07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 OCAK 2007 CUMA tarihçe CUMA YAZILARI ORHAN BURSALI Cinayet var, cani kim? Erdoğan AYDIN Geçen haftaki yazımı şöyle bitirmiştim: “Sarıkamış macerasının yıldönümünde yapılması gereken, kahramanlık menkıbeleri yazmak değil, öncelikle bu sorumsuzluğun sorumlusunu mahkum etmek olmalı. Bir ülkenin en kutsal değeri halkı ve halkın en kıymetli varlığı olan gençlerini yayılmacılık uğruna, üstelik asgari önlemleri bile almadan ölüme gönderen zihniyetleri mahkum etmek, benzeri maceralara karşı kapıları kapatmak anlamında da zorunlu. Bu sorumluluk, aynı zamanda dondurulan 90 bin insanımızın ruhlarını şad etmenin de zorunlu gereği. Onların arkasından kahramanlık nutukları atmak, yapılabilecek en kolay şeyi yaparak sorumluluktan kaçmak ve tabii o insanlarımızın kemiklerini sızlatmaktır. Oysa onlara saygı ve tabii yurtseverlik, halkın yaşama ve güvenlik hakkına saygıdan, kimseye saldırmamaktan, saldırganlara karşı da ülkesini korumak iradesinden geçmektedir”. Diyeceğim o ki Sarıkamış’a dair onca tartışma, onca bilgi aktarımı, onca ayrıntı içinde işin sorumlularına, nedenlerine, sonuçlarına dair gerçekleri kaybettik. Askeri akademilerde sorun bu gerçek boyutlarıyla da irdeleniyor mu bilmem ama, ‘sivil’ söylem ‘şahadet’, ‘atalarımız’, ‘vatan’ eksenli bir hamasetin etkinliğinden bir türlü kurtulamıyor. Oysa geçmişimize dair bu gibi soruların gerçek yanıtlarından uzak tutulduğumuz müddetçe, kul / tebaa olmaktan çıkıp yurttaş düzlemine yükselmemiz de mümkün olamayacaktır. AİNİ ARAMAYACAK MISINIZ? Sarıkamış Harekâtının planı, belli ki kağıt üzerinde mükemmel görünmüş: 11 Kolordu düşmanı oyalarken 9. ve 10. Kolorduların soldan kuşatmasıyla, düşman güçleri tahkim edilmeden Sarıkamış’a girilecek ve ardından ver elini Kafkasya, ver elini Turan! Ancak bu kağıt planın, gerçeklikle bağ kopukluğu gibi ‘küçücük’(!) Enver Paşa, eşi Naciye Sultan ve köpeğiyle birlikte C Gelecek ve MGK! 13 Şerif İlden’in, gelecek nesiller adına; “Cinayet var, cani kimdir? Aramayacak mısınız? Hiyanet gördün, hain kimdir? Aramayacak H bir kusuru var: Eldeki haritanın bölgeyi yeterli ayrıntıda göstermemesi bir yana, gerekli ve uygun giyim, sağlık, yiyecek, silah, cephane, ulaşım, haberleşme arka desteğinden yoksundur. Özetle ‘iyi planın’ başarısı mucize veya Allah’a havaledir. İnsanlık, Allah’ın böylesi süreçlere müdahil olduğuna dair bir bulguya sahip değildir. Kendisinden mucizeyi gerçekleştirmesi istenen 3. ordunun komutanı Hasan İzzet Paşa ve Askeri Islah Heyetinin Başkanı Von Sanders dahil pek çok subay, başarının olanaksızlığını belirtmiştir. Buna rağmen, gözünü Turan bürümüş Enver Paşa harekâtı başlatır. Diğer yandan saldırıya karşı kendini savunmak gibi bir durum da söz konusu olmadığına göre, karşılaştığımız afet, doğal bir durum değil; hayalleri uğruna ülkesini riske atmak, halkını kaldıramayacağı bir yükün altına sokmak, yüzbinleri ölüme göndermek gibi bir sorumsuzluktur. İşte tam da bu noktada Kurmay Yarbay Köprülülü mısınız?” haykırışıyla karşı karşıyayız (Sarıkamış, s.256). Sarıkamış’tan 7 yıl sonra Akşam gazetesi aracılığıyla kamuoyuna ulaştırılan bu sorgulamadan rahatsız olanlar, “şehitleri hırpalamaktan ne zevk alıyorsun?” gibi her dönem karşılaşılan demagojik suçlamalarla Ş. İlden’i susturmaya çalışırlar. Bunlara karşı İlden; “bu cinayetin tek yaratıcısı ve asıl nedeni olan (...) anlayışı, (ölüler ve öldürülenler adına) çocuklarımıza anlatmak ve göstermek” sorumluluğuyla davrandığını söyler, geri adım atmaz: Sorunun gerçekte harp divanında görülmesi gerektiğini belirtikten sonra, kendi durduğu yerden; “Bu dava Osmanlı devleti tarihinde eşi görülmemiş bir yiğitliğin ve yine öyle bir özverinin sonsuz ve hâlelenmiş taçlı onurunu, belirsiz mezarları üzerinde taşıyan büyük ölülerin büyük kan davasıdır. Ve bu nedenle sürekli olarak açıktır ve açık kalmalıdır” der. Ne yazık ki bu haklı ve halkçı sorgulamanın gereğine uygun davranış sürdürülmez. Enver Paşacı zihniyetin gücü, İlden’in kitabının basılmasını bir dönem engellemeyi başardığı gibi, Enver Paşanın mezarını, “devlet büyüğümüz” olarak sonradan ülkemize getirmeyi başaracaktı. Bu gelişmenin de gösterdiği gibi, şehitleri toplum üzerinde bir hegemonya aracı olarak istismar eden, ama onların can güvenliğiyle ilgilenmeyen bir etkinlik dolaşıyor aramızda. Bugün döneme dair üretilen tarih yazımlarının çoğunda da bu etkinliği görüyoruz. Dünün sansür ve Enver korkusunun yerini bugün ince tarihi yorumlarla cinayeti olağanlaştırmak alıyor: Tarihsel olguların yeniden kurgulanması, ölü sayısı üzerinde hafifletici oynamalar, suçu kara kışın üstüne atıp, sanki komutanlık becerisi tam da bu koşulların dikkate alındığı yerde başlamazmış gibi Enver’i sorumluluktan kurtarma çabaları vb... Böylece bir neslin dramı, “vatan topraklarının kolay elde edilmediğinin” göstergesine dönüştürülüyor. Öncelikle anımsanmalı ki Sarıkamış bir vatan kurtarma harekâtı, yani Kurtuluş Savaşı değil. Bu basit gerçek bile karartılınca, toplumun bilincinde sapla saman birbirine karışıyor; sonuçta hesaplarını sormamız gereken şehitler, bizzat onları ölüme sürenlerin elinde, gerçekleri karartmak için kullanılan bir araca dönüşüyor. Böylesi bir tarih yazımı ve anma geleneğiyle elde edilen şey ise, halen gördüğümüz gibi dinci siyasetlere ve şoven bir milliyetçiliğe yem olan, hak ve geleceğine yabancı bir toplumsal bilinç oluyor. Esasen bizi kuşatıp siyasetin niteliğini düşüren dinotoritehamaset eksenli toplumsal bilincin önemli nedenlerinden biri de bu bilinçtir zaten. Dolayısıyla yöneticilerin keyfiliğini, halkın hak ve özgürlüklerine karşı sorumsuzluğu, ölümün, yayılmacılığın, işbirlikçiliğinin doğallaşmasını sağlayan bir tarih yazımından kendimizi kurtarmak yurttaşlaşma ve çağdaşlaşmanın da olmazsa olmaz gereklerinden biri görünüyor. Bozgunun etkileri arıkamış Harekâtında Ruslar ciddi bir panik yaşayacaktır. Almanya açısından bu Harekâtın önemi, Rusların Avrupa cephesindeki güçlerini dağıtmaktı; ki Rusların içine itildiği panik ve Avrupa’dan güç kaydırmaları, bu amaca ulaşıldığını gösteriyor. Ancak bir de Enver’in kendi hedefi vardı; ki bu, ‘Turan’a yol açmak ve Kafkasya’yı ele geçirmekti. Ne ki Sarıkamış ele geçse bile, arka planı güçlü olan Rus ordusuna karşı Kafkasya’yı ele geçirmek olanaksız görünüyor. Örneğin Von Sanders, raporunda, “Direnmeme rağmen bu ordu ile SarıkamışKars hattına taarruza karar alındı. Halbuki, Ordu, elverişli muharebelerle dağı aşsa dahi, Kars Kalesine saldırmak için gerekli muhasara toplarına sahip değildi” diye yazacaktır. Esasen bu ayrıntılar bir yana, Kafkasya stratejisinin bizzat kendisi yanlıştı ve asıl bu nedenle Osmanlının felaketi olacaktı. Çok büyük insan zayiatı yanında bu bozgununun genellikle üzerinde durulmayan çok önemli etkileri olacaktı; ki bunlardan birincisi, Sarıkamış bozgununun Osmanlının Doğu Ruslar Türk askerini toplu mezarlara gömüyor S Anadolu’yu savunma ve güvenlik kapasitesini yok etmesidir. Bunun sonucunda Rus işgalinin önü açılırken, İttihatçıların Anadolu’yu kontrol için zorbalık ve şovenizmden başka aracı kalmayacaktı. Nitekim Teşkilatı Mahsusa’nın Ermeni halka, Rusya’nın da Türk ve Kürt halka yönelik sürgün ve katliamları hep bu sürecin türevi gelişmeler olacaktı. Oysa daha en başından savunma eksenli bir strateji ve adil bir yönetim siyaseti izlenmiş olsaydı, hem bu korkunç insan kırımı, hem de Çarlık Rusya’sının yayılmacı siyasetinin Anadolu’nun neredeyse ortalarına uzanan başarısına kapı açılmayacaktı. Bu durum da gösteriyor ki maceracı stratejinin faturası öncelikle vatana ve onun en kutsal varlığı olan halka çıkmaktadır. Nitekim sansür ve dezenformasyonla gerçeklerin karartılmasına karşın ilkbaharla birlikte Çarlık ordusunun, Trabzon’u alarak başlatacağı işgal Doğu Karadeniz’e, ardından Erzurum’a Bitlis’e Muş’a yayılacaktı. Oysa aynı dönemde Osmanlı kamuoyu (Enver Paşanın 5 Ekim 1915 Meclis konuşmasında); “...Rusları kendi arazileri dahilinde takip edecek surette karşı taarruza geçerek onları hırpaladık ve bugüne kadar gördüğümüz gibi, Rus Ordusunu artık bizim için tehlike oluşturmayacak hale getirdik” şeklinde ‘bilgilendirilmekteydi’! Ancak kamuoyu bu şekilde aldatılırken, Alman Konsolosunun Ekim 1916’da Sarıkamış üzerine yeniden cephe açma isteği karşısında aynı Enver; “Nasıl istersiniz, daha evvel silah vaat etmiştiniz, kış mevsimine dayanıklı giyecek vaat etmiştiniz.. Vermediniz ve Trabzon’dan Van’a kadar bütün bölgeyi kaybettik” diye feveran edecektir (Özhan Eren, Sarıkamış’a Giden Yol, s.515) illetçe “dün” ile uğraştığımız, “dün” üzerine hesaplaştığımız için Türkiye’nin bölünme, yarılma içinde olduğunu belirtiyoruz üç gündür. Bunun temel nedenini de bir “gelecek proje”mizin olmamasına bağlıyoruz! Yıllardır bu köşede savunulur: Türkiye’yi geleceğe taşıyacak ulusal kalkınma hedeflerimiz yok. Ayakları üzerinde, ama dengede duracak bir ekonomik yapıya sahip değiliz. Bunun temel nedeni de ekonomik ulusal politikalar olmaması. İktidarlar, aptal piyasanın, aklının ancak yettiği günlük kazanç politikalarıyla Türkiye’nin bir yere gelebileceğine inanıyor! Ne ham hayal! Geçen gün Vahap Munyar’ın köşesinde (Hürriyet) okuduğum bir haber, başımı tavana vurdurttu! Zorlu Holding’in sahibi Sayın Zorlu’yu Maliye Bakanı Unakıtan çağırmış. Ona, “Hani üç yıl önce bir plazma ekran fabrikası kuralım demiştiniz ya, şimdi sizi destekleyeceğiz, bunu bir an önce kuralım” demiş! Zorlu da bu projenin Polonya’da kaçtığını anımsatmış... Zorlu, bu proje için vaktiyle hükümetten teşvik ve destek istemiş ve reddedilmiş! Unakıtan’ın başına taş mı düştü, diye düşündüm. Çünkü Unakıtan (ve ekibi belki) görmüşler ki “Yahu büyüyoruz, ama cari açık daha çok büyüyor ve sürdürülebilir bir ekonomi yaratamıyoruz. Eğer ithal etttiğimiz çok sayıda mal ve hizmeti burada üretemezsek, bu cari açığın büyümesini durduramayacağız!” Günaydın Sayın Bakan! Günlük mali politikaları izlemekten başka işi olmayan ekonomi dünyamıza ve iktidara egemen düşüncenin zincirlerinden kurtulma işareti mi bu? Gerçek kalkınma ve istihdam için “satın almacı” değil, “üretilebilecek ne varsa bu ülkede üretmeci” bir ekonomi politika belirlemeden, cari açığı azaltmanın ve sürdürülebilir bir ekonomi oluşturmanın mümkün olmadığı gerçeği mi görülüyor yoksa? Umarım bu düşüncelerinizden, Amerika’da serbest piyasaya tapınmayı öğrenmiş Ekonomi Bakanınızın da haberi vardır! ??? “Üretilebilecek ne varsa ülkede üretmeyi” teşvik edici bir ekonomi yönetimi, ulusal politikalar için ilk düşünce değişimi koşulu! M Arkasından, yeni Ekonomi, bilgi teknolojileri, bilgi toplumu vizyonuna ilişkin temel politikalar, ileri teknolojilere yönelik hedefler, ArGe’ye yönelik ciddi projeler, ekonomiye ve üretime odaklanmış bilim ve teknoloji politikaları... Bütün bu tür politikaların zaman ve bütçe hedefi, gerçekleşmeleri için siyasal dirayet... Ve bunları Türkiye’nin gerçekleştirebileceğine ilişkin sarsılmaz bir inanç! Çünkü ülkemizin tarihi, Kurtuluş Savaşı sonrası, bunların örnekleriyle dolu! Müthiş bir yeni bir nesil yarattı Cumhuriyet ilk 20 yıl içinde! Ve kendi ekonomisini, araştırma kurumlarını! (Öyle değil mi Sayın Taha Akyol!) Bu ülkede yetişkin insan, mühendis ve bilim güçlerimiz eksik değil. Önlerine projeler ve hedefler konursa, Türkiye’de beyin güçleri derhal toparlanır! Dışarıdaki beyin güçlerimiz bile geri dönüş yaşar! Bugün bile bilim ve teknoloji dünyamızda çok önemli kımıltılar var! Hayatı bilim ve teknoloji politikaları üretmek, dünyayı bu açıdan izlemekle geçen nesiller bizimle birlikte yaşıyorlar.. Mesela 1986’da bu politikaların ana temelini atan Prof. Nimet Özdaş! (Türk Bilim Politikası, 19832003)... Bütün bunların ötesinde, araştırmageliştirmenin önemini dünya ile rekabet içinde öğrenmiş, yetişkin işadamıgirişimci güce de sahip bu ülke… TÜSİAD başta olmak üzere! ??? Yıllar önce, 2023’e kilitlenmiş kalkınma politikaları tartışılmıştı bu köşede (2023 Partisi bile kuralım demiştik!). 2023 Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100. yıldönümüdür. O tarihte nasıl bir ülke görmek istiyoruz, diye sormuştuk! Bugünkü gibi mi, yoksa ekonomide, demokraside kaderini değiştirmiş başı dik, güçlü bir ülke mi? Sonra 2023 kitapları da yazıldı. 2023 İstanbul Forumları kuruldu; ama bu bile sürdürülemedi, küçültüldü ve amacından saparak yok oldu! Bizi bu dağınıklıktan, gelecekle hesaplaşmak kurtarabilir ancak. Ve bütün zırvalıkların da sesi soluğu kesilir böylece! Başlıkta MGK’nin işi ne, diyeceksiniz. Gelecek yazıda konuyu sürdüreceğiz... Uyuşturucu kullanma yaşı 12 Gül VONAL Türkiye’de uyuşturucu kullanma yaşının 12’ye düştüğü ve geçen yıllara oranla yüzde 100 artış gösterdiği belirlendi. 2005 yılında yakalanan 377 bin 745 adet extacy hap, 2006 yılında 1 milyon 266 bin 212’ye yükseldi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Narkotik Şube yetkililerinden alınan bilgilere göre, 2005 yılında gerçekleşen 1348 olayda 2 bin 913 kişi gözaltına alınırken, geçen yıl yapılan 1784 operasyonda 3 bin 732 kişi yakalanarak adli makamlara sevk edildi. Yine 2005’te ele geçen 613 kg. esrar maddesi, geçen yıl patlama yaparak 1 ton 299 kg. seviyesine, kokain ise yüzde yüz artış göstererek 35 kg’dan 76 kg’a yükseldi. Gerçekleştirilen operasyonlarda ele geçen 71 adet silah ise geçen yıl 195’e çıktı.Narkotik şube yetkililerinden alınan bilgilere göre Türkiye, uluslararası uyuşturucu trafiğinin en önemli geçiş noktasını oluşturuyor. Özellikle Afganistan ve İran’dan getirilen eroin, zehir tacirleri tarafından Ukrayna üzerinden Avrupa’ya aktarılıyor. Türkiye’deki en önemli kilit noktalarını ise Bingöl başta olmak üzere, Diyarbakır, Mardin ve Batman oluşturuyor. Uyuşturucu kaçakçılarının pahalı da olsa en güvenilir yolları tercih ettiğini anlatan emniyet yetkilileri, tacirlerin deniz ve hava taşımacılığını seçerek İzmir, Ankara ve Mersin’i üs olarak kullandıklarını dile getiriyor. Ağır yük taşıyan TIR’ların zula tabir edilen bölümlerine yerleştirilerek İstanbul’a getirilen uyuşturucu maddeler ise en çok Beyoğlu, Gaziosmanpaşa, Esenler, Fatih, Zeytinburnu ve Üsküdar ilçelerinden iç piyasaya sürülüyor. Uyuşturucu kullanma yaşının 12’ye kadar düştüğünü dile getiren emniyet yetkilileri, ilköğretim okullarında, kolejlerde, üniversitelerde ve sokak aralarında satılan zehirlerin, ülkenin kanayan yarası haline geldiğine dikkat çekerek “Gençlerin manevi ve ahlaki değerlerini çürüterek sömürgeci devletlerin uydusu haline gelen bir toplum yaratılmak isteniyor. Dış güçlerin ve içerdeki ajanlarının ve bunlarla işbirliği yapan mafya üçlüsünün organize çalışmasını yok etmek için uzman kadromuz ve ailelerin desteğiyle çalışmalarımıza devam edeceğiz” diye konuşuyor. Çifte mucize arıkamış Harekâtı’nın genellikle ifade edilmeyen bir diğer etkisi de, Çanakkale savaşının başlama nedeni olmasıdır. A. Müderrisoğlu, Sarıkamış’ın bu etkisine, o çok önemli çalışması “Sarıkamış Dramı”ında işaret ediyor: Nasıl ki Almanlar Sarıkamış Harekatını, Rusya’nın bütün güçlerini Avrupa’ya yoğunlaştırmasını engellemek amacı ile kışkırtmışlarsa, Ruslar da “müttefikleri İngiltere ve Fransa’yı Osmanlı’ya saldırtarak Sarıkamış’a destek göndermelerini önlemek istemişlerdir. Sonraki günlerde cephe gerisinde destek olacak Türk kuvveti olmadığını anladıkları halde müttefiklerini sıkıştırmaya devam etmişlerdi. Ruslar, saldırıdan vazgeçerler korkusuyla Sarıkamış’ta kazandıkları kesin ve büyük zaferi müttefiklerinden gizleyeceklerdi. Böylece Enver Paşa Kafkasya’yı alacağım derken, İngiltere ve Fransa’yı ülkenin en can alacak yerine, Çanakkale Boğazına çağırmış olacaktı.” S Böylece Rusya, müttefikleriyle birlikte savaşı Avrupa’da bitirme amacını engelleyen Osmanlıdan rövanşını, Müttefiklerini Çanakkale’ye saldırtarak ödettirecekti. Osmanlı için bir savunma savaşı olarak öncekinden farklı nitelikteki Çanakkale’de de 250 bin civarında ölüyaralıkaçak kaybı yaşanacaktı. Her iki durumda da olan Osmanlıya olacak, böylece bu iki savaş, Osmanlının 4 yıllık savaştaki tüm kayıplarının yarısından çok insan kaybına uğramasına neden olacaktı. Çanakkale’nin Sarıkamış’ı, dolayısıyla Enver Paşanın sorgulanması olasılığını unutturmak gibi negatif etkisi yanında, moral dengeleri tümden değiştirmek gibi pozitif bir etkisi olacaktı. Çanakkale’de gerçekten de bir mucize gerçekleşecekti; çünkü burada savaşanlar ve bu savaş özgülünde memleketin bütünü, meşru savunma eksenli ruhsal bir seferberliğe girecekti (yine de eğer başta Mustafa Kemal olmak üzere bazı komutanların etkin yönetimi olmasaydı sonuç çok farklı olabilirdi). Tabii Çanakkale zaferinin sağladığı büyük morale rağmen, eğer Bolşevik ihtilali gerçekleşmemiş olsaydı, Sarıkamış bozgununun ardından gelen toprak kayıplarını geri almak mümkün olamayacaktı. Çünkü Çanakkale zaferine rağmen savaş, bir bütün olarak İtilaf devletlerinin zaferine doğru belirginleşmeye başlamıştı. Nitekim Rusya devrim sonrasında savaştan çekilmesine rağmen Müttefikler yenilgiden kurtulamayacaktı. Bu koşullarda eğer İtilafın temel güçlerinden Rusya’da devrim gerçekleşmemiş olsaydı, Refahiye’ye kadar gelmiş olan Çarlık ordularını geri atmak mümkün olamayacağı gibi İstanbul’a da bizzat Ruslar yerleşecekti. İşte bu kritik koşullarda Osmanlıdan yana gerçek mucize olacak, Rus işçi ve köylüleri (tıpkı Enver gibi, şoven ve yayılmacı siyasetle kendilerini Avrupa ve Kafkasya’da ölüme gönderen) Çarlığı devireceklerdi. 3 Aralık 1917’de yayınladığı bildiride Lenin, “Rus işçileri ve köylüleri Boğazlar için, İstanbul için, Türkiye’nin yağmalanması için savaşmak istemiyorlar” diyerek, Anadolu’yu işgal etmiş olan Rus askerlerini geri çekecekti. İşte bu nedenle Bolşevik İhtilali, “Türk milliyetçilerine, Çarlık Rusya’sının İngiltere Fransa ile birlikte Türkiye’yi yok etme planlarının beklenmedik bir mucize ile yok olması biçiminde görünmektedir” (D. Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, s.435)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle