05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

5 EKİM 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C Oyuncak asker olmasa!.. 15 Enis BATUR Hüseyin Rahmi’nin yaşlı şeytan olarak portresi inziva evimde yaşadığım hüzünlü saatler çile on on yıl içinde okuduğum dolduran dervişler gibi ruhumu tasfiye yaşamöyküsü kitapları (Rilke, ediyor. Alelade zamanlarımda üstünkörü Pound, Char, vb.), hayli oylumlu, bir bakışla görüp geçtiğim şeyler şimdi bana çünkü ayrıntılar üzerine kurulu ürküntü verecek birer derinlik alıyor. çalışmalardı. Ülke edebiyatının, sanatının, Adadaki bir mezar bütün dünyayı düşünce yaşamının adına hayıflanmamak nazarımda kabristana çevirdi. Nereye elde değil, bunlarla karşılaşıldığında: baksam baş ucuna tahta parçası dikili bir Malzemenin işlenmesi kadar korunması da toprak kümesi görüyorum. Kalabalığı usta ellere, sorumlu kurumlara kalmış, içinde tek başıma kaldığım vatanımdan kültürel açıdan da ilerlemiş toplumlarda. muvakkat bir ayrılışla gidiyorum. Geliyor tabloya, bakış açısı konusu Leyleklerin göçtüğü, kırlangıçların uçtuğu ekleniyor: Ölçülülüğü esas alan bir nurlu ufuklara… Biraz da çölün kızgın arkeolojik perspektif egemen yaşamöyküsü kumları üzerine yaşlarımı serpeyim. alanında. Bakalım ehramların heybetleri önünde ne Geçen yıl, Hüseyin Rahmi Gürpınar evini duyacağım? Burnu kulağı kırık ebülhevlin ziyaretimin ardından, o yapının açılışını cüzamlı bin cadı gibi uzaklara bakan falcı inceleyen sisli dönemin öyküsünü, birinci gözlerinden ne anlayacağım?” elden tanık olmuş Ümit Beyazoğlu’ndan ve Alıntı yaptığı bu defterin ne olduğunu Can Sayıner’den ayrı ayrı dinlemiştim. bilmiyoruz. Mektup sürüyor sonra: Kurtulan kurtulmuş diye avunabiliriz bugün; oysa, yiten yitmiş arada. Yazarının ölümünün ardından, pek çok kıymetli belge savrulup gitmiş oradan oraya, kim bilir neler çarçur edilmiş. Hâlâ incelenmeyi, işlenmeyi bekleyen bir tomar evrak var evde, belki başka yerlerde de. Türkiye’nin en çok okunan yazarlarından birinin, şöyle dörtdörtlük bir yaşamöyküsel çalışmayla kuşatılmış olması gerekmez miydi? Dostum David Bellos’un, hangi akademik olanaklar ve yayıncı desteğiyle Perec’inkini kaleme aldığını bir yazımda aktarmıştım biz, uzaklardayız. Hüseyin Rahmi’nin yaşlılık dönemi üzerinde serseri mayın düşünüyordum, bu sorunlar üşüştü aklıma. O dönemin, Miralay Hulusi Bey’in ölümüyle başladığını ileri sürmek abartılı yorum olmaz sanırım. Yaşadığı ruhsal çöküşün fiziğine yansımasını ünlü bir mektubu ifade eder bütün açıklığıyla; Mısır’dan Refik Ahmet’e gönderdiği mektuptaki satırları oraya İstanbul’da tuttuğu ‘hatıra defteri’nden aktardığını belirtiyor yazar: “Yağmur çamları yıkadı. Matemi dinmez bir göz gibi hâlâ gökten damla damla Hüseyin Rahmi Gürpınar kasvet yağıyor. Dağ başındaki S “Hepsini gördüm. Hiçbir emosiyon duymadım. Artık neşeyi de gamı da kanıksayan, sinirleri pörsümüş bir ihtiyar olduğumu anladım. Müzeyi gezerken nasılsa gözlerim bir aynaya tesadüf etti. Aman yarabbi, kendimi ne kadar göçmüş, buruşmuş, sararmış gördüm…” Ahmet Refik Sevengil’in 1944’te yayımladığı Hüseyin Rahmi Gürpınar Hayatı, Hâtıraları başlıklı kitabı, türünün mahçup ve acemi bir örneği sayılsa bile, kavurucu önemde işaretler taşır. Bir noktada yazarın karamsarlığına değinirken şu satırları düşer: “…öteden beri hayata ve etrafına şüpheli ve tetkikçi gözlerle bakmağa, insanların çehrelerini değil, dimağlarını ve olup bitenlerin içyüzünü görmeğe alışmıştı; yaşlandıkça kendisini oyalayamaz oldu. Aldanmaktan korktuğu için kolay kolay inanamaz. Hiçliğe yaklaştıkça etrafını daha fazla karanlık gördü; yetmiş yaşında Niçe’nin eserlerini tercüme etmeğe kalktı. Cemiyete ve muhite hücum ona bir nevi iç serinliği gibi geliyor olmalı ki Deli Filozof romanını yazarken epey rahatlık duymuştur”. Hikmetullah Efendi’nin hikâyesini farklı bir gözle okumamızı sağlayacak sağlam bir ipucu işte. Yalnızca Deli Filozof’u mu, bir de, Hüseyin Rahmi’nin külliyatının eklerinin IV. Cildine eklenen “Yeni Diyojen”in Ulvi Süreyya’sının öyküsünü de yazarın Schopenhauer ve Nietzsche’den beslenen düşüncelerinin ışığı altında değerlendirmek gerekir. “Yeni Diyojen”, her durumda, edebiyatımızın felsefî duruşu bakımından ağırlıklı, ama ıskalanmış metinleri arasında başı çekiyor. Uzaktan uzağa Goethe’nin Faust’una gönderme yapan, Valéry’nin Benim Faustum’undan bir yıl önce günışığına çıkmış sert, yaralı, atak bir diyalog. Bugün okunur, okunabilir mi? Muhafazakârlığın neredeyse taçlandırıldığı şu içinde bulunduğumuz dönemde, Şeytan’ı ululayan yanıyla Hüseyin Rahmi’nin mezarına saldırılmasına bile yol açabileceği için nasıl olsa görmezlikten gelinecektir. Anılar Kuşlar Gibidir/ Doğan Hasol/ Remzi Kitabevi/ 260 s. Çocukluktan başlayıp, gençlik, olgunluk yıllarında sürüp giden bir gözlemler dizisi: Deprem, savaş, ekonomik sıkıntılar, tek partili yaşamdan çok partili sisteme geçiş, siyasal bunalımlar, darbeler, sonra yine ekonomik, toplumsal, siyasal çalkantılar ve yurtdışı seyahat izlenimleri gibi pek çok şeyi aktaran Doğan Hasol’un mimarlıktan yazarlığa, yayıncılığa, reklamcılığa, farklı dallarda yöneticiliklere uzanan çok yönlü etkinlikleriyle değişik alanlardaki gözlemleri var bu kitapta. Üst Kattaki Cinler/ Umut Dağıstan/ Merkez Kitaplar/ 266 s. Sessizce ölüme yaklaşan baba ve son kez yanında olmak üzere baba evinde bir araya gelen üç kardeş: Servet, Ali ve İpek. Hepsi de farklı yerlere ve farklı yollara savrulan, birbirinden kopan bu üç kardeş, biraz da kendi sorunlarından kaçarak geldikleri baba evinde bir yandan onunla aralarındaki babaevlat ilişkisini hiç olmadığı boyutta ve farklı bakış açılarıyla sorgulayacak, bir yandan da kendi geçmişleriyle olduğu kadar şimdileriyle de hesaplaşacaklardır. Yaşamı boyunca evinin üst katındaki çalışma odasının sınırları dışına pek az çıkan bir babanın son yolculuğu, üç kardeşin ve belki babalarının da kendi içsel yolculuklarına dönüşecektir... nedeniyle çıkması gereken yolculukları da kısa zaman içinde keyifli yaşantılara dönüştürerek gezdiği gördüğü yerlere ait pek çok şey biriktirmeye başlamış. “Beyaz Gecelere Doğru”, işte bu birikimlerin ürünü. Duru, edebiyatla yoğrulan yolculuklarında gördüğü yerleri, yaşamın içinden seçtiği ayrıntılarla anlatıyor. Kuşatma Altındaki Türkiye/ Barış Doster/ Bilgi Yayınevi/ 248 s. “Cumhuriyet’in temel değerlerine yönelik saldırılar, önüne geçilemeyen yolsuzluklar, eğitim ve sağlık başta olmak üzere çöken kamusal sistemler, sorunlara çözüm getirmesi beklenen siyasetteki kirlilik... Türkiye aynı zamanda, bağımsızlığının, bütünlüğünün ve egemenliğinin tartışıldığı bir süreçten de geçiyor. Kıbrıs’tan, Ege’den Kuzey Irak’tan, Güneydoğu’dan Türkiye’ye bayrak gösteriyor. Sözde Ermeni soykırımı iddiaları, Patrikhane’nin statüsü, Heybeliada Ruhban Okulu, azınlık vakıfları, anadilde yayın ve eğitim gibi başlıklar üzerinden Türkiye’nin ulusal direnci kırılmak isteniyor. Elhamra/ Robert Irwin/Çeviren: Fatma Uslu/ YKY/ 170 s. Bir ekonomik çöküş, veba ve politik döneminde kurulan Elhamra Sarayı, tamamlandığı günden beri, İslam’ın Avrupa’daki geçmişini temsil eden en büyük anıt olma özelliğini koruyor. Alışıldık Batı saraylarına hiç benzemeyen, daha çok bir ‘kent’ özelliği taşıyan bu yapı hakkındaki bilgilerde, efsane ile gerçek birbirine karışmış durumda. Bu kitap, İngiliz tarihçi ve romancı Robert Irwin’in rehberliği ve fotoğrafları eşliğinde, tarihin ve mimarlığın ışığında Elhamra’ya bir gezi sunuyor. Büyülü Tohumlar/ V. S. Naipaul/ Çeviren: Çiğdem Öztekin/ YKY/ 258 s. 2001 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan V. S. Naipul’un “Yarım Hayat” adlı romanında Afrika’da bıraktığı Hintli kahramanı Willie Chandran, kendine ait bir hayat arayışını sürdürüyor. Bu kez soğuk savaş sonrası Berlin’inde okur karşısına çıkan Willie, kimliğinin peşinde kültürlerarası akıntılarda sürüklenmeye devam ediyor. Kim olduğunu bulma arzusu onu Hindistan’ın isimsiz ormanlarındaki gerillaların arasında hapishaneye, yeniden Londra’nın lüks semtlerine ve elli yalının olgunluğuna götürüyor. Bir devam kitabı olmaktan çok kimlik arayışının hikâyesi olan “Büyülü Tohumlar”, Naipul’un kendi geçmişiyle harmanlandığı bir öyküyü anlatıyor. Beyaz Gecelere Doğru/ Sezer Duru/ Everest Yayınları/ 134 s. Ailesinden gelen bir alışkanlıkla çocukluğundan bu yana yolculuk düşüncesine yatkın olan Sezer Duru, iş Berlin Bir Mozaik/ Eva Tucker/ Çeviren: Belkıs Dişbudak/ Can Yayınları/ 196 s. Berlin doğumlu İngiliz yazar Eva Tucker’ın yeni romanı “Berlin Bir Mozaik”, bir ailenin yirminci yüzyılın başından sonuna uzanan çalkantılı öyküsünü anlatıyor. Büyük evler, sabah kahveleri, konserler ve tiyatrolar, dinsel tartışmalar, sanatsal başkaldırılar, bohem aşklar ve siyasal kargaşa... Tucker, büyük bir burjuva ailenin, hepsi farklı özellikler taşısalar da uyum içinde yaşayan bireylerini, bu kapalı dünyanın ötesinde, yüzyılın en büyük trajedisini, II. Dünya Savaşı’nın aileyi parçalayıp bambaşka kamplara sürükleyişini, neredeyse yüz yıllık bir aile öyküsünü işliyor. Buğulu Camların Ardı/ Hüseyin Yurttaş/ Sel Yayıncılık/ 150 s. “Buğulu Camların Ardı”, farklı duyarlıkların, sevinçle hüzün arasındaki gelgitlerin, cinsel arayışlarla psikolojik savruluşların yansımalarıyla yüklü öykülerden oluşan; kuytularda kalmış, gözlerden ırak yaşamlardan ayrıntılar barındıran, değişik dünyalara uzanan bir kitap. merika Birleşik Devletleri, her ne kadar dünyanın istediği köşesine askerlerini gönderse de, kendi toprakları da yabancı askerler tarafından işgal edilmiştir. Hem de, Birinci Dünya Savaşı’ndan az önce! 1900’lü yılların başında, Avrupa ülkelerinin askerleri bir geminin ambarında Amerika’ya doğru yola çıkarlar.Yolculuk boyunca ne bir lokma yerler, ne de güverteye çıkarlar temiz hava almak için. Böyle bir gereksinimleri yoktur, çünkü sandıklar içindeki askerlerin hepsi de oyuncaktır! Amerika’da çocukların oynadıkları ilk oyuncak askerlerin üstünde Avrupa ülkelerinin üniformaları vardır. Ama Amerika, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kendi oyuncak askerlerini üretmekte gecikmez. Ne var ki, “Waren” adlı Amerika firmasının karşısına “Hauser” adlı güçlü bir fabrika dikilir çok geçmeden! Hauser’in renkli ve bol figürlü oyuncak askerlerden oluşan ordusu, Amerika askerlerinin Avrupa’ya çıkarma yapmasına engel olur. Avrupalı çocukların çoğu annelerine, babalarına Hauser’in askerlerinden almaları için yalvarmakta, Amerika’dan gelen oyuncak askerlere yüz vermemektedir. “Elastolin” adı verilen bu serideki askerlerin kollarında gamalı haç vardır. Amerika, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusunu yenilgiye uğratmış olsa da, savaş öncesinde oyuncak askerleri Avrupa pazarından pay kapma savaşını Nazilere karşı kaybetmiştir! İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Yahudi çocuklara getirilen yasaklardan biri de savaş oyuncaklarıyla oynamamaktır. En eski oyuncak askere Mısır’daki mezarlarda rastlanılır. Ortaçağda ise Avrupalı kral ailelerinin çocuklarına savaş eğitimi verilmekte kullanılırlar. İlk oyuncak asker fabrikası ise 1780 yılında Nürnberg’de üretime başlar. Bu fabrikanın askerleri herhangi bir hareket, girinti ya da çıkıntıya sahip olmayıp, düz bir yapıdaydılar. Fransızların 1800’lerde düzlüğü ortadan kaldırmasıyla ilk oyuncak asker savaşı da başlamış olur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurşun asker yapımı yasaklanır ülkemizde. Bunun nedeni, oksitlenme yapması ve çocuğa zarar vermesi olarak gösterilir. Define Adası’nın yazarı Stevenson’dan ünlü politikacı Churchill’e kadar pek çok insanın ilgilendiği, yazılar yazdığı kurşundan yapılan oyuncak asker, 1950 yılından sonra pek çok oyuncak gibi plastiğe yenik dü A şer… Plastik su şişeleri doğaya savaş ilan ettiğinde, aynı maddeden yapılan oyuncak askerler de oyunları kirletmeye başlamıştır. Plastiğe geçişle çok sayıda asker paketler içinde ucuz fiyata satışa sunulur. Üreticiler bu durumu, “az parayla çok oyuncak sahibi olmak” diye savunsalar da, çocukların oyunları eli silahlı bir yığın insan figürünün işgaline uğrar. Oyuncak ambülans arabalarının sirenleri, çocukların düşlerinin askerler tarafından ele geçirilişini engelleyemez. Bu değişimin nelere yol açtığını, Mehmet Yaşın’ın “Sevgilim Ölü Asker” adlı şiir kitabındaki, “Ülkenin birinde ‘cık’ denirmiş her şeye” dizesiyle başlayan “Oyuncak Askerciklerin Masalı” adlı şiirinde görürüz: Vatana ‘cık’ demişler, o vatancık olmuş / en sonunda çocukları / Matchbox ambalajında oyuncak askercik olmuş. / Dileyen satın alıp savaşçılık oynayabilir / hem naylondan kırılmaz, hem de çok ucuz / gümrüksüz geliyor Hong Kong’dan / dükkâncığımızdan temin edilebilir. Maduro ailesi genç yaşta ölen oğulları George adına bir anıt yaptırmaya karar verir. O yıllarda, Boon van der Starp da, tüberkülozlu çocuklara yardım amacıyla, İngiltere’nin Beaconsfield kentindeki minyatür kenti Hollanda’da kurmak çabasındadır. George Maduro’nın ailesi Starp’ın düşlerini gerçekleştirmek için oldukça büyük miktarda para yardımı yaparlar. Den Haag Belediyesi’nin yer vermesiyle de, 2 Temmuz 1952 tarihinde oyuncak kent “Madurodan” kurulmuş olur. Pek çok insanın görmeyi düşlediği Madurodan’a zaman içerisinde Hollanda’daki saray, kilise, havaalanı, liman gibi birçok ünlü yerin maketi eklenir. Dünyaca tanınan Madurodan’ın bir köşesine oyuncak askerler de konur. Yeşillik bir alana inen helikopterin etrafındaki oyuncak askerlere hayranlıkla bakan çocukları gördüğümde ürperdim!.. Ürperdim çünkü, oyuncak kente adını veren George Maduro, II. Dünya Savaşı’nda, Almanya’nın Dachau toplama kampında öldürülen sayısız masum insandan biridir! Sahi, savaş kurbanı bir genç insanın anısına kurulan minyatür kente oyuncak asker koyma ayıbı kimin?.. Şu soruyu soralım bir de: Amerika Irak’a saldırmaya hazırlanırken, savaşı durdurmak isteyen barış yanlısı bir avuç insan, “canlı kalkan” olarak Bağdat’a doğru yola çıkar… Oyuncak asker var da, oyuncak canlı kalkan neden yok!? Şişli Senfoni Orkestrası Fransızları büyüledi STRASBOURG (Cumhuriyet) Şef Sera Tokay yönetimindeki Şişli Belediyesi Senfoni Orkestrası ilk yurtdışı konserini Fransa’nın Strasbourg kentinde verdi. 65 müzisyenden oluşan orkestra konserde, Çaykovski’nin Romeo ve Juliet Uvertürü’nü, Bartok’un Kossuth senfonik şiirini ve Ferit Tüzün’ün Esintiler adlı yapıtını seslendirdi. Genç viyolonsel sanatçısı Çağ Erçağ konserde solist olarak yer aldı. Erçağ orkestra eşliğinde Sa Şef Sera Tokay’ın yönettiği konsere Fransa’da yaşaint Saens’in viyolonsel yan Türler ile çok sayıda müziksever büyük ilgi göskonçertosunu yorumladı. terdi. 2 bin kişilik salonun dolması sanatçıları da seAvrupa’nın en önemli vindirdi. Konser sonrası orkestra ayakta alkışlandı. alanlarından biri olan önemli olduğunu belirterek, “Bu bir Strasbourg Kongre Sarayı’nın 2 bin vizyon göstergesidir. Kültürün doğkişilik Erasmus Salonu’ndaki konseduğu Fransa’da ülkemizden gelen ri Türkiye’nin Strasbourg Başkonsobir senfoni orkestrasının konser verlosu Bekir Uysal, Avrupa Konseyi mesi yalnızca bizi değil, buradaki Büyükelçisi Deryal Batıbay, Strasbotüm müzikseverleri sevindirmiştir. urg eski Belediye Başkanı Madam MustafaSarıgül’ü klasik müziğe yapTrotmann, çok sayıda yabancı ülke tığı destekten dolayı kutluyorum. diplomatı ile 150’nin üzerinde AvruBir yerel belediyenin bu tür sanatsal pa Parlamentosu milletvekili, insan girişimi ülkemiz adına sevindiricihakları komisyonu yargıçları, Cumdir” dedi. huriyet Gazetesi Genel Yayın YönetSenfoni orkestrasının kuruluşuna meni İbrahim Yıldız, yazarımız Prof. öncülük eden Mustafa Sarıgül de, Server Tanilli ve Şişli Belediye Başkonserlerin önümüzdeki aylarda Avkanı Mustafa Sarıgül birlikte izledirupa’nın öteki kentlerinde de süreceler. Tanilli, bir yerel belediye orkestğini söyledi. rasının Avrupa’ya açılmasının çok
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle