06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

21 ARALIK 2007 CUMA kültür LONDRA’DAN Osman Engin, “Don Osman”dan sonra şimdi de yeni bir polisiye romanla okur karşısında C 15 ‘Ölüler Döner Yemez!’ İmdat ULUSOY BREMEN Alman medyası ona “Anadolu’nun Ephraim Kishon’u” diyor. Kitaplarını okumaya başlayanlar veya okuma akşamlarında onu dinleyenler, daha ilk cümlelerinde katıla katıla gülmeye başlıyorlar. 1960 İzmirDikili doğumlu olan Osman Engin, 12 yaşında geldi Almanya’ya ve sosyal pedagoji öğrenimi gördü. 25 yıldan beri “Frankfurter Rundschau”, “taz”, “Titanic” gibi çeşitli dergi ve gazetelerde gülmece öyküleri yayımlandı. Avrupa’nın birçok ülkesindeki ders kitaplarına alındı öyküleri. Bir ara Bavyera’da okuma yapması bile yasaklandı. 2002’den bu yana “Funkhaus Europa” radyosunda her hafta kısa gülmece öykülerini sunuyor. ARD’nin 2006 yılı “Medya Ödülü”nü aldı. Kitaplarını Almanca yazıyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinden kadın haklarına kadar birçok konuda kalem oynatan Osman Engin, sadece yazmakla kalmıyor, aynı zamanda ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı okullardaki projeleri aktif olarak da destekliyor. En son Türkiye’deki Ilısu Barajı’nın yapımına karşı düzenlenen protestolarda yer aldı ve Hasankeyf’in tarihsel dokusunun yok edilmesine parasal destek veren bir bankanın önünde imza toplayıp gelenleri bilgilendirerek eyleme katıldı. Osman Engin, sorularımızı yanıtladı. CUMHURİYET Noel öncesi haftalar, Almanya’nın birçok kentinde ve özellikle de okullarda adeta Osman Engin’le okuma günleri zamanıdır. Hemen her yıl aynı zamanda yoğun bir programınız oluyor. Sizinle görüşmek neredeyse olanaksız. OSMAN ENGİN Son zamanlarda yılda iki kitap çıkarıyorum. Biri yaza doğru, ikincisi Noel’e doğru oluyor. Elbette tanıtım okumaları da bu zamanda oluyor. Geçen sene “Getürkte Weihnacht” kitabım çıkmıştı ve okumalarda ondan bölümler okumuştum; bu sene polisiye bir roman olan “Tote essen keinen Döner”den (Ölüler Döner Yemez) kitabımdan bölümler okuyorum. Bu kez bir polisiye roman ile çıkıyorsunuz okuyucunun karşısına . Neden bir polisiye roman? Uzun zamandır mizahi bir polisiye roman yazmak istiyordum. Almanya’da okullarda çok okumalar yaptığım için, romanın konusunu “aşırı sağcılar” olarak seçtim. Gençlere Almanca aşırı sağcılığın çok berbat bir olay olduğunu anlatmak istedim. Mizah yaşamınız nasıl başladı ? lak kafalar, mizah oklarınıza karşı eyleme geçmiyor mu? Bütün Almanya’dan birçok anne ve babadan mektuplar, emailler alıyorum. Anne ve babalar, çocuklarının okuma alışkanlıklarının benim kitaplarımla geliştiğini belirterek teşekkür ediyor. Yaptığım okumalarda çok ilginç olaylarla karşılaşıyorum. Örneğin bir süre önce Dormagen’de bir okumam vardı ve bir okuyucu beni dinlemek için Hollanda’dan kalkıp trenle gelmişti. Çok sevindim elbette. Yerli ve yabancı kökenli izleyicileriniz ve okurlarınızı, “abartarak acımasızca eleştiren yazın dalı olarak” mizahınızla hangi noktada buluşturuyorsunuz ? Hepsini gülmede birleştiriyorum. Geçen ay Saksonya eyaletinde Dresden Meclisi’nde okumam vardı. Bu Dresden Meclisi’nde aşırı sağcı olan NPD de var. Okuma boyunca NPD’liler benim hikayelerime hiç gülmediler. Aşırı sağcıların birçok eksikliklerinin yanında, mizah anlayışlarının da olmadığını böylece bir kez daha fark ettim. 2008 yılındaki Frankfurt Kitap Fuarı’nda biliyorsunuz Türkiye “Konuk Ülke” olarak yer alacak ve Türk edebiyatının tanınması için çok büyük bir fırsat ve olanak olarak görülüyor. Almanya’da yaşayan ve yazan yazarlardan birisi olarak sizin bu bağlamda beklentileriniz var mı? Benim son sekiz kitabımın yayınlandığı “dtv” adlı yayınevi gelecek yılki bu fuar için, benden özel bir kitap istedi, Türkiye konuk ülke olduğu için. Şimdi onun hazırlığı içindeyiz. Mizahın günümüz insanın yaşamındaki yeri ve önemi nedir sizce? Mizah günümüz insanının yaşamında da şimdiye kadar olduğu gibi önemini koruyor bence. Bunu sürekli okumalarımda görüyorum. Peki, Alman izleyici ile göçmen kökenli izleyicinin mizahla ilgili farklı bir gülme ve algılama anlayışı mı var? Türkler ve Almanlar aynı oranda gülüyorlar. Fakat Türkler hikayelerimde kendilerini biraz daha fazla buldukları için daha çok tat alıyorlar gibime geliyor. “Tam benim demek istediklerimi yazıyorsun” diyorlar bana sürekli. Önümüzdeki döneme ilişkin yeni projeleriniz neler? Bugünlerde bir dinleme kitabım çıktı. Ve yeni yılda beş kitabımın daha dinleme kitapları çıkacak. Bir de tiyatro hazırlığı içindeyiz. Ayrıca, biraz önce de belirttiğim gibi, Frankfurt Kitap Fuarı için de bir kitap yazıyorum. Mozole’nin Önünde... MUSTAFA K. ERDEMOL Gülmece ustamız Aziz Nesin’le “gülmeceye dayalı bir akrabalığınız veya dostluğunuz” oldu mu? Çocukluğumda ve gençliğimde Aziz Nesin’in bütün kitaplarını okudum. Karakter olarak da biraz esprili olduğum için herhalde mizaha yöneldim. Arkadaşlarım sürekli “Ne zaman espri yapıyorsun ne zaman ciddisin anlamıyoruz” diyorlar. Fakat Alman basını beni sürekli İsrailli Yazar Ephraim Kishon ile kıyaslıyor. Bugüne dek hangi kitaplarınız çıktı, hangi ödülleri aldınız, karşılaştığınız sorunlar nelerdi? 25 senedir hikayelerim birçok dergi ve gazetelerde yayınlanıyor. 6 senedir her hafta radyoda, bir de radyo kanalı “Funkhaus Europa”da yayımlanıyor. Üç tane roman ve on tane öykü kitabi yazdım. 2006’da “ARD Medienpreis” adlı ödülü, radyoda yayımlanan hikayem “Ich bin Papst” için aldım. Bu hikaye aynı zamanda “WestÖstliches Sofa” kitabımın da ilk öyküsüdür. Yaptığım okumalara, diyelim 100 kişi geliyorsa bunların en fazla 10’u Türk’tür. Ben bunu halkımızın genel olarak fazla kitap okumamasına bağlıyorum. Almanya’da yazdıklarınızla ilgili olarak başınızın ağrıdığı oldu mu ? Bir kere Bavyera’da bir okulda okuma yapmam yasaklandı. Arada sırada espriden yoksun insanlar hikayelerimi tam anlayamıyorlar. Fakat genel olarak okuyucular çok memnun ayrılıyorlar okumalarımdan. Okullardaki okumalara ücret bile almadan katılıyorsunuz, bunun yanında “Irkçılıktan Arındırılmış Okullar” projesini destekleyip bazı okullardaki projenin himayesini de üstlendiniz. Irkçı ve yabancı düşmanı kimi daz Roman Ödülü Oktay Anar’ın Mine ÖZGÜR KASTAMONU Kastamonu Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir programla Oğuz Atay anıldı. Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde doğan yazarın anısına düzenlenmiş olan 1. Oğuz Atay Roman Ödülü’ne Oktay Anar değer görülmüştü. Oktay Anar, törene gelmediği için onun adına ödülü editörü aldı. Kastamonu Valisi Nurullah Çakır, Vali Yardımcısı Nurettin Ateş, Kastamonu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Bahri Gökçebay, İl Emniyet Müdürü Yusuf Albayrak, İl Kültür Müdürü Ziver Kaplan, Milli Eğitim Müdürü Nihat Tarakçı, Prof. Dr. Saime İnal Savi’nin yer aldığı programda Oğuz Atay’ın kızı Özge Atay Canbek de konuklar arasındaydı. İl Kültür Turizm Müdürü Ziver Kaplan’ın açılış konuşmasının ardından TRT tarafından hazırlanmış olan “Hayat Bir Oyundur” adlı Oğuz Atay belgeseli izlendi. Turhan Günay’ın onur konuğu olduğu programda Oğuz Atay ile ilgili bir panele de yer verildi. Ahmet Telli’nin başkanlık yaptığı panelde Turhan Günay, Özge Atay Canbek, Necmiye Alpay, Betül Tarıman konuşma yaptı. Panelin ikinci oturumunda Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü doktora öğrencileri Emrah Pelvanoğlu, Alphan Akgül, Mehmet Fatih Uslu ve Nilay Özer görüşlerini açıkladılar. Ödül töreni ve panelistlere plaket sunulmasıyla program son buldu. ittikçe gelişen muhalefetin de baskısıyla elbette, ülkenin bir anayasa ile yönetilmesine razı olmuş görünen dönemin Rus Çarı, benzeri güç sahiplerinin kendi halkları hakkında düşündükleri gibi, Rus halkının da demokrasiden haberi olmadığı için anayasayla ilgilenmeyeceklerine inanmıştır. O zamana kadar, çarlarını ülkenin tek sahibi bilen, ağzından çıkan her sözü kanun kabul eden Rus köylüsünün durumu anımsanırsa, çar pek de haksız sayılmazdı. Her düşünceden eylem adamının cirit attığı, fikirlerin birbirine karıştığı bir siyasal ortamda, kulaklarına çalınan “anayasa” sözcüğünü, hem de uzun bir süre, çarın karılarından birinin adı sanmıştır Rus köylüsü. Anlaşılabilir bir durumdur bu. Bizde de tek parti döneminde “demokrasiye” inanmışlıklarını vurgulamak için kurdukları partiye “demokrat” adını verenler, benzeri bir durumla karşılaştılar. Kelime öylesine yabancıdır ki, kendilerine demokrasi götürülmek istenen Anadolu köylüsü, doğru dürüst telaffuz bile edememektir. Söyleyiş zorluğundan elbette, “demokrat”sözcüğü, “demir kırat”a dönüşüverir hemen. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası kapatılan Demokrat Parti’nin devamı niteliğindeki Adalet Partisi’nin sembolünün “kır at” oluşu bundandır, hayli akıllıca bir buluştur da. Rus çarının anayasanın halk tarafından anlaşılması konusunda çaba göstermemiş oluşu, meşrebine uygundur. Çok değil, bir süre sonra aynı çar, ülkenin en modern ulaşım aracı olarak ülkeye getirdiği trenden korktuğunu gördüğü Rus köylüsünün ayağını alıştırmak için çareyi eğlencede bulur. Tüm tren istasyonlarında konserler düzenleyerek, köylünün ayağını trene alıştırmaktır niyeti. Öyle ki, kışlık sarayının bulunduğu köyün istasyonunda konser vermesi için ünlü müzik adamı Strauss’la bile anlaşır. O gün bugündür, Ruslar, Rusça’da, artık gerçek anlamını da unuttukları, “müzik yeri” anlamına gelen kelimeyi, istasyon için kullanmaktadırlar. ??? Anayasayı, çarın karılarından birinin adı sanmayı ne kadar sürdürdü Rus köylüsü bilemem. Ama ilginç olan, onu, çarın herhangi bir şeyi sanmasıdır. Bu sanma, başka topluluklarda da görüldü. Her şey, her yerde güç sahibinindir. İngiliz krallarının, özellikle İskoçya’da, evlenen geline ilk gece sahip olma geleneği çok uzun sürdü. Kralın her yer G leşim biriminde evlenmiş yeni gelinle gerdeğe girecek hali olmadığından, o yöredeki yetkilisi yapardı bu işi. Kral değil mi, toprağın da, üstündekilerin de sahibi odur. Uzun süre itiraz eden olmamıştır bu duruma. Daha garibi, kimi kral, pek de insani olmadığını düşündüğü için kendisine, yine krallığı tarafından verilmiş bu “ilk gece hakkı”nı kullanmayınca, kralın kendilerini artık sevmediğini düşünen topluluklar bile olmuştur. İngiltere’de genç kızların bekaretlerinin de gerçek sahibi nasıl İngiliz hükümdarıysa, Rusya’da anayasanın sahibi de çardır. Üzerinde emeğini harcadığı toprağın “babası” kral ya da çarın kulu olmak, Allah’ın kulu olmaktan çok daha somut bir şeydir. Engizisyon döneminde, dinden saptığı gerekçesiyle ateşte yakılan zavallı Hıristiyan’ın başında bulunan papazlar, kurbana, kendilerinden af dilemesini telkin ederlerdi. Zaten yakarak korkunç bir zulümle öldürdükleri yoksul Hıristiyan’ın imanından da onlar sorumluydu çünkü. Hükümdarı da, din adamı da, yoksul iman sahibinin ensesinde boza pişirmişlerdir adeta. Bizim Deli, Rusların Büyük dedikleri Çar Petro’nun takıntısı da denizcilikti. Sahibi olduğu ondört meslek arasında kaptanlık da vardır, malum. Keyif onun değil mi, millet denizciliğe alışsın diye, yine paşa gönlü için kurduğu St. Petersburg’da, semtleri birbirine bağlayan nehirler arasında köprü yapılmasını yasak etmişti. Tüm St. Petersburg halkının denizci olamayacağını kafası aldığında yapılabildi, St. Petersburg’un muhteşem köprüleri. Denizcilere, kendisi çok sevdiğinden, tütüne alışsınlar diye pipo içme zorunluluğu getiren de odur. ??? Ziyaret ettiğim mozolesinde, özel tabutunun içinde uzanmış bulunan çağın en büyük devrimcisi Lenin’e bakarken bunlardı aklıma gelen. Yaptıkları iyidir, kötüdür, meraklısıyla tartışırım. Ama, Ruslar, anayasanın çarın karılarından birinin adı olmadığını Lenin’den öğrendiler. Zamanına göre hiç de yabana atılacak bir öğrenme değildi bu. “Acaba neler yazmıştı” diye Rusya’da kitaplarının baskı üstüne baskı yapmasının bir nedeni olmalı. Bir dahaki Rusya gezimde sorar, soruşturur öğrenirim. Söz. [email protected] Dünyanın en küçük piyanosu Çeviri Servisi Ünlü Japon piyanist ikilisi Yoşiko Wada ve Maiko İçiyanagi Tokyo’da kısa bir Noel ve yeni yıl konseri verdi. Ancak konser verdikleri piyano her zaman alıştıkları kuyruklu piyanolardan değildi. Ülkenin tanınmış oyuncak firmalarından Sega, önceki gün başkent Tokyo’da tanıtımını yaptığı, 88 tuşu olan yeni ürünün dünyanın en küçük piyanosu olduğunu açıkladı. Her ne kadar biraz zorlansalar da ünlü ikili dört elle bu kadar küçük bir piyanoda konser veren ilk sanatçılar oldu! (Fotoğraf: AFP) 12 Avrupa Birliği ülkesi ile birlikte Türkiye ve İsviçre Belgesel Sinema Birlikleri Paris’te toplandı Belgesel sinema tehlikede Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 14 ülkenin belgesel sinemacılarının katıldığı dört gün süren oturumlarda belgesel filmin geleceği tartışıldı. Kültür Servisi Avrupa ülkelerinin belgesel sinemacılar birlikleri Paris’te toplandı. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 14 ülkenin belgesel sinemacılarının katıldığı, dört gün süren oturumlarda belgesel filmin geleceği tartışıldı. “Tour d’Europe” adlı etkinliğe Fransa, Almanya, Avusturya, Belçika, İngiltere, İtalya, Hollanda, Portekiz, Çek Cumhuriyeti, İsviçre, Türkiye, İspanya ve Slovakya’dan katılım oldu; ülkemizi de Belgesel Sinemacılar Birliği temsil etti. Yayımlanan ortak bildiride ise “Dört gün süren oturumlar sonunda açıkça belirmiştir ki, ülkelerin üretim koşulları önemli farklılıklar gösterse de, sorunlarımız ve amaçlarımız aynıdır. Film festivallerinde, bazı sinema perdelerinde ve az sayıda televizyon kanalında görülebileceği gibi belgesel sinema alanında çok canlı, muazzam bir yaratıcılık bulunmasına rağmen bu türün sürdürülebilme olanakları düzenli olarak azalmaktadır’’ görüşüne yer veriliyor. Belgesel sinemaya olumsuz etki eden unsurlar tanımlanırken bunlar karşısında hangi amaçlarda birleşileceği de açıklanıyor. Bu amaçlar ise, “Belgesel sinemanın önemi konusunda farkındalığı arttırmak üzere ulusal düzeyde çabalarımızı yoğunlaştırmak’’, “Avrupa ölçeğinde belgesel sinemanın yapımı ve dağıtımının desteklenmesine yönelik lobi çalışmaları düzenlemek’’, ‘’Belgesel sinema eser sahiplerinin haklarını güçlendirmenin ve korumanın yollarını oluşturmayı ve eserlerinin kullanımından elde edecekleri yararları güvence altına almak’’, “Dijital devrimin sonuçlarını yararlı biçimde kullanmanın yollarını bulmak konusunda uluslararası ölçekte işbirliği yapmak’’, “alternatif dağıtım kanalları oluşturmanın olanaklarını araştırmak’’ olarak özetleniyor. Dünya kamuoyuna, “Paris kamuoyunun katılım ve desteğinden de cesaret alarak, toplantıya katılan 14 belgesel sinemacılar birliğinin, çalışmalarını sürdürmeye, bu inisiyatifi daha ileri süreçlere taşımaya ve ortak amaçlarına erişmeye karar verdiği’’ de duyuruluyor. ki Danimarkalı şair tanıdım, ikisi de ülkemizle yakından gönül bağları olan: Biri Henrik Nordbrandt (d. 1945), çağdaş şiirin dünya çapında önde gelen adlarından. Türkiye’ye ve Türkçeye o denli bağlıydı ki, şiirlerinde ülkemizin dağının taşının sesi, kokusu duyulurdu. Bir kitabını Side’ye adamıştı. Toroslar’ın, Ege’nin şairi olmuştu. Ülkemizde yaşıyordu. 90’ların başında Murat Alpar’ın çevirisiyle iki şiir kitabı yayımlanmıştı dilimizde: “Aşk Şiiridir Bütün Şiirler” ve “Ayaklarımın Altına Serdim Dünyayı” (Adam Yayınları). 1993’te Sıvas toplukırımı olduğunda, ben artık bu ülkede yaşayamam diyerek, ülkemizi terk etti. Şiirleriyle, pek çoğumuzdan daha çok Türkiyeli olmuş bu önemli şairin ülkemizi terk edişi hiç yankı bulmamıştı. Ne basın, ne devlet kurumları hiçbir şey olmamış gibi davrandılar. ??? Öteki şair Erik Stinus (d. 1934). Onun Türkiye ile bağları daha farklı. 1951’de daha 17 yaşındayken Berlin’de düzenlenen Dünya Gençlik Festivali’nde Nâzım Hik İ DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Giden ve Kalan met’le tanışmış, ona duyduğu hayranlıkla şiire yönelmiş. Son 15 yıldır, Türkiye ile Danimarka arasında oluşturulan şiir köprüsünün kurucularından. Hemen her yıl ülkemize geliyor. Kendisini Salihli Şiir İkindileri’nden Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ne dek pek çok yerde dinleme olanağı bulduk. Erik Stinus’un yakın dönem şiirlerinden bir seçki “Kışın Bir Ağacın Binde Biri” (Çevirenler: Kemal ÖzerGülşah Özer, Toroslu Kitaplığı) adıyla geçen günlerde yayımlandı. Günümüz dünyasının her noktasına duyarlı bir şairin olgunluk ürünleri yer alıyor bu kitapta. ??? Bana biri giden, biri gelmeyi sürdüren bu iki şairi anımsatan, ünlü besteci ve yorumcumuz Fazıl Say’ın yoğunlaşan gericilik karşısında, kaygılarını ortaya döken sözleri oldu. Bugünün Türkiye’sine bakıp haksız olduğu söylenebilir mi sanatçımızın? Fazıl Say, ülkemizin yetiştirdiği, ünü dünyaya yayılan büyük sanatçı kuşaklarının son temsilcisi. Böyle dünya çapında bir sanatçı, her ülkede el üstünde tutulur. Ama bizim iktidar partisi için ne denli değerli olduğu, yetkili ağızların açıklamalarından ortada. Çünkü Fazıl Say, onların dünyasından değil, sol bir kültürün, dünya görüşünün temsilcisi. Zeynep Oral’ın Cumhuriyet Kitapları arasında yayımlanan “O Güzel İnsanlar” adlı kitabında çağdaş sanatımızın, kültür dünyamı zın birbirinden değerli isimlerinin portrelerini okurken rastlıyorum Fazıl Say’a: “Fazıl Say’ın pusulası toplumsal bilinç... Rotası ise müzikal duyarlılığı... Bunlara eklenmesi gereken bir de insan sevgisi, ülke sevgisi...” “Niğde’deydik. Daha önce Samsun, Edirne, Gaziantep, İstanbul, Ankara, Erzurum, Adana’da yaşanmıştı aynı program... Ertesi günlerde ise Kayseri, Malatya ve Diyarbakır’da yaşanacaktı... Fazıl Say önce öğrencilerle sohbet ediyor, sonra piyano çalıyor, çaldığı parçaları açıklıyor, sonra içlerinden isteyenleri sahneye çağırıyor ve çaldırıyordu.” Fazıl Say’ın değeri de, bir ülke ve toplum için anlamı da ortada. Siyasetçiler bunu anlasalar da, anlamasalar da sonuç değişmez. Sanatçı gün olur, tek başına da mücadelesini sürdürür, yılmaz; ama toplumların da büyük sanatçılarına yaşam ortamları sunmak gibi bir görevleri, sorumlulukları yok mudur? [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle