05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

5 EKİM 2007 CUMA müzik YORUMLAR OSMAN ÇUTSAY u yılki Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı, sözcüğün tam anlamıyla, hatta ondan da fazla “uluslararası” gibi görünüyor. Dünya siyasetindeki yakıcı ısının bir parçası ve ona yönelik bir müdahale... Fuarcıların iradesinden bağımsız bir gelişme bu. Olan biteni kimsenin kötü niyetiyle açıklayamayız. Ne mi? Şu: Malum, İspanya’nın bir kesimi, Katalanlar ve Katalan yazını, bu yıl fuarın onur konuğu. Bu, bu kadarla kalsa elbette sorun değil. Ama arkadan Türkiye geliyor. Gelecek yıl bu etkinlikte başrolü Türkiye ve Türkçe yazın oynayacak. Peki, o zaman ne olacak? İspanya ile Katalanlar arasındaki ilişkinin bir benzeri, çok daha kırıcı ve yıkıcı boyutlarıyla, acaba önümüzdeki yıl ve sonrasında Türkiye ile Kürt yazını arasında sahneye çıkamaz mı? Garantisi mi var, üçbeş yıl sonra veya 10 yıl içinde fuarın onur konuğunun Kürtçe olmamasının? Irak’ın kuzeyindeki fiili devletin tanınma süreci, böyle fuarlara da damgasını vuracaktır, biliyoruz. BarzaniTalabani damgasının Türkiye’yi vuracağı ise kesindir. Ne demek istiyoruz? Bir dilin ve edebiyatının uluslararası fuarlara konuk edilmesi, bu haliyle elbette bizim gibileri rahatsız etmez. Sonuçta, faşist ruhlu cahilleri ciddiye alacak halimiz yok. Elbette Türkiye gibi Türkçe yazın da Türklerin ve Kürtlerin ortak bahçesidir. Sorun orada değil. Sorun, bu tür etkinlikler üzerinden, Türkiye’deki ortak yaşamın torpillenmesi ve cehenneme çevrilmesidir. Yani, resmen, bu bahçenin “tarumar” edileceği zamanlara itiliyoruz. ??? Dünya siyasetindeki ısıya dikkat çektik. Biri, Kosova’dır. Örneğin Kosova’nın İspanya’yı, Fransa’yı, Belçika ve Yunanistan’ı rahatsız etmemesi mümkün değil. Özellikle Tibet nedeniyle endişeli Çin ve başında birçok benzer derdi olan Rusya’nın da reddiyeleri boşuna değildir. Ülkeleri küçültme operasyonları yoğunlaştıkça, tedirginlikler ve bunlara yönelik faşizan tepkiler de yayılıyor. Bazı şeyleri söylemek gerçekten C ‘Kitabi’ Komplo? zor. Ama, söylemek gerekiyor. Bazı şeyleri düşünmek çok zor. Ama düşünmek gerekiyor. Belki başka türlü bir ifade mümkün ve daha kolaydır: Senaryolar önceden okunabiliyor artık; çünkü her şey çok açık oynanıyor. Demek bazı şeyleri söylemek ve hatta düşünmek zor, ama aslında her şey çok kolay her şey ortada. Yaşar Kemal, Cemal Süreya, Ahmet Arif, Yılmaz Güney gibi Türkçenin doruk isimleri... Bu insanlar Türkçemizi doruklara çektiler, acı yüklüydüler: Biliyoruz ki, kulaklarındaki ilk sevgi sözcükleri, korkuları, endişeleri Türkçe değildi. Hizmetleri büyüktür. Tamam. Ama... Ama, geleceğimiz yer farklı. Birkaç yıl içinde Türkiye’ye İspanya’nın Katalan tedirginliği misliyle yaşatılabilir. Bu yolda uluslararası bir etkinlik olarak Frankfurt Kitap Fuarı’nın özel bir rol üstlenmesi, kimse için şaşırtıcı olmayacak. Türkiye, eğer Türkçenin diğer diller üzerindeki koruyucu, kollayıcı ve sevgiyle büyütücü elini gündeme getiremez, içindeki cahil faşistleri, neoliberal imamları ve metropol beslemesi “sol” uşakları etkisizleştiremezse, yani aydınlanmasının olağan sonucu olan gerçek solun programatik ağırlığını gündeme getiremezse, kaderinin kısa sürede Yugoslavya ile Irak arası bir batağa dönüştüğüne tanık olacaktır. Bu sonu engellemek için jakoben aydınımızın her zamankinden daha çok çalışması gerekiyor. Türkiye ve Türkçenin bir “anomali” değil, kardeş halk ve kültürler için de bir toplumsal ve insani kurtuluş aşaması olduğunu ancak jakoben aydın inadımız kanıtlayabilir. Durum, bugün itibariyle, hiç de iç açıcı değildir. Eğer Türkiye sevdalısı bir solun siyasete ve kültüre müdahalesini yaşamazsak, Türklerin ve Kürtlerin hep birlikte tarih olacağını göreceğiz. Bu gidişin, bizim için düzenlenmiş fuarları bile bizi vuran silahlara dönüştürdüğünü görmek zorundayız: İslamcıların elindeki Türkiye’ye Türkizm ve Kürdizm zerk edenler, ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Acıdır. 7 B Özgentürk’ün “Türkiye’nin Hatıra Defteri” belgeselinde yer alacak 13 kısa filminden birini yöneten Zülfü Livaneli, “Yiğidim Aslanım” şarkısını Uğur Mumcu’ya dinlettiği anı anlatıyor. (VEDAT ARIK) Özgentürk’ün ‘Türkiye’nin Hatıra Defteri’ adlı çalışmasında yer alacak kısa filmlerden birinin yönetmenliğini Livaneli yapıyor ‘Yiğidim Aslanım’ burda yatıyor Hatice TUNCER Paris’te 1993 yılındaki bir buluşma, İstanbul’da Balmumcu’da bir evde canlandırılacak… Evde büyük bir telaş var. Genç kızlar, erkekler ellerinde malzemelerle koşturuyor, gazeteciler, fotoğrafçılar, herkes çok yoğun. Çekim için son hazırlıklar yapılıyor. Küçük bir müzik setine bir kaset takılıyor ve Zülfü Livaneli’yle Tülay German’ın düet yaptığı şarkı yayılıyor: “Tepeden tırnağa şiir dilleri/Yiğidim aslanım burda yatıyor...” 25 yıldır acı günlerin yoldaşı olan şarkı, herkesin yüreğine dokunup o telaş arasında sessiz, hüzünlü atmosfer yaratıyor. İİR TADINDA BELGESEL Yazarlığının yanı sıra şiir tadında belgesel filmler çeken Nebil Özgentürk’ün “Türkiye’nin HaLİV ANELİ KIRAÇ Ş KINAY tıra Defteri” adlı çalışmasında yer alacak kısa filmlerden birinin yönetmenliğini Zülfü Livaneli yapıyor. Livaneli, 1993 yılında gerici karanlık güçlerin bombalı saldırıyla katlettiği Uğur Mumcu’yla bir anısını anlatmak istemiş. “Yer Demir Gök Bakır”, “Sis” ve “Şahmaran” filmlerinde yönetmenlik yapan Zülfü Livaneli, yıllar sonra Nebil Özgentürk’ün hatırı için kamera arkasına geçmiş: “Nebil’in Türkiye’nin Hatıra Defteri projesi, hafızasız toplumda en azından bazı anıları diri tutmak için yapılması gereken belgesel bir çalışma. Birçok dostunu, arkadaşını bu proje çerçevesinde bir araya getirdi. Benden de böyle kısa bir film çekmemi istediği zaman tabii ki o dostumu kıramazdım.” Zülfü Livaneli’nin “Sevdalım Hayat” adıyla yazdığı anıları ekim ayında yayımlanacak ama belgesele hangi anısını ekleyeceğini Özgentürk’le uzun uzun konuşmuşlar. Sonunda kendisini çok etkileyen Uğur Mumcu’yla anısını Türkiye’nin Hatıra Defteri’nin sayfalarına eklemeye karar vermiş: “1983 yılıydı. ‘Yol’ filminin müziğini yapmıştım. Yılmaz Güney de Paris’teydi. Onca yıl Stockholm’de kaldıktan sonra İstanbul’a dönmek istiyordum. Paris’te yaşamak istemiyordum ama başka çare de yoktu. Davalar birbirini kovalıyordu, o dönemin sürek avları içinde her aydın, her sanatçı biliyorsunuz çeşitli baskılara uğratıldı.” UMCU ÇOK DUYGULANMIŞTI’ Livaneli, Paris’te Abidin Dino’nun evine yakın bir ev tutar ama sıkıntılıdır. Bomboş evi yeniden kurmak gereklidir: “Abidin Dino, çok sıkıldığımı gördü. ‘Bu eve ısınamadın, se ‘M ni ısıtmak lazım’ dedi. Kendi eliyle seçtiği tabloları yüklendik, eve geldik. Kendisi ışık durumuna göre tabloları astı. O bomboş evin duvarlarına bir anda Türkiye, İstanbul geldi. O eşyasız ev, sahiden ev haline geldi.” O günlerde İtalya’dan Paris’e geçen Uğur Mumcu, Livaneli’yi işte o tablolarla hayat bulan evinde ziyaret eder: “Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Nâzım Hikmet için yazdığı ‘Yiğidim Aslanım’ şiirini yeni bestelemiştim. Tülay German’la beraber bir stüdyoda Günlerimiz albümünü kayıt etmiştim. İlk kez. Uğur Mumcu’ya dinlettim. Çok duygulandı, gözleri yaşardı. ‘Bütün demokrasi şehitlerinin ağıdı olmuş’ dedi. Tam on sene sonra Ankara’da yağmurlu bir günde yüz binlerce kişinin bu ağıdı söyleyerek onu toprağa vermesi benim hayatımda çok acı bir anı.” [email protected] ‘Bir parçam öldü’ Z ülfü Livaneli’nin yönettiği kısa filmde Uğur Mumcu rolünü üstlenen deneyimli oyuncu Güven Kıraç, teknik ekibin son hazırlıklarının tamamlanmasını beklerken oldukça heyecanlıydı: “Çok sevdiğim, çok değer verdiğim, aramızdan ayrılmasından büyük üzüntü duyduğum derin bir insanı oynamanın bana teklif edilmesi büyük bir onurdur benim için. Nebil Özgentürk aradığında yaşadığım gurur duygusu sonra karışmaya başladı.” Kıraç, teklifin ardından Uğur Mumcu’nun kayıtlarını izleyerek konuşma ritmini, tavrını gözlemlemiş. Sanat hayatı boyunca pek çok zor rolün üstesinden gelen oyuncu, konu Uğur Mumcu olunca 4 dakikalık bir film de olsa en iyi şekilde hazırlanmak istemiş: “Şimdiye kadar böyle tarihsel karşılığı olan, yaşamış bir insanı oynamadım. Mukayese edilirsiniz, bu nedenle de bir zorluğu vardır. Çok sevilen efsanevi bir karakter olduğu için Mumcu’yu oynama çabası da ayrıca bir heyecan ayüklüyor insana. Ben de hem yurttaş hem tiyatrocu olarak Uğur Mumcu’ya özel bir sevgim vardı. Makalelerini takip ederdim, ‘Sakıncalı Piyade’ oyununu bilirdim. Öldürüldüğünde benim de bir parçam öldü gibi hissetmiştim.” ivaneli’nin Uğur Mumcu’ya “Yiğidim Aslanım” şarkısını dinlettiği anı konu edinen 4 dakikalık kısa film, Nebil Özgentürk’ün Cumhuriyet tarihini insan öyküleriyle anlattığı “Türkiye’nin Hatıra Defteri” belgeselinde gösterilecek. Livaneli’nin Paris’teki evine benzetmesi üzerine Özgentürk’ün evi eşyalar toplanıp film setine dönüştürülmüş. Mumcu’ya olan büyük saygısı nedeniyle Özgentürk, bu filme hem ayrı bir önem veriyor hem de hikâyeden çok etkileniyor: “Biz de kendimizi araştırmacı sayarsak, Mumcu’nun binde biri dahi olamadığımızı ‘Mumcu’nun binde biri olamayız’ L Yarışmaya katılacak filmler belli oldu ANTALYA (Cumhuriyet Bürosu) 44’üncü Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması’na katılacak filmler belli oldu. Festivalda yarışacak 12 film, Türk sinemasının, yapımcı, yönetmen, senarist, akademisyen ve eleştirmenlerden oluşan seçici kurul tarafından seçildi. Fatih Akın’ın senaristliğini ve yönetmenliğini üstlendiği, Cannes Film Festivali’nde de en iyi senaryo ödülünü alan “Yaşamın Kıyısında” ile Cannes Film Festivali’nde gösterilen Semih Kaptanoğlu’nun senaryosunu yazıp yönettiği “Yumurta”, gizli oylamayla seçilen filmler arasındaki yerini aldı. Barış Pirhasan’ın yönettiği töre, günah, sevap, kadın, erkek ilişkilerini içeren “Adem’in Trenleri”nin yanı sıra Zülfü Livaneli’nin kitabından sinemaya uyarlanan Abdullah Oğuz’un yönettiği “Mutluluk”, farklı kişilikleri tesadüfen bir araya getiren, önce kendileriyle, ardından birbirleriyle iletişim kurmaya zorlayan olayların anlatıldığı Berkun Oya’dan “İyi Seneler Londra” da festivale girmeye hak kazandı. Aydın Sayman’ın yönettiği ve kasabanın genç delisi Jan Jan’ın aşk öyküsünü anlattığı “Jan Jan”, Reis Çelik’in, Alman sığınma sisteminin içine düşen ve o çarkın içinde eriyen bir Türk gencini anlattığı “Mülteci”, üç farklı gazete haberinden yola çıkılarak çekilen ve çağın çürüyen ruhunun resmini çizen Yavuz Altun’un yönettiği “Münferit” ile Tayfun Pirselimoğlu’ndan suç ve günah temalarını derinlemesine inceleyen “Rıza” festivalde yarışacak filmler arasına girdi. Turgut Yasalar’ın Ahmet Ümit’in romanından uyarladığı “Sis ve Gece”; Handan İpekçi’nin senaryosunu, yapımcılığını, yönetmenliğini üstlendiği namus ve cinayeti konu alan “Saklı Yüzler”; insanlar arasındaki yabancılaşma, çaresizlik, aşk duygularını içeren Cemal Şan’ın “Zeynep’in Sekiz Günü” filmi de 1928 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek festivale katıldı. düşünüyorum. Rabıta, çeteler, mafyalar, Cemalettin Kaplan’ları dile getirmiş. Kitaplarında bugünlerimizin, Susurluk’un haberlerini veriyor. Bir yurttaş olarak söylüyorum ‘Bir Uğur Mumcu daha çıksa’ diye; öyle bir gazeteci arıyor insan. Uğur Mumcu yazdığı zaman biz de ferahlıyormuşuz gibi bir duygu verirdi galiba. Neredeyse 40 yıl boyunca şarkılarını dinlediğimiz Zülfü Livaneli, Türkiye’nin hatıra defterinde önemli bir kimlik. Bu hikâyeyi dinlediğimde ürperdim, yine ürperiyorum… Kendi ölümünün kehanetinde bulunuyor adeta…” ‘Gençliğimin idolleri’ ğur Mumcu’nun katledildiği haberini alır almaz Cumhuriyet gazetesine koşanlar arasında olan Emre Kınay’ın çocukluğu ve ilkgençlik yılları Zülfü Livaneli şarkılarıyla geçmiş. Emre Kınay, Zülfü Livaneli’yi ilk kez çocuk yaşlarındayken ağabeyinin götürdüğü Gülhane Parkı konserinde izlemiş. Daha sonraları Livaneli’nin şarkılarını söyleyebilmek için gitar ve bağlama çalmayı öğrenmiş. Bu nedenle Uğur Mumcu’nun konu edildiği bir çalışmada Zülfü Livaneli’yi canlandırmak Kınay için oyunculuk dışında da çok özel anlamlar taşıyor: U “İkisi de gençliğimin idolüdür. Zülfü Livaneli’nin bundan haberi yok. Söyleyebileceğimi de sanmıyorum. Uğur Mumcu daha öldürülmeden önce bütün kitaplarını okumuştum. Ölüm haberi üzerine 4 gün boyunca Cumhuriyet gazetesinin bahçesinde nöbet tutanlardan biri de bendim. Ü lkenin Uğur’suzlaştığı bu dönemlerde göz göre göre kaybettiğimiz değerlerin, ülkenin ne kadar önemli kirişleri ve kolonları olduğunu anlıyoruz. Kitaplarında hepsini yazıyor zaten, bu nedenle biraz olsun umutluyum.” Çocuk suçlarında Türkiye birinci Ahmet ŞEFİK TRABZON Türkiye çapında tüm cezaevlerinde suça itilen çocuklar arasında yapılan anket çalışması sonuçlandı. Çalışma, çocuk suçlarında artış hızında Türkiye’nin dünya birinciliğine yükseldiğini ortaya koydu. Cezaevindeki çocukların yüzde 78’i “Milli değerlere hakaret edildiğinde şiddet uygulanabilir” yargısına katıldı. Araştırma sonuçlarını açıklayan Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Adem Solak, Trabzon’da Papaz Santoro cinayetini işleyen O. A. ile Hrant Dink’i öldüren O.S.’nin ekonomik, sosyal ve psikolojik koşullarının birbirine benzediğini, çocukların içinde bulunduğu boşluğun, yasadışı örgütler ve karanlık güçler için çekici olduğunu söyledi. Ankete katılan çocukların yüzde 23’ü ailelerin ekonomik durumunu kötü, yüzde 60’ı orta, yüzde 17’si iyi olarak açıkladı. Çocukların yüzde 30’u sokakta, yüzde 18’i ise arkadaş çevresinde kendini tehdit altında hissettiğini söyledi. Çocuk suçlular fiziksel şiddetle en çok nerede karşılaştıklarını ise yüzde 31 sokak, yüzde 15 ev, yüzde 9 okul olarak sıraladılar. Fiziksel şiddeti en çok kimin uyguladığı sorusuna ise yüzde 47 arkadaşlar, yüzde 34 baba, yüzde 12 öğretmen, yüzde 7 anne yanıtı verildi. Şiddetin kaynağında anne ve babanın öfkeli davranışlar sergilemesinin yüzde 44 oranında etkisi olduğu saptandı. Çocuk hükümlü ve tutukluların yüzde 64’ü acımasız olanların saygı görmesini, yüzde 68’i dini değerlerin ihmal edilmesini, yüzde 75’i ahlaki değerlerin önemsenmemesini suçların artış nedeni olarak gösterdi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle