08 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

16 ‘Eve Giden Yol’ Hollanda ve Belçika’da gösterilecek Kültür Servisi Yönetmenliğini Semir Aslanyürek’in yaptığı ‘Eve Giden Yol1914’ adlı film, Amsterdam’da basına gösterildi. Basın için düzenlenen gösterimi, Hollandalı ve Türk gazeteciler izledi. Film, 11 Ocak’tan itibaren Hollanda’da sekiz ayrı kentte gösterime girecek. Belçika’daki gösterimi de 10 Ocak’ta başlayacak olan film, dört ayrı kentte gösterilecek. Filmin Hollanda ve Belçika’da dağıtımını üstlenen Multi Tone Film kuruluşunun sorumlusu Tonguç Oksal, çağdaş Türk sanat ve kültür değerlerinin tanıtımını hedeflediklerini söyledi. “Türk sineması uzun yıllardır tarihini ve özellikle Osmanlı’nın son dönemini, Batı’nın entrikalarını anlatan yapımlar çıkarmamıştı’’ diyen Oksal, ‘Eve Giden Yol1914’ün ardından kısa bir süre içinde ‘Son OsmanlıYandım Ali’ adlı filmi de Hollanda’da gösterime sunacaklarını açıkladı. Oksal, önümüzdeki ay içinde de 1980 dönemini mizahi bir dille eleştiren ‘Beynelmilel’ adlı filmi Hollanda’da sinemaseverlerin beğenisine sunmayı planladıklarını anlattı. C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL 12 OCAK 2007 CUMA Saygı Hangisine? mahkemesinde sergilemiştir bu tutumu Saddam. ABD’nin işgale gerekçe yaptığı hiç bir suçtan yargılanmamış kitle imha silahlarına sahip olma suçlamasından, 11 Eylül saldırılarında rolü olusuna degin hiç bir iddia mahkemede dile getirilmemiştir. Saddam bunlardan yargılanmamış, üç avukatı öldürülmüş, mahkemeyi ciddi bulmayan bir yargıç görevden alınmıştır. Yani politik bir mahkemede yargılandığının farkında biri olarak, “işgal mahkemesi”ni tanımaması, yurtseverce bir tutumdur Saddam açısından. Mahkemedeki itirazcı kişiliğinin yanısıra, idam görüntülerinin de yayınlanması, her kimin fikriyse aklına şaşarım, tam bir Halkla ilişkiler felaketidir. Cellatlarından daha cesur bir Saddam, kamuoyunun aklına kazınmak istenen zavallı Saddam görüntüsünü silip atmıştır o kayıtlar sayesinde. Direnmenin “erkekçe” bir tavır olduğuna inanmış toplumlarda bunun ne büyük bir etkisi olduğu bilinir. Yani Saddam, tüm yanlışlarına rağmen, ölüme bile yanlışlarını uygularkenki kararlılığıyla gitmiştir. Bu kararlılık Ortadoğu coğrafyasında alışıldık bir tutum değildir. Yatağında uyurken kurşunlanmak, yolda giderken suikaste kurban gitmek, birden bire gelen bir son olduğu için insana ölüm korkusunu hissetme şansı tanımaz. Bu nedenle daha önce idam edilmiş de, sehpada cesaret göstermiş bir Ortadoğulu lider hatırlıyor değiliz, en azından ben hatırlamıyorum. Saddam, ölüm korkusunu, hem de fazlasıyla hissetmiş olmalı. Çünkü hücresinden sehpaya getirilişi 20 dakikadan fazla sürmüştür. Bu bir insan için korkunç bir süredir. Nasıl bir ruh haliyle gider insan o sehpaya, anlamak mümkün değil benim açımdan. Eğer Saddam bir korku belirtisi göstermiş olsaydı bunda da eleştirilecek bir şey olmazdı herhalde. Kolay değil boynu koparılacak bir insan söz konusu burada. Ama Saddam, halkının önderi olduğuna gerçekten inanmış biri gibi davrandı. Bu nedenle bir önder gibi ölmüş olduğu kabul edilmesi gereken bir gerçektir. ??? Tüm diktatörlerin, tüm tiranların aslında korkak oldukları fikrini de berhava eden bir direngenlik göstermiştir Saddam. Kendi doğrularına inanmış adamların cesaretlerini sınamaları her zaman tanık olduğumuz bir tutum değildir. Tarih, kendi tanıklarını kendisi yaratıyor. Saddam’ın cesaretinin tanığının bizzat cellatları olması ne kadar gariptir. Onu filme alanlar, onun cesaretini belgelemiş de oldular. Hem cellat hem aptal olmak mümkünmüş demek ki. Biz de Saddam’ın başından beri “işgal mahkemesine” itirazlarına da idam sehpasındaki cesaretine de tanık olduk. Tarih bize bir gün sorarsa bu cesarete tanıklık edeceğiz elbette. Bush’la, Blair’in vahşetlerine tanıklık edeceğimiz gibi. ‘Eve Giden Yol1914’ adlı filmin yönetmenliğini Semir Aslanyürek üstleniyor. Sokağın dili bu kez lögar kapakları Zuhal AYTOLUN Bir yerlere ulaşmaya çalışırken, işe giderken, bazen yürüyüş yaparken bile her gün defalarca geçtiğimiz sokaklara ne kadar aşinayız? Posta kutuları, apartmanların giriş kapıları, tabelalar, çöp kutuları, duvarlar, çitler, bahçeler, korkuluklar, rögarlar, yerlerdeki karo taşları... Sokakların bizlere söylediklerini ne kadar duyabiliyoruz? Aidiyet hissi taşımayıp çoğu zaman tükettiğimiz yollara en son ne zaman içtenlikle baktık? Adnan Tönel’in sokağın dilini yansıtma amacıyla yola çıktığı çalışmalardan biri de rögar kapaklarını fotoğraflamak. Tönel, 9 Ocak10 Şubat tarihleri arasında Nişantaşı Egale sanat galerisinde sergilenecek ‘Rögarlar’ isimli fotoğraf sergisinin bir yazara ya da yönetmene esin kaynağı oluşturacağına, kaybolan sokak kültürü ve estetiği için de bir toplumsal uyanış olabileceğine inanıyor. ÜYÜLÜ DÜNYAYA GİRİŞ Tiyatro yönetmeni ve oyuncu olan Tönel’in rögarlara ve filmlerde gördüğümüz dehlizvari koridorlarına ilgisi gençlik yıllarına dayanıyor. Projenin kafasında oluşmaya başladığı zamanlarda ‘burası acaba masallarda ve filmlerde gördüğümüz büyülü dünyaların giriş kapıları mı’ diye bir öyküleme yapmış. Geçmişten geleceğe giden bir anlamlandırma yaptığı bu tür koridor türü alanlara oyunlarında ve performanslarında da yer vermiş hep. Bir kapaktan yani geçmişten girip, koridordan başka bir kapaktan geleceğe çıkmayı ve çıktığında da kirlenmiş, kapkara olmuş bir şekilde hedeflediği noktaya ulaşmayı canlandırmış kafasında. Var olan dünyanın gösterilen yerde değil gizli saklı bir yerlerde olduğu söylemiyle hareket eden Tönel, bu tür koridorları da düşünüp kurgulamış ve gizli dünyayı aramak için yollara düşmüş. Rögar kapağı deyip geçmeyin. Tüm atıkları kapatmanın yanı sıra elektrik, telefon ve ana şebekelere bağlantısını sağlayan bu kapaklar, hem kentsel mimarinin de bir parçası hem de tarihin tanıkları... Fransız Devrimi’nde Cumhuriyet Devrimini savunan insanlar tarafından bir ayaklanma malzemesi olarak kullanılan rögar kapakları aynı zamanda sehpa, avize gibi endüstriyel bir tasarım ürünü olarak da kullanılabiliyor. Ancak Tönel’in özellikle vurguladığı nokta rögarların sokaklarda yaşaması gerektiği. “Bizlerle aynı yaşam alanını paylaşan rögarlar sadece fotoğraf olarak sergileniyor. Zaten bu kent eşyalarını da sergileme amaçlı asıl vatanı olan sokaklardan koparılması sakillik olur. Sokağın dilini korumak gerekir çünkü onlar bir anlamda aynadır. Ancak çevresel kirlilik bu kent eşyalarını görmemize engel teşkil ediyor. Her değeri yitirdiğimiz gibi bu tür ayrıntıların da üzerini örtüyoruz” diyor. B Türkiye Almanya Film Festivali başlıyor Kültür Servisi Nürnberg’de 12’nci kez gerçekleştirilecek olan Türkiye/Almanya Film Festivali’nin başvuruları devam ediyor. Festival 818 Mart 2007 tarihleri arasında düzenlenecek. Uzun Metrajlı Film Yarışması için başvuruların devam ettiği festivalin kısa ve belgesel film yarışmasına seçilen ilk filmlerse belli oldu. Yarışma programına başvuran diğer filmlerin değerlendirmesi devam ediyor. Kısa Film Yarışması’nda yer alacak ilk dört film: Türkiye’den Belma Baş’ın ‘Poyraz’ ve Cemil Ağacıkoğlu’nun ‘İp’ adlı çalışmaları, Almanya’dan yönetmenliğini Lars Henning’in yaptığı ‘Security’, Fransa’dan ise Deniz (Benim Ölümüm Senin Ölümün Değil) ile Rèka Kincses’in ‘Balkan Champion’ adlı filmleri de yer alıyor. Türkiye’den ise Petra Holzer ve Ethem Özgüven’in ‘Alethea/Hakikat’ adlı belgeseli, yarışma bölümünde yer alması kesinleşen üçüncü film oldu. Bu bölümde de başvuran diğer filmlerin değerlendirmesi devam ediyor. Kısa ve belgesel yarışmasının kesin sonuçları en geç 20 Ocak 2007 tarihine kadar açıklanacak. Uzun Metrajlı Film Yarışması’na katılan filmler ve festivalin diğer bölümleriyle ilgili ayrıntılarsa önümüzdeki günlerde açıklanacak. Gamze Ergüven’in ‘Bir Damla Su’ adlı kısa filmi olarak belirlendi. .Belgesel Film Yarışması’nda ise Almanya’dan yönetmen Lars Barthel’in ‘Mein Tod ist nicht dein Tod’ lümü yüceltenlerden değilim, peşinen söyleyeyim. İnsanların karizmalarına uyan ölüm biçimlerini hak ettiklerine inananların sayısı az değildir. O nedenle Yunanlar, ölmesinden çok, maymun ısırmasından öldüğü için üzüldüler kralları Alexander’a. Gökyüzünde incelenmedik alan bırakmayan Danimarkalı gökbilimci Tycho Brahe’nin her halde şanına uygun bir ölümü olması gerekirdi sevenlerine bakarsanız. Kimsenin aklına Brahe’nin bir soylunun verdiği akşam yemeğinde nezaket kurallarına aykırıdır diyerek tuvalete gidemeyince mesane patlamasından öleceği gelmemişti. Kimi büyük yaşamlar vardır ki, kayıpları da görkemlidir. Barışçıl yöntemlerle iktidara gelen sosyalist Allende’nin, elinde silahla darbecilere karşı çarpışarak yaşamını yitirmesi bu örneklerdendir. Can Yücel gırtlak kanseri olduğunda eşi bu büyük ozan için “koca Can Yücel nezleden ölecek değil ya” diyerek, ozanın görkemli yaşamına dikkat çekmişti, şaka yollu. İnsanın onurunun ölçüsü ölüm biçimi değildir. Bu genel bir doğru tabii ki. Ama Saddam’ın ölümü bir çok açıdan bu “genel doğru” nun dışına taşıyor. Saygı Duyulacak bir yaşamı mı vardı? Asla. Her vicdan Halepçe’yi anımsar. Hiç bir vicdan Şii katliamlarını, Türkmen kıyımlarını hatırlamazlık edemez. Saddam’ın Amerikan desteğiyle İran’a açtığı savaşta 1 milyon kişinin ölümünden sorumlu oluşu unutulamaz. Tüm bunlar doğru. Tüm bunlar hiç de onur duyulacak bir yaşamın hatıraları değildir. Ancak Saddam, boyun eğmenin normal olduğu bir coğrafyada, yani Ortadoğu’da, hem de idam sehpasında düşmanlarının bile hayranlığını kazanan bir direngenlik sergilemiştir. ??? Benim bu direngenlikten çıkardığım kimi sonuçlar var. Cellatlarıyla bile kavga etmesine bakarak, Saddam’ın yaptığı her şeye inanmış bir adam olduğu düşüncesi uyandı bende. Hiç yanlış yapmamış biri gibiydi mahkemede de, idam sehpasında da. Yanlışlarını kabul etmesi için uygun yer mahkeme ya da sehpa değildi elbette, farkındayım. Ama hayatının hiç bir evresinde hatasını kabul etmek gibi bir tutum sergilemiş değildi. Yaptığı her şeyin doğruluğuna inanmak tehlikeli bir ruh halidir aslında. Kendisini eleştirme, yanlışlarını görme ihtimalini sıfırlayan bir ruh hali. Bu “kendine iman” durumu, idam sehpasında, Saddam örneğinde olduğu gibi, örneğin, direnmek türü bir eylemi de doğurabilir ama sağlıklı bir tutum değildir. Kendisine yönelik eleştiri yapmayan bir kişiliğin, inançlarına olan kararlılığının direngenlik sanılması da mümkün. Ben de öyle sananlardanımdır belki, kim bilir? Ama ne olursa olsun, yanlışlarına olan inancından kaynaklanmış bir “direniş” de olsa bir işgal Ö 50’NİN ÜZERİNDE OYUNDA ROL ALMIŞTI on zamanlarda okuyor ve dinliyoruz: Kimi ‘liberal aydınlara’ göre ‘cumhuriyet’ kavramının ‘artık’ yeniden tartışılmasında yarar var; üstelik de bu tartışma, laiklik ilkesi – yine ‘artık’! – bağnazlıktan uzak ele alınarak yapılmalı. Şu ‘artık’ sözcüğü önemli ve sanki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içersinde, herhangi bir zamanda, laiklik ilkesi bağnaz bir tutumla ele alınmış veya uygulanmış gibi bir izlenim uyandırıyor. Öyle ise, böyle bir tartışma talebinde bulunanların, yaşadığımız ortamda laikliğin ne zaman bağnazlığa kaymış olduğunu kanıtlarıyla gözler önüne sermeleri kesinlikle zorunludur. Çünkü bu yapılamıyorsa eğer, farklı bir durumla karşı karşıyayız demektir. Başka deyişle, o zaman laiklik üzerine ‘artık’ sözcüğüyle düşürülen gölge, laikliğin ‘artık’ vurgulanmaması gerektiği gibi bir anlama atıfta bulunacaktır. ??? Kavramları ve onlardan kaynaklanan ilkeleri bir kez ortaya koyduktan sonra bir daha hiç tartışma konusu yapmamak, elbette aklın gereklerine, bilimselnesnel düşünme biçimine aykırıdır. Zamanın getirdiği değişimler bağlamında bu kavramların/ilkelerin S ODAK NOKTASI AHMET CEMAL Laiklik Bilinci, Cumhuriyetçilik ve Demokrasi... lanırken, cumhuriyet kavramının ‘artık’ laiklik ilkesinin bağnazlığa kaçılmadan yeniden tartışılmasını gündeme getirme talebinde bulunulması, katıksız bir ‘aymaz aydın’ tavrından başkaca bir şey değildir. ??? Gerçekte Türkiye’de cumhuriyetin de, laiklik ilkesinin de en büyük talihsizliği, özellikle seksenli yılların başından bu yana görünüşteki eğilim ve yönelimleri bağlamında demokrat ve cumhuriyetçi, ama bilgi temelinden yoksun ve bu nedenle ‘dünya görüşü özürlü’ aydınlardan oluşma bir kesimin gittikçe artan ölçüde ağırlık kazanması olmuştur. Bu kesimden olanlar, özellikle gençleri türlü yanılgılara ve çözümsüz çelişkilere sürüklemekteki küçümsenmesi olanaksız başarılarını, bir yerlere gelmiş olmayı, o yerlerde kalem oynatmayı ve söz sahibi olmayı aydın olmanın birincil, dahası tek ko yaşama ters düşmemesi, ancak akılcı tartışmalarla sağlanabilir. Ama bu tür tartışmalar için yanlış çıkış noktaları seçmek, tartışılan kavramları ve ilkeleri bulandırmaktan, sulandırmaktan, sonuçta da yozlaştırmaktan başka bir sonuç veremez. Bu durum, bilimselakılcı düşünce kavramının doğal getirilerinden biri olan laiklik ilkesi için de tümüyle geçerlidir. Bu ülkede laiklik ilkesinden yola çıkılarak dini bütün Müslümanların ibadet özgürlüklerine, dinlerinin gereklerini yerine getirme özgürlüklerine hiçbir zaman herhangi bir sınırlama getirilmemişken, tam tersine, sanki böyle sınırlamalar varmışçasına, laiklik ilkesi hep kendini savunma konumuna itilmişken, özellikle yakın tarihte, düşüncenin egemen olması gereken alanlara inancın sızmaları ve saldırıları laiklik ilkesinin bağnazlığı diye yorumlanmışken ve bugün de yorum şulu gibi tanıtmakta sergiledikleri gerçekten büyük başarıya borçludurlar. Bir kez ‘bir yerlere varmış’, oralarda ‘ad yapmış’ olmanın ardından, “sırtımızda yumurta küfesi yok ya!” dercesine, kimi zaman en inanılmaz ölçülerde saf değiştirmelerin, kaypaklıkların ve dönekliklerin, aslında en azından etik bağlamda hesabı verilmesi ve sorulması gereken tutumlar olmaktan çıkartılması, bugün laiklik bilincini yeterince taşımadan demokrat ve cumhuriyetçi olunabileceği gibi ancak ucube diye nitelendirilebilecek bir eğilimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. ??? Böyle bir gafletin bir toplumu götürebileceği tek yer, din bağnazlığı ve ülkemizde kimilerince zaten hedeflenen din devletidir. Böyle bir gafletten önce, cumhuriyet kavramını yeniden masaya yatırma talebinde bulunmak ise gerçek aydınlara değil, ancak içinde bulunulan toplumsal koşulları değerlendirmekte en azından ‘ağır kusur’ işleyenlere özgü bir davranış olabilir; ‘ağır kusur’ ise, ceza yasalarında bile çoğu durumlarda ‘kast’ ile bir tutulmuştur! [email protected] [email protected] DT sanatçısı Nur Bartu’yu kaybettik... Kültür Servisi Tiyatro sanatçısı Nur Bartu, 2 Ocak günü Ankara’da 90 yaşında yaşama veda etti. Devlet Tiyatroları emekli sanatçısı Nur Bartu’nun naaşı, arzusu üzerine Sapanca Maşukiye Köyü’nde defnedildi. Devlet Tiyatroları’nın öncü sanatçılarından olan Hüsnü Nur Bartu, 1937 yılında girdiği konservatuvarın tiyatro bölümünden 1942’de mezun oldu. 19451949 tarihleri arasında Devlet Konservatuvarı Tatbikat Sahnesi’nde asistanlık yapan Bartu, 1949 yılında Devlet Tiyatroları’na girdi. 1974’te emekli olan sanatçı, 50’nin üzerinde oyunda rol aldı. ‘Gülünç Kibarlar’, ‘Denize Giden Atlılar’, ‘Jül Sezar’, ‘Müfettiş’, ‘Yanlışlıklar Komedyası’, ‘Köşebaşı’, ‘Bizim Şehir’, ‘Paydos’, ‘Onikinci Gece’, ‘Küçük Şehir’, ‘Antigone’, ‘Tüccar’, ‘Peer Gynt’, ‘Hamlet’, ‘Çayhane’, ‘Üçüncü Selim’, ‘Kleopatra’nın Mezarı’, ‘Doğum Günü’, ‘Kördüğüm’ sanatçının rol aldığı oyunlardan bir bölümü. (DT Halkla İlişkiler: +90 0 312 309 39 20)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle