarlarının diğerlerinin üzerinde üstünlük sağlamasıdır söz konusu olan. Çağdaş politika ise bunu uluslar arası hukukun kurallarını çiğnemeye, yanına alacağı birkaç destekle başına buyruk davranmaya gidecek kadar ileriye götürmüştür (Bakınız Irak). “Öteki” ya da yapay bir “düşman” son bulmaz bir savaşın vazgeçilmez, yegane ögesidir. Bireyler, toplumlar ve ülkeler arasındaki birliktelik ya da ortaklık ya da düşmanlık “ötekine” karşı savaştan doğar. Bir düşman ortadan yok olduğunda ise zaman kaybetmeden yerine hemen bir yenisi yaratılır. Yeni düşmana karşı ortaklıklar değişir ve yenilenir. Bu klasik politikanın var olma kaynağıdır. Sonuçta düşmanlıkların, ideolojilerin, savaşların ve tüm siyasi oluşumların bir tek nedeni ve hedefi vardır; Güç. Gücü kimin elinde tutacağı konusu ise başka bir mücadele alanıdır. Yerel, bölgesel, özerk ya da merkeziyetçi yönetimler midir gerekli olan ya da tüm bunların karışımı bir biçim mi? Bir amaç için bir araya gelen ülkeler ulusal egemenliklerinin bir kısmından vazgeçerek kendi yönetimlerini supranation (ulusüstü) bir oluşuma bırakma yoluna da gidebilirler. Buna en güzel örnek Avrupa Birliği’dir. Ancak AB’ye üye ülkeler egemenliklerini bu ulusüstü oluşuma bırakma konusunda büyük tereddütler yaşamakta hatta bu durum bazı AB kurumlarıyla yetki çatışmalarına neden olmaktadır. AB’yi oluşturan üye ülkelerdir ancak AB’nin üye ülkelerden bağımsız olarak işleyişini sağlayacak kurumlar üyelerin ulusal çıkarları ve egemenlik kaygıları nedeniyle zincirlenmiş durumdadır. Bu sürekli çatışmanın yanı sıra üye ülkeler kendi aralarındaki çıkar kavgalarını da AB platformunda seslendirme yolunu seçerler. Örneğin İngiltere Fransa’nın Ortak Tarım Politikası (CAP) kap T samında mali destek almasını engellemek için yollar ararken, Yunanistan birliğe Güney Kıbrıs’ın katılımı konusunda diğer ülkeleri başka konularda veto etme tehdidiyle korkutur. Bugün AB içinde çok daha hayati ve gerçek bir güç kavgası yaşanmaktadır. AB Anayasası adıyla kamuoyuna sunulan ancak birlik tarihinde diğer anlaşmalardan ileri hiçbir özelliği bulunmayan bu metin AB’nin bundan sonraki karar verme mekanizmanı belirleyecek. Avrupa Parlamentosu’nda hangi ülkelere ne kadar sandalye düşeceği, büyük ülkelerin oy ağırlığı olup olmayacağı, G8 gibi bir yapının oluşturulup oluşturulmayacağı, hangi konularda oybirliğiyle ve hangi konularda oy çokluğuyla karar alınacağı bu anayasa tartışmaları çerçevesinde şekillenecek. AB “ötekisiyle” savaşını çoktan belirlemiştir. ABD’nin yanında teröre karşı mücadele, yeni muhafazakar yönetim anlayışı, sosyal devleti küçülterek rekabeti artırmak, göçle mücadele ve iklim değişikliği gibi konulara yoğunlaşacaktır. İçerde ise büyük ve küçük ülkelerin yanı sıra eski ve yeni üyelerin arasındaki güç çekişmesi henüz başlamış bulunuyor. Bu çekişmenin galibi “efendiler” ile efendilerin arasında yer almaya çalışan ve bunu başaran ülkeler olacağı açıktır. Mesele artık “ötekinin” nasıl politika yaptığıdır. Dünya politikası süregelen güç savaşında insani kurallar getirecek herhangi bir kuruluş oluşturmayı başaramadı. Bu hedefle ortaya çıkan dev kurumlar ise büyük güç odaklarının elinde oyuncak olmaktan öteye gidemediler. Bilgi çağını cinayetle geçiren bir dünyanın uzay çağında nerede olacağını kestirmek çok güç. Asıl güçlük ise güç kavgasının ve neticede bu politikanın kurallarını değiştirmek olacaktır. elcpoy?yahoo.fr ZİRVE SONA ERDİ G8 Kosova’yı masada bıraktı Dış Haberler Servisi Almanya’nın Heiligendamm kentinde sona eren G8 zirvesinde, Afrika’ya yardım yapılması konusunda anlaşmaya varılırken Kosova’nın geleceği konusunda uzlaşma sağlanamadı. Almanya Başbakanı Angela Merkel, G8 ülkelerinin liderleri ve Cezayir, Nijerya, Senegal, Gana, Etiyopya ve Güney Afrika Cumhuriyeti liderleriyle birlikte Heiligendamm kentinde düzenlediği kısa toplantıdan sonra yaptığı açıklamada, “G8 Afrika’ya yönelik sorumluluklarını yerine getirecektir” dedi. Anlaşmaya göre, G8 ülkeleri, Afrika’ya, AIDS, sıtma ve vereme karşı mücadele amacıyla toplam 60 milyar dolar verecek. Bu paranın yarısını ABD, diğer yarısını da öteki G8 ülkeleri verecek. G8 ülkeleri ayrıca kalkınma yardımını 2010 yılına kadar yılda 50 milyar dolara yükseltmeyi taahhüt ettiler. G8 liderleri Kosova’nın gelecekteki statüsü konusundaysa anlaşamadılar. Kosova için yürütülen müzakerelerin 6 aylığına dondurulması seçeneği Fransa tarafından savunulurken Rusya’nın öneriye sıcak bakmadığı kaydedildi. Erteleme planına Belgrad ve Kosova’dan da itiraz geldi. Sırbistan’ın Kosova Bakanı Slobodan Smardiç görüşmelerin takvime bağlanmasının yanlış olduğunu söyledi. KRİTİK DÖNEMEÇ: 1517 Bu noktada, kültürel ve bilimsel sıçramanın, ancak görece ileri bir ekonomi üzerinden oluşabileceği gerçeği özellikle anımsanmalı. 9 11. yüzyıllar İslam coğrafyası böyle bir niteliğe sahipti. Sonraki dönemde ise bu nitelik giderek kaybedilecek ve bunun sonucu İslam coğrafyasında katı bir dogmatizmin, akıl yerine nakilciliğin yükselmesi söz konusu olacaktır. Bunun sonucunda ‘kâfirlikle’ suçlanan Arap akılcılığının giderek ortadan kalkması ve önceden İslam coğrafyasına akıp orada işlenen bilgilerin de giderek İspanya üzerinden Avrupa’ya akıp orada işlenmeye başlanacağı yüzyıllar gelecektir. 12. yüzyıldan itibaren hem bilimin hem de üretici güçlerin istim alacağı mekan Avrupa olacak ve bu birikimler, sömürgeciliğin sağladığı talan birikimleriyle birleşerek Rönesans’ın Şili’ye soykırım tepkisi Dış Haberler Servisi Şili Senatosu, hükümetin Ermeni soykırımı iddialarının tanınmasını talep eden kararı kabul etti. Geçen kararda “1915’te 1.5 milyon Ermeninin katledildiği ve bunun 20. yüzyılın ilk soykırımı olduğu” iddia ediliyor.Dışişleri Bakanlığı, Şili Senatosu’nun “Ermeni iddialarına destek veren ve tarihin siyasi amaçlarla çarpıtılmasına hizmet eden kararını kınadığını ve bu kararın iki ülke arasındaki dostane ilişkilere gölge düşürdüğünü” bildirdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle