22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 OCAK 2007 CUMA ekonomi PARİS’TEN UĞUR HÜKÜM AB kapısında TIR çilesi... Bulgaristan’ın birliğ’e girmesine hazırlıksız yakalanan şirketlerin sıkıntısı büyüyor. 300’ü aşkın TIR şoförü Bulgaristan Konsolosluğu’nun önünde bekliyor Ekonomi Servisi Bulgaristan’ın 1 Ocak 2007 tarihinde AB’ye girmesi ve sınır kapılarında transit vize verme uygulamasına son vermesi nedeniyle, istedikleri ülkelere gidebilmek için Bulgaristan’ın Edirne Başkonsolosluğu’ndan vize alması gereken TIR sürücüleri, vize sırasını Kapıkule Sınır Kapısı yolu üzerinde bulunan iki otoparkta yatıp kalkarak tamamlamaya çalışıyor. Konsolosluk, günde ancak 40 50 kişiye vize verebildiği için kapıdaki yığılmanın giderek arttığı belirtiliyor. Bu durum da yakınmaları artırıyor. Örneğin tekstil yükü taşıyan Cüneyt Köroğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Denizli’den Slovenya’ya gitmek için yola çıktığını belirterek, 30 Aralık Cumartesi gününden bu yana vize işlemleri nedeniyle Edirne’de beklediğini kaydetti. Taşıdığı tekstil yüklerini yarın Slovenya’ya teslim etmesi gerektiğini ifade eden Köroğlu, çıkış yapamadığından mallarını ancak haftaya teslim edebileceğini, bunun da firmalar arasında sorun yaşanmasına neden olacağını söyledi. Vize sistemi değiştiğinden mağdur olduklarını belirten Köroğlu, “Bizim pasaportlarımızda uzun süreli vize var. Fakat yine de geçemiyoruz. Konsolosluktan bir vizenin çıkması 34 gün sürüyor. Yeni uygulama Türkiye nakliyesini baltalayan bir uygulama’’ dedi. Don Kişot Çocukları C 9 Daha önce Bulgaristan yetkililerinden aldıkları uzun süreli vizelerle komşu ülkeden geçiş yapabilen TIR şoförleri, yeni yılla birlikte komşu ülkenin AB’ye girişi üzerine vize alabilmek için beklemeye başladılar. Bunun üzerine TIR parklarında kuyruklar oluştu. (FOTOĞRAF: AA) Üretim bakımından dünyanın 17 büyük ekonomisini zorlayan ülkemiz, sıralamada çok gerilerde kalıyor Türkiye patentte ilk 20’de bile yok İSTANBUL (AA) Dünya Fikri Mülkiyet Teşkilatı (WIPO) tarafından hazırlanan 2006 yılı patent raporuna göre, Güney Kore’de her 1 milyon dolarlık ArGe harcamasından 4.60 adet patent elde edilirken bu rakam Türkiye’de 0.14 adet olarak gerçekleşiyor. WIPO’nun yayımladığı “Patent Raporu 2006’’da elde edilen bilgilerin, özellikle teknolojik yenilik yapıp rekabet etmekten başka çaresi kalmamış olan Türk sanayicisi için büyük önem taşıdığını belirten Uluslararası Patent Birliği (UPB) Konsey Başkanı Kemal Yamankaradeniz, WIPO’nun raporunu AA muhabiri Hülya Dünya Patent Raporu’na göre 2004’te en çok başvuruyu Japonya, ABD, Güney Kore, Çin ve Almanya yaptı. İstatistiklere göre her 1 milyon insanın yılda 2 bin 884 patent üretme yeteneği bulunuyor. Bu rakam Güney Kore’de 2 bin 189, ABD’de 587, Türkiye’de ise sadece 7. Çorakçı’ya özetle şöyle değerlendirdi. Dünyada 1985’te toplam 884 bin 400 patent başvurusu yapılmıştı. Bu rakam 2004’te 1 milyon 599 bine ulaştı. 1985 ile 1995 arasında dünyada en çok patent başvurusu yapılan ülkeler; Japonya, ABD, Avrupa Birliği, Güney Kore ve Çin oldu. Güney Kore ve Çin’in elde ettiği başarılar raporun en dikkat çekici yanı. 2004’te en çok başvuruyu Japonya, ABD, Güney Kore, Çin, ve Almanya yaptı. İlk beş patent ofisinin (Japonya, ABD, Güney Kore, Çin Avrupa Patent ve Almanya) başvuru sayısı dünyada yapılan toplam patent başvurusunun yüzde 75’ini oluşturuyor. Türkiye’nin durumu “maalesef içler acısı”. Türkiye dünyada üretim bakımından 17. sıraya girerken patent sıralamasında ilk 20’ye bile giremiyor. Dünyadaki 15 patent ofisinin 19952004 arasında yerli patent üretiminde Çin yüzde 557 oranında artış ile ilk sırada. Çin’i yüzde 365 ile Hindistan ve yüzde 76 ile Güney Kore izliyor. Bu dönemde Türkiye’nin patent başvuruları giderek artıyor ama toplam başvuru adedi 5 binlerin altında. Bir ülkeye yapılan yabancı patent başvuruları genel anlamda küresel sermaye açısından o ülkenin tercih edilebilirliğini gösteriyor. Bu açıdan da ilk sırayı Çin alıyor. Çin’i, Singapur, Brezilya ve Meksika izliyor. İstatistiklere göre her 1 milyon insanın yılda 2 bin 884 patent üretme yeteneği bulunuyor. Bu rakam Güney Kore’de 2 bin 189, ABD’de 587, Türkiye’de ise sadece 7. Her 1 milyon dolarlık ArGe harcamasından ise Kore 4.60, Türkiye 0.14 patent üretebiliyor. Bu durumda Türkiye’de bir patent seferberliği başlatmaktan başka yol gözükmüyor. Türkiye’nin yıldızı parlayacak on bir on günümü, insanların birbirleri ile dayanışma içinde olmak zorunda kaldıkları hastane ortamında, siyasal İslamcı kesimden insanlarla iç içe geçirdim. Hastalar ve yakınlarının sansürsüz yaşamlarına, dünyalarına bakmak ilginç, o ölçüde düşündürücü dersler çıkarmaya yarıyor. Değişik renkli, genellikle burundan bağlanan ancak gözleri açık çarşaflı kadınları, birkaç cümlelik konuşmalarda bile farklı tarikatlarla bağlantılı oldukları ortaya çıkan insanlarla hem ne kadar yakın, hem de ne kadar uzak olduğumuzu gözlemlemek, ülkemizdeki cepheleşmenin ürkütücü boyutlarını da ortaya koyuyor. Üstelik hem gazeteci, hem de bu türden ortamlarda çok fazla bulunmuş, değişik kesimlerden halkımızın iç dünyalarının yakınlarında dolaşabilmiş, biraz tanıyabildiğini sanan bir kişi sayılırım. Yıllar içinde çok hızlı yaşanan değişimi, büyüyen uçurumu gözlemlemek gerçekten ürkütücü... Sadece annemin başı bağlı ve ailemin diğer kadınlarının başları bağlı olmadığı için, ayrık otu gibi görüldüğümüzü daha önceleri bu kadar etkin hissettiğimi hiç hatırlamıyorum. Farklı sözcüklerle, benzer uyarılarda bulunuyorlardı. Günümüz koşullarında insan sağlığı ile sağlık hizmetlerinin arasına paranın girmesinden bu yana, kamu hastanelerinde göçen sağlık hizmetleri aynı kaderi paylaşan insanlar arasında kaçınılmaz dayanışmayı gerektiriyor. Bize yönelik önyargıları öylesine olumsuz, baskın ki.. Annemize sevecen baktığımız, kendisi ile dayanışma içinde olabildiğimiz için çok fazla şaşırdıklarını ifade etmekten çekinmiyorlar. Açıkçası bizim gibi günahkâr insanların sevap işleyebilme Ekonomi Servisi Dünya genelinde yapılan araştırmalar, 2007’nin turizm trendleri arasında, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu “egzotik ülkeler”in tatilcilerin gözde mekânları olacağını ortaya çıkardı. Turizm Gazeteci ve Yazarları Derneği (TUYED) Başkanı Kerem Köfteoğlu’nun yönetimindeki www.turizmhaber.eu sitesi, çeşitli kurum ve kuruluşların raporlarından yararlanarak 2007’nin 10 temel turizm trendini belirledi. Raporda, gezi rehberleri yayımlayan dünyaca ünlü Lonely Planet, “Görülmeye Değer Egzotik Yerler” kategorisinde 2007’nin gözde destinasyonları listesinde Türkiye’nin yanı sıra Çin, Fas, Arjantin, Brezilya, Nikaragua, İspanya, Yu nanistan, Küba ve Meksika’ya yer verdi. TUYED’in turizmde 2007’ye ilişkin saptamaları şöyle: 2007, iş hayatını tamamlamış, ancak aktif tatili tercih eden emeklilerin yılı olacak. Tatilde bol para harcayan gaylezbiyen turistler, bu yıl da tüm turizmcilerin iştahını kabartmaya devam edecek. Amerikan Tur Operatörleri Birliği ile Amerikan Seyahat Acenteleri Birliği uzmanlarına göre Avrupa’nın yeni tatil modası, nehirde kruvaziyerlerle gezmek. Avrupa’da yapılan araştırmalar ise tatilcilerin SPAWellness (sağlıkgüzellik) istediğini ortaya koyuyor. Sadece Almanya’dan Türkiye’ye her yıl güzellik için 90 bin kişinin geleceği tahmin ediliyor. S İŞÇİNİN EVRENİNDEN ŞÜKRAN SONER Ama Bizden... Amerikalılara yakınlığından, ekonomik gidişattan.. hoşnutsuz, yakınıp duruyorlar. Yine de tüm olumsuzluklara ilişkin yakınmalarının ardından, “Adam ne yapsın, iktidarda kalmak için bunları yapmaya mecbur. Ama o bizden, o inanmış Müslüman..” türünden vurgulamaları yapmayı hiç unutmuyorlar. Müslümanlığın önünü açtığı, daha da açması için desteklediklerinin altını çiziyorlar. Aynı mekân, bitişik odalarda hastalar değişiyor, değişmeyen bir kamu hastanesinde ayrık otu gibi kalmamız. Zorunlu dayanışma, beşeri ilişkiler içinde yakınlaşma ile ortaya çıkan ortak, trajik yaşam öyküleri, çaresizlikle sıkı sıkı siyasal İslama sarılma refleksleri.. İşte sürekli kocasından dayak yediği için ayrılmak isteyen bir kadın. Bir yandan “Bir tek ben dayak yesem dert değil, alışığım, kendimi korumasını bilirim. Ama 19 yaşındaki kızımı da çok dövüyor. Baba evine, köyüme dönsem, kızım İstanbul’da büyüdü, istemiyor. Kızımla oğlumu bırakamam, oğlum okuyor, kızım çalışıyor. Senin gibi para kazanıyor olsam, bir gün durmam..” diyor. Diğer yandan da, “Yapma abla çalışmak günah, pantolon giymek, başı açık dolaşmak da, Kuran’da var. Ama benim kızım da pantolon giyiyor, çalışıyor, çaresiz günah işli si çelişki olarak onları rahatsız ediyor; “İyi insansınız, yardımı seviyorsunuz, annenize bakıyorsunuz, bunlar cennetlik işler, ama başınız açık, pantolon giyiyorsunuz, günah işliyorsunuz..” türünden, o kadar çok söz dinledim ki... Müslümanlığın cennetlik, cehennemlik ayrımına izin vermediğini söyleyip geçiştirmek yetmiyor. Kendilerince sevip benimsediklerini söyleyerek, günahkârlıktan kurtarmak üzere baskıcı, ısrarcı konuşuyorlar. Kendi dünyalarında, kendi inançlarına göre İslamı yaşamanın çok ötesinde, yayma misyonu üstlenmiş halleri var.. Gerçekten siyasallaşmanın, cepheleşmenin tipik davranışlarını birçok örnekle gözlemledim durdum.. Köyden, Karadeniz’den gelmiş kalçası kırılmış anne, galiba en ayrımcı olmayanı, en içten teşekkür etmeyi bileni. Damat, ağrısına dayanamayıp acısını belli eden kayınvalidesine bile bağırması nedeniyle hoşgörüsüz, Allah’ın hastalık ve her tür ceza ile insanları bu dünyada sınadığını söyleyip duruyor. Kadınlı erkekli aile bireyleri Saddam’ın idamından üzgün, Amerikalılara öfkeli, İsraillilere düşman, ama Tayyip Erdoğan’a gelince toz kondurmuyorlar. Aslında ailesinin hızlı zenginleşmesi, Saddam’a ilişkin açıklamaları, yor..” diye devam ediyor. İşte kocası, oğlu ile emir kipi ile konuşabilen, ailesini yönettiği besbelli, otoriter bir kadın. Doktoru yarasının üzerindeki bandı korumak üzere dar külot giymesini öneriyor. “Benim zaten bütün külotlarım dardır” yanıtını veriyor. Torbasından çok şık, renk renk külotlar çıkıyor. Eşi çok ilgili, fizik masajlarına yardım ediyor. İçtenlikli rahat tavırları, aile dayanışmaları, sevgileri hayranlık uyandırıyor. Sohbet koyulaşınca fanatik siyasal İslamcı inançları ile herkesle tartışıyor. “Şeriata, Kuran’a göre” diye başlayan cümlelerle, sohbetlerde ağırlık günah, cennet, cehennem üzerine. Tek şeriat, tek Kuran yorumu olduğunu söyleyerek, aslında farklı farklı çerçeveler çizmeleri dikkat çekiyor. Tarikatlar, mezhepler üzerinden çatışmaları, cinayetleri, iç savaşları hep Amerikalıların, Siyonistlerin oyunları olarak açıklamayı seçiyorlar. Taburcu olurken üzerine sadece gözlerini açık bırakan kahverengi çarşaf giyiyor... İstanbul’un göbeğinde bir kamu hastanesinde, acil gelen hastaların kapıdan içeri girerlerken özel hastanelere yönlendirilmeye çalışılmaları, her aşamada sigorta işlemlerinin yapılması gerekçesi ile dahi özel şirketlerin devreye girmesi, sayısız ağır ameliyatlı hastaya bakacak çok az sayıda nöbetçi doktor, hemşire, sağlık elemanı, her hizmetin hasta ailesine ait olması.. türünden sorunlar çok yakınılsa da bu dünyanın sorunları... Ucu Erdoğan Hükümeti’nin sağlık politikalarına da uzandığı için bir yerlerde hemen kesiliyor. Öteki dünya üzerine konuşmak çok daha çekici geliyor... soner?cumhuriyet.com.tr u yıl sonuna ve başına damgasına vuran Noel Baba ve çocukları değil, Don Kişot ağabey, kardeşleri ve çocukları oldu. Fazla değil, daha bir ay önce varlığından bile habersiz (sadece biz değil neredeyse bütün Fransa) olduğumuz, “Don Kişot Çocukları” (DKÇ) isimli bir dernek, medyatik eylemleriyle Fransız gündeminin tepesine oturuverdi. Son zamanlarda başında ‘çocuk’ sözcüğü geçen dosyaların yüzde yüze yakını sübyancılık, çocuk pornosu ve şiddet içerdiğinden benzeri bir konuya değineceğimizi sananlar yanılıyor. DKÇ’nın amacı, resmi verilere göre Fransa’da sayıları 96 bine ulaşan “Sans Domicile Fixe” (SDF) evsiz barksızlar, sokakta yaşayanların sorunlarına dikkat çekmek, uygar ve gelişmişlik iddiasındaki bir ülke ve toplumu sarsmak, yetkililerini kalıcı ve acil çözümlere zorlamak. Ülke çapında yarattıkları tartışma, seferberlik ve ilk ağızda alınan sonuçlara bakılırsa, bu çocuklar bir bardak suda fırtınayla yetineceğe pek benzemiyor... ??? İlhamını, 2006’da yazılışının 400’üncü yılı kutlanan Cervantes’in destansı kahramanı Don Kişot’tan alan Legrand (Büyük) ailesi, daha doğrusu ailenin en büyük ağabeyi, Augustin Legrand (Büyük Augustin) öncülüğünde, boyundan da büyük bir işe girişiyor. “Boyundan DA” diye altını çiziyoruz, hani yani boylarının büyüklüğü de yabana atılacak gibi değil! Augustin’in boyu 2.02 metre! Kardeşler de 2 metreye yakın. Ancak gerçek büyük yanları mangal yüreklikleri, kararlılıklarında. Özellikle de 31 yaşındaki Büyük Augustin... Uzaktan serviyi andıran ince uzun ve zayıf siluete yaklaştığınızda, yorgunluktan kireçleşmiş yüzünün, kemikli köşeli hatlarına yerleşmiş sert bakışı, otoriter ses tonunun altında altın ve sıcak bir kalbin yattığını anlamak için insan sarrafı olmaya gerek yok. Tam bir büyük ağabey babacanlığıyla sağa sola koşuşturan Augustin “1954 Kışı”nın olağanüstü soğuğunda yoksulluğa savaş açan ve 50 yıl Fransa’nın en sevilen kişiliği seçilen Peder Pierre’e benzetiliyor. “Hatta ‘saç kesimi’ bile aynı”, diyorlar. Don Kişot’un büyük oğlu Augustin ise 26 Aralık’ta televizyon kameralarına saf ve ölçülü bir hiddetle şöyle haykırıyordu: “Ben Peder Pierre filan değilim. Ne kilise, ne parti... Hiçbir çevrenin adamı değilim. Sıradan bir yurttaşım. İktidarsızlığa, çapsızlığa, çözümsüzlüğe isyan eden sıradan bir yurttaş... Evli barklı, çocuklu, maaşlı ortalama herkes gibi sade bir insan. Ama yeter artık! Yolda, sokakta yatanlara yan gözle bakıp, tek söz etmeden geçmekten bıktım...” ??? İtiraf etmek gerekir ki, Augustin pek de o kadar sıradan bir yurttaş değil. Onun yüksek alçakgönüllülüğünün berisinde, hiç kullanmadığı bir lisansüstü hukuk diploması, profesyonel yaşamını sürdürdüğü sinema oyunculuğu var. Ne sol, ne sağ, şimdiye kadar hiçbir siyasi hareketle ilişkisi olmamış. Hiçbir örgüte girip militanlık yapmamış. 6 çocuklu sıkı Katolik bir aile ve eğitimden geliyor, ama kendi dediğine bakılırsa, son kez bir kiliseye girdiğinde 16 yaşındaymış. Annesi, Augustin’in 5 yaşından beri başına buyruk, dediğim dedik bir çocuk olduğunu, anlatıyor. Don Kişot’un büyük çocuğu yurttaşlık tepkisini sokağa dökmeye karar verince önce aile bireyleri ve en yakın arkadaşlarına çağrıda bulunuyor. Angers’de yaşayan kız kardeşi hariç, aileden ayrı İspanya’ya yerleşik babası dahil, iki erkek, iki kız kardeşi, iki de en yakın arkadaşı kendisine arka çıkıyorlar. Hepsi yanında, birlikte omuz omuza militanlık yapıyorlar. “Her şey uyumak istemeyen iki yaşındaki kızımı, annesi rahat uyuyabilsin diye dışarda dolaştırmaya çıkmamla başladı. Sokaklarda SDF’lerle konuştukça konut hakkının insan hayatındaki ağırlığını, toplumdaki barınaksızlar olgusu ve vahametini daha iyi kavradım. Önce oyuncu dostum, nikah şahidim Pascal Oumaklouf ile konulu film yapmayı düşündük. Ancak kısa sürede fikir değiştirdik. ‘Don Kişot Çocukları’ adıyla bir yurttaşlık hareketi oluşturup, eyleme geçmek, benim için dayanılmaz bir arzu ve kaçınılmaz bir hedefe dönüştü.” Çıkış noktasını bu sözlerle özetleyen Büyük Augustin, diğer B konut sorunlarıyla uğraşan dernekleri, sivil toplum kuruluşlarını (STK) da ikna etmeyi başarıyor. “Cepte 20 avro, elde bir kamerayla SDF’leri konuşturup, kurduğumuz internet sitesinden çağrılar yayınlamağa başladık”, diye devam ediyor yoldaşı Pascal. Her şey bir kaç ay hatta hafta içersinde gelişiyor. Buldozer ağırlığı, lokomotif enerjisiyle bu işe soyunan Augustin, babasından sağladığı olanaklarla 200 kadar bir örnek kırmızı çadır yaptırıyor. 6 hafta süreyle kardeşleri ve yoldaşları eşliğinde Paris’in çeşitli mahallerinde SDF’lerle yatıp kalkıyor. 2 Aralık’ta Paris’in en turistik merkezi Concorde meydanına çadırlarla yerleşirken polis müdahale ediyor. Bastille’ye kayıyorlar, polis orada da bırakmıyor. DKÇ sonunda 150 kırmızı çadırı 16 Aralık akşamı Paris’i ikiye bölen Seine nehrini kuzeyden besleyen St. Martin kanalının kıyılarına, yaklaşık 1 kilometrelik karşılıklı şeritler şeklinde kurmayı başarıyorlar. Polis çadırları boşaltmaya kalkışacak olursa, içinde yatanlar kanala düşüp boğulur endişesiyle hareketsiz kalıyor. DKÇ, bohemburjuva ve son yılların modası bu semtin sakinlerini, eşdost tanınmış kişilikleri, sosyal hassasiyetli bütün yurttaşları SDF’lerle, sokakta, çadırda gece geçirmeye davet ediyorlar. Seçimlerin yaklaşması, Noel ve Yılbaşı bayramlarının arttırdığı duyarlılık gibi etkenler zamanlamayı mükemmel kılıyor. Çok sayıda uzman STK’ın desteği, Jean Rochefort gibi Fransa’nın popüler aktör ve kişiliklerinin varlığı, basınyayının sene sonu konuları araması ve de özellikle Augustin’in karizmatik kişiliği, kararlı ve ilkeli davranışlar, ailesi ve yakınlarının, semt sakinlerinin, SDF’lerin olağanüstü katılımı toplumda herkesin eksikliğini hissettiği bir dayanışma havası yaratıyor... ??? Artık projektörler, kameralar üstlerine çevrilmiş, mikrofonlar onlara tutulmuştur. St. Martin kanalına kurulan çadır sayısı 250’yi geçerken, Fransa’nın belli başlı 15 kentinde kırmızı (farklı renkleri de var artık) çadırlar mantar gibi bitiverdi. Başta siyasiler olmak üzere her çevreden kişiliklerin bir biçimde boy gösterdiği bir mekana dönüşen S. Martin kanalı sakinleri ve DKÇ “Herkese Bir Konut, St. Martin Kartası / Temel Belgesi” başlığıyla (www.lesenfantsdedonquichotte.org ve www.lesenfantsdedonquichotte.com ) 6 maddelik bir acil istem ve ilkeler paketini yıl sonunda yetkili makamlara sundular. Bizzat cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın da yeni yıl konuşmasında uzunca değindiği konut sorunu ve acil barınak sorusu geçtiğimiz hafta hükümet tarafından ele alındı. İki acil kanun tasarısı meclise sevk edilirken, ilk ağızda 7 milyon avroluk bir ek bütçe tahsis edildi. Yasalardan biri tüm yurttaşlara, başını sokacak bir konut bulamadığı takdirde yetkili mercilere dava açma hakkını tanıyan, dünyadaki tek eşi İskoçya’da olduğu belirtilen bir yasa. Başbakanlıktan yapılan açıklamada bu sene pek niyeti olmasa da kış sezonunda, yani derhal zor durumda olan herkesi ağırlayacak 27 bin 100 kişilik ek yer açıldığı duyuruldu. Mevcut yasaların yeni yaptırımlarla daha sıkı uygulanacağı açıklandı. Örneğin, her belediyede en azından yüzde 20 oranında, dar gelirlilerin oturabileceği sosyal konut kurulmasını öngören yasa Fransa’nın birçok belediyesinde bir türlü hayata geçirilemiyor. DKÇ ve ağabeyleri Büyük Augustin, hafta başında alınan önlemlerden duydukları memnuniyeti ifade ederken, kalıcı konut bulundukça kırmızı çadırların kalkacağını da sözlerine ekliyordu. Haftalardır Fransız basın yayının ilk maddesini oluşturan eylemler şimdilik hedefine ulaşmışa benzer. Elbetteki yaşananların göz boyama, zevahir kurtarma olduğunu savunan epeyce görüş ve ses de var. Ulaşılan durum salı günkü Liberation gazetesinin kapağındaki sözcüklerle, “La victoire en campant” (Kamp Kurarak Kazanılan Zafer) midir, yoksa seçimler öncesi ortamın getirdiği geçici, yüzeysel bir taviz mi? Her zaman olduğu kalıcılık ve köklülük, sorun sahiplerinin sorunlarını sahiplenmeleri ve yandaşlarının, örneğin DKÇ’nin mücadelesinden geçiyor... ugur.hukum@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle