05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 MART 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C 15 Enis BATUR Şiir okuma notları Ç ok kişi ikiye bölüyor Montale’nin yapıtını, bunlardan biri de, şairin ilk üç kitabını İngilizceye çeviren Jonathan Galassi. Ossi di Seppia’dan La Bufera’nın kesinleştirilmiş basımına giden çizgide, bir başka deyişle Montale’nin 60. yaşına dek geliştirdiği şiir serüvenini asıl taçlandırılası dönem olarak görenlerde, sonraki Montale’de (çeyrek yüzyıl daha yaşadı) ikincil bir atılım görme, bir tür “Kendi şiirine üstşiirlerle çatı örmüştü” yorumu getirme eğilimi ağır basıyor. İndirgemeden öte, yanlış okuma diyorum bense. En iyi şiir okurunda bile alışkanlıklarına, beğeni çıtasına tutsak olma konumu göze çarpıyor bir yerden sonra: Bana sorulursa, yaşlanan şair değil de, okuru. Satura ve sonrasından olağanüstü bir ustalık sızıyor oysa: Tadına doyum olmaz ironisiyle mi yalnızca, hayır: Şair yazmıyor artık şiirini (sanki), şiir gelip kendini yazdırıyor. Onca duruluğu, saflığı mı yadırgıyorlardı acaba? Yeğinleştirmenin yerini arıtmanın alması düş kırıklığı mı yaratmıştı? Ayak değiştiren şair, yüksek dozlu bir içgereksinmeden hareket eder. Onu oraya bir aşama taşımıştır. Yapayalnız kalmayı, bırakılmayı göze almıştır. Sadık okuru da yaralayacaktır onu. Aynı durumun, Char’daki basamak atlama evresinde de yaşandığını biliyoruz. Mounin’in, dahası Bosquet’nin şairin artık çelik çomak oynadığı yolundaki yorumlarına şimdi dönüp bakalım: Retour Amont’dan başlayarak ağır bir yıpratma stratejisi geliştirenlere gereken yanıtı bugün o şiirler, sonrakiler veriyor. Paralel okur, en tehlikelisidir. Değişimi, gelişimi genellikle iri tepkilerle göğüsler, şairi, hem de el üstünde tuttuğu şairi bir kitabıyla, bir dönemiyle kilitlemeye nasıl yatkındır. "Bir daha o doruk noktasına erişemedi" derken, rakım hesabını tek kendisinin yapabildiğinden, yapabileceğinden neredeyse şüphe duymaz. Doğrusu, şairin paralel okura, onu baştan beri izlediği için ayrıcalık statüsü isteyen çağdaşına teslim olmaması. Şiiri alıştığı yatağa çekmesi doğaldır. Bekleyin: Sonra başka okurlar gelir. Montale’nin güzergâhı da değişmiş, 60’ından sonra. O güne dek çok sayıda çeviriye imza atmışken (Billy Budd’dan Steinbeck’e özellikle Amerikan yazını), birden, oldukça yüksek tempoda, gazete yazarlığına soyunur. Corriera della Serra’da röportajlar, söyleşiler, makaleler, öyküler (Dinard Kelebeği nefistir), müzik eleştirileri. Yedisekiz yılda yaklaşık 900 metin çıkmış kaleminden. Gençliğindeki tutuk, kabız adamdan eser kalmamış olgunluğunda. Şiir çizgisindeki kırılmada bunun payı ne kadardı? * 16 Mart 2007 günü René Char’ın şiiri etrafında sahne alacağız; İstanbul'dan bir selam. Genişçe bir bölüğünü okuduğum biyografisini yeniden elden geçiriyor, bazı bölümleri dikkatle okuyorum. Bu vesileyle şiirlere de döndüm, özlemişim Char’ı. Le Marteau Sans Maitre 50 yılda 9500 nüsha satmış. Fureur et Mystère 35 yılda 17500 adet. İnanılası gelmiyor şimdi bakınca. 1978’de Gallimard’ın CepŞiir dizisine geçince yaygınlık gelmiş: 5 yıl içinde 76600 adet satılmış Commune Présence. 1983’te Pléiade’da yayımlanan Bütün Şiirleri birkaç ayda 12 bin alıcıya ulaşmış. Char bile, hem de şairi taçlandırmakla övünen Fransa’da, bunca geç okura ulaşabildiyse, nerede, hangi şair, gerçek şair fazlasını bekleyebilir (di)? Ne hayat ama! Dingin, uzak durmuş bir figür izlenimi bırakan adam hiddet, taşkınlık, coşku doluymuş. Karmaşık aşklar, kopmalarla ilerleyen dostluklar, çevresinden eksik olmayan ateş böcekleri. L’IslesurSorgue’dan hızla geçmiştim; yarım gün vaktim vardı. Bir gün köpeği Tigron’u gömdüğü noktadan geçsin yolum isterim. Üzerimde güçlü etki bırakan şairlerin başında geliyor Char. Kelimenin arkasına yürümeyi ondan, Rilke’den öğrendim. İyi okurun ışık dilini değiştiren bir yanı vardır. Gecenin içinden geçersiniz orada. Sesler size yumuşak darbelerle çarpar. Kendi sözleriyle: "Çatıda bir kapı"dır. * "Şairin en önemli yanı bilge yanı değil hayvan yanıdır" cümlesi, İhsan Yılmaz’la yaptığım bir söyleşinin sonunda ağzımdan çıkmıştı: Gösteri dergisi, söyleşiyi yayımlarken (2000) onu hem başlığa, hem kapağa çektiydi. Dağlarca’nın İçimdeki Şiir Hayvanı çıkınca pek bir gönendim. Başka Yollar’da, ona şöyle yaklaşmıştım: "Şiir bazı durumlarda hayvansa, o tanımlanması güç hayvanın Dağlarca’nın çekirdeğinde yaşadığını düşünüyorum". Yıllar sonra, bu buluşma, bu çakışma ondandır içimde ürperme de yarattı. Dağlarca’nın şiir hayvanı yakıştırmasını benden çekip aldığını mı söylemeye çalışıyorum? Hayır: Dağlarca’nın yazdıklarımı okuduğunu sanmıyorum (ayrıca, kimseyi okuduğunu sanmıyorum), farklı kaynaklardan doğmuş olsa bile İmge, ikimize de sokulmuş; duygulanmamın nedeni bu. Char okurken, bir kol daha çıktı önüme: Blanchot’nun olağanüstü metni Lascaux Hayvanı, onun "Adıkoyulamaz Hayvan"ı üzerinedir. (Özdemir İnce, "hayvan" yerine "canavar" demiş o şiiri çevirirken; nedenini anlayamadım: Lascaux mağarasındaki hayvan figürleri gündelik yaşamdan alınmıştır, "canavar" kategorisine hiçbiri sokulamaz.) Blanchot, Herakleitos üzerinden sokulur Char’ın şiirine; oraculum geleneğine gönderme yaparak, bir şey söylemeyen ama bir şeyi gösteren şiiri kadim zamanlardan da ötesine bağlar. Lascaux’daki "adlandırılamaz hayvan"ı Char’ın şiirle, şiiriyle, Felsefe’nin içinden doğduğu Şiir’le özdeşleştirdiği söylenebilir mi? "Ana" olduğuna, doğurmak üzere olduğuna da bakarak? En iyisi, Dağlarca’yla Char’ı, bu iki şiir üzerinden iç içe okumak Ege Denizi’nde Titanik!.. ew York’un 24. Caddesi’nde bulunan bir apartman dairesinde, otuz altı yaşındaki yazar bir aşk öyküsünü anlatan kitabının trajik sonuna gelir: “Gözcü haykırdı: Buzdağı! Birinci subay, kaptana haber verdi ve derhal makine dairesine tornistan, yani geri git emri verildi. Fakat dev gemi durmuyordu, hızını kesmesi için zaman lazımdı ve sisler arasında görünen buzdağı yaklaşıyordu. Aşağıdan ise orkestranın ve eğlenen insanların sesleri duyuluyordu. Sonra, buzdağı gemiye ulaştı, bu arada gemi ters çalışan pervanelerin gayretiyle yan dönmüştü ama yetersizdi ve kaptanla yardımcılarının çaresiz bakışları arasında buzdağı Titan’ın sağ tarafına çarptı. Darbe hafifti, hatta pek hissedilmedi.. kaptan o anda ucuz atlattık diye düşünüyordu. Ama birkaç dakika sonra gemi birden yan yattı, buzdağı asıl yarayı su kesiminin altında açmıştı.. yara öldürücüydü; çünkü uğursuz buzdağı Titan’ın bordasını jilet gibi keserek, parçalamıştı.” Yayımlanan kitap okur tarafından ilgi görmez. Başarısız bir yazar olan Morgan Robertson bunalıma girerek psikolojik tedavi görür. Kitabın adını da zaten Futility, yani “Boşyere” koymuştur. Robertson, kitabın yayımlanmasından on altı yıl sonra, bir otel odasında geçirdiği kalp krizi sonucu ölür. Morgan Robertson’u, Titanik’ten etkilenen bir yazar sanmayın. Buzdağına çarparak batan Titan adlı dev gemiyi anlatan kitabı 1898 yılında yayımlanmıştır. Yani, Titanik’in batışından on dört yıl önce!.. Ne gariptir ki, Robertson’un kitabında, 248 metre uzunluğundaki üç pervaneli gemi Southampton limanından yola çıkar. 252 metre uzunluğundaki üç pervaneli Titanik de aynı limandan okyanusa açılır!.. Sancak tarafından buzdağına çarpan Futility’deki gemide 24 filika bulunmaktadır ve 1500 yolcu boğularak ölür. Titanik de sancak tarafından buzdağına çarpar. İnsanların 22 filikaya koşuştuğu gemide 1513 insan gömülür sulara!.. Üstelik, Robertson’un kitabındaki gemi de Titanik gibi Kuzey Atlantik’te, New Foundland yakınlarında batar! N EMŞİRENİN İNANILMAZ ÖYKÜSÜ Titanik’in battığını öğrendiğinde Robertson’un yüzünü merak ediyorum doğrusu. Ama, tepkisini daha çok merak ettiğim biri var: William T. Stead!.. 1892 yılında yazdığı bir öyküde buzda H ğına çarparak batan bir gemiyi anlatan Stead, kendisini de hikâyenin içine katar. Yazarın kurtulanlar arasında olduğu öyküde batan geminin adı Titanik’tir. Ama asıl gariplik bu değildir. Öyküden yirmi yıl sonra batan Titanik’te boğularak ölen yolculardan biri de William T. Stead’dir!.. Hemşire Violet Jessop’un öyküsü de oldukça çarpıcıdır. Titanik’ten kurtulan ve “Hawke” adlı gemiyle çarpışan Olympic’ten de sağ çıkmayı başaran hemşire Jessop, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla hastane gemisine dönüştürülen Britannic’te görev alır. Titanik’in kızkardeşi olarak adlandırılan Britannic dört bacalı bir gemidir. 1916 yılının 21 Kasım günü, Ege Denizi’ndeki Yunan adalarından biri olan Kea açıklarında seyreden Britannic saat 08.12’de, bir Alman denizaltı tarafından döşenen mayına çarpar. Gemide devriye değiştirme saati olduğundan su geçirmez bölmelerin hepsi de açıktır. Kaptan Charles Bartlett derhal kapakların kapatılmasını emreder. Titanik’te olduğu gibi 5 ve 6 no’lu kazan dairelerini ayıran kapak çalışmaz ve su hızla içeri girmeye başlar. Kaptan Bartlett sancak tarafına doğru yatmakta olan gemiyi karaya oturtarak kurtaracağını sanıp “tam yol” emri verir. Hayatının hatasını yaptığını anladığında ise çok geç kalınmıştır. Ön tarafı paramparça olan gemiden içeri suların doluşuyla batış anı kısalır. E ve F güvertelerinin su altında kalışı ve pencerelerin açık oluşu da suyun içeri girişini hızlandırır. Kaptan Bartlett “S.O.S.” sinyali vermeyi ihmal etmez. Gemiyi boşaltma işlemi Binbaşı Harold Pristly’in yönetiminde son derece düzenli yürütülür. Mudors’a üç bin yaralı almaya giden gemi kalabalık da değildir zaten. Kazadan kurtulan Rahip Fileming, geminin Titanik gibi dik duruma geldiğini, sonra hızla battığını anlatmış olsa da buna olanak yoktur. Çünkü Britannic’in battığı yerin derinliği, uzunluğunun yarısı kadar bile değildir! Britannic, Kaptan Bartlett’in emriyle Kea adasına doğru hızla yol alırken iki filika izinsiz olarak ayrılır gemiden. Hareket halindeki pervanelerin oluşturduğu girdabın filikaları kendine doğru çekerek yutması uzun sürmez. Filikaların birinde hemşire Pristley de vardır. Girdabın filikayı yutacağını anlayan hemşire denize atlar tereddüt etmeden. Parçalanan filikadan kopan bir tahtanın başına çarpmasıyla da kendinden geçer. Ama, bir el onu yakalayarak suyun üstüne çeker. İblisname/ İnan Çetin/ Can Yayınları/ 250 s. Kendisini terk eden karısını bulmak umuduyla gizemli K. Kentine gelen Emir, eski zamanlardan çıkıp gelmiş insanlarla, bu insanların birbirlerine anlata anlata bitiremedikleri esrarengiz hikâyelerle çevrelenmiş bir evde bulur kendini... Kentlilerin Merhamet Evi dedikleri bu gizemli yer bir çeşit düşkünler evidir. Burada ruhlarını sağaltmaya çalışan insanlar, birbirlerine gördükleri şiddeti, savaşı, ülkenin her yanına yayılmış çürümeyi, ölümleri, intiharları anlatırlar. Ama tuhaf bir biçimde, anlatılan her hikâye onları Âdem ile Havva’ya, onları yoldan çıkaran şeytana ve bu şeytanın akılların alamayacağı kadar uzun ömrüne ve itibarına götürür… Lübnan’daki İran Hizbullah/ Yıldırım Boran/ Siyah Beyaz Basım Yayın/ 320 s. İsrail 24 yıl aradan sonra 12 Temmuz 2006'da yine Lübnan'ı işgale girişti. Bu kez Hizbullah militanlarını bahane ederek günlerce başkent Beyrut'u bombaladı. Bu arada Lübnan'da gösterdiği direnişle hem İsrail'in 'yenilmez' olduğu düşüncesini yıkan hem de Ortadoğu'da popüler olan Hizbullah ve lideri Seyyid Hasan Nasrallah, Şiilerin yanı sıra Sünni İslam dünyasında da büyük prestij kazandı. Peki kimdi Seyyid Hasan Nasrallah? Hizbullah neydi? İlkel Toplumlarda Mistik Deneyim ve Simgeler/ Lucien Lévy Bruhl/Çeviren: Oğuz Adanır/ DoğuBatı Yayınları/ 252 s. “İlkellerdeki simgeler ve mistik deneyimi onların zihinsel yapılarından yola çıkarak açıklamaya çalışıyorum. Burada sorulan soru şudur: Bu simgeler ve bu deneyime özgü belli başlı özellikler hangileridir ve bu sorunun yanıtını ilkellerin zihinsel yönlendirilmesi ve zihinsel farklılıkları doğrultusunda mı aramak gerekmektedir? Pek çok karışıklığa yol açmış olan ‘ilkeller’ ve ‘mistik’ gibi iki terimi burada da kullanmayı sürdürüyorum. Bir kez daha bu konudaki anlam karmaşasından kaçmaya çalışacağım” diyor Lucien LévyBruhl. Tereza Batista/ Jorge Amado/ Çeviren: Müntekim Ökmen, Seçkin Selvi/ Can Yayınları/ 514 s. Amado, Tereza Batista’da, yoksulluk ve köleliğin acımasız dünyasından kölecilere, zorba soylulara başkaldıran, koca bir fahişeler ordusunu savaşa karşı greve götüren bir kadının başından geçenleri dile getiriyor. Brezilya’nın Bahia bölgesindeki yoksulların yaşamını şiirsel bir dille romanlaştıran Jorge Amado, yalnızca ressamlar ve şairlere değil, denizcilere de esin kaynağı olan bir kadının öyküsünü anlatıyor. Cahillerin yol göstereni, güçlülerin boyun eğmez sevgilisi, ezilenlerin savunucusu, güzeller güzeli Tereza’nın serüvenleri... Matmazel Ayşe/ Anne Soprani/ Çeviren: İsmet Birkan/ İmge Kitabevi/ 352 s. 1698 yılında, İstanbul’daki Fransa sefiri Charles de Ferriol bir konakta gördüğü küçük Çerkez kızını satın alıp yetiştirmek üzere Paris’e getirir. Güzel ve ince ruhlu bir kız olan Ayşe, Naiplik Dönemi Fransasının serbest fikirli ve gevşek ahlaklı yüksek sosyetesi tarafından benimsenir; Fontenelle, Rousseau, Voltaire gibi büyük fikir ve edebiyat adamlarıyla, Madam de Parabère, Madam du Deffand, Madam de Tencin, Duras Düşesi gibi döneme damgalarını vuran entelektüel saray ve salon kadınlarıyla tanışıp dostluklar kurar; balo ve tiyatrolarda, en saygın salonlarda yıldız gibi parlar; kıskançlık ve entrikalara konu olur. "Çerkez ellerinden gelen bir peri" olarak tanınan Ayşe, yabancı diyarlardan gelmiş bir kadın olarak Batılıların Doğu’ya ait fantazilerinin simgesi haline gelir. Onu cariyesi yapmak üzere satın alan vasisisin bu "hakkı"nı yürürlüğe koyma isteği ve şövalye d’Aydie’ye duyduğu aşk arasında kalan Ayşe, zengin ve duyarlı bir iç dünyaya sahip olmasına rağmen, devrin kadına biçtiği konumun mahkumu olur… Romantik Bir Viyana Yazı/ Adalet Ağaoğlu/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 204 s. Evlenmeye fırsat bulamamış, kendini kaptırdığı dersleriyle öğrencilerinin "hayalci hoca" lakabını taktığı tarih öğretmeni Kamil Kaya kişiliğinde, "tarih ve bugün" ya da "anlatılan ve hayat" sarkacında salınan bu roman, Kaya'nın emekliliğinde hep görmek istediği Viyana'da bir anlamda hep ıskaladığı hayatın kuşatmasına uğrayışına da odaklanıyor... Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Adalet Ağaoğlu’nun "Hayır…" adlı yapıtını da okuyucuya sundu. "Hayır…", Ağaoğlu’nun "Dar Zamanlar" adlı roman dizisinin üçüncü kitabı. Kitapta, bir yandan Aysel Dereli'nin çalışmalarıyla hak kazandığı yaşamboyu onur ödülüne hazırlandığı geceden yola çıkarak, hem kendi hem de ülkenin 1980 darbesi ve sonrasındaki yakın geçmişiyle hesaplaşması; diğer yandan da devamını özlettiren ipuçlarıyla "gelecek" yer alıyor. Kaçırılan çiniler Paris’te kapışıldı Özgen ACAR ANKARA Topkapı Has Oda’dan, Eyüpsultan Camii ve Türbesi’nin duvarlarından sökülen 1617. yy İznik çinilerinin, öngörülen değerlerin altı katı fiyatına Paris’teki bir müzayedede kapışılmasına Kültür ve Turizm ile Dışişleri bakanlıklarının yanı sıra Vakıflar Genel Müdürlüğü de seyirci kaldı. Christie’s müzayedesinde, tekli, ikili, dörtlü parçalar halinde 25 kadar İznik çinilerinden 1570 yapımı birine 12 bin Avro (yaklaşık 22 bin 500 YTL) verilmesi beklenirken çekişmeli bir satış sonrasında beklenen fiyatın altı katına, 75 bin 600 Avro’ya (yaklaşık 144 bin YTL) satıldı. Öteki parçalar da 45 katı değerlere, örneğin bir ikili 60 bin, bir tekli 46 bin, bir çerçeve parçası 46 bin, bir ikili 31 bin Avro’ya satıldı. Bu arada, 12 bin Avro verilmesi beklenen kavuk biçimindeki 18. yüzyılda yapılmış mermerden bir mezar taşı başı da 53 bin Avro’ya alıcı buldu.. Topkapı Has Oda ve Eyüpsultan Camii’nin duvarlarından sökülen eserlerin Paris’te satılmasına Türk yetkililer izleyici kaldı. Çoğunluğu III. Murat döneminde yapılmış bu çinilerin yasadışılık kapsamına girdiğini duyurmuştuk. Buna karşın AKP hükümetinin Kültür ve Turizm ile Dışişleri bakanlıkları ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün müzayedeye seyirci kalmaları, satışı durdurmamaları düşündürücü...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle