17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

C S sürekli gündem konusu… sebeplerinde yoğunlaşan yayınlar, "insanlık dramı yaklaşımını" unuttu. Kullanılan ortak dil, olayları "yapılan bir hatanın haklı olarak cezalandırılması" şeklinde sundu. Böylece uluslararası alanda, "saldırgan bir Türk" yaklaşımı izlenimi oluştu ki, buna en güzel ön koşulu, kökleri tarihin derinliklerine sarkan Batı karşısındaki "stereo tiplemenin kurbanı olumsuz Türk" imgesi hazırladı. TRATEJİ 13 algı uyuşmazlığı TÜRKİYE’YE DAYATILAN SÜREÇ DEĞİŞEN ANLAYIŞ Ermeni Sorunu’na dair Türk konseptinin yurtdışına sunumunda, Türkiye’nin katılmadığı II. Dünya Savaşı’ndan sonra değişen Avrupa toplumu fark edilmedi. I. ve II. Dünya Savaşları’na küreselleşme sonucunda da oluşan temelden olumsuz yaklaşım, Avrupa’nın yeni oluşumunda önemli bir kimlik unsuru olarak yeni nesle aktarıldı. Bu temeller üzerine kurulan AB gelişimi göz ardı edildi. AB yaklaşımına göre, Avrupalıların, neden olduklarını kabul edip, yaptıkları hatayı düzeltmek için lanet ettiği savaşlardan birindeki bir olayı böylece Türkiye, savunur hale düştü. Bu durum, konunun siyasi çehresindeki teknik bir şanssızlıktır. Türk, Ermeni ve daha çok Ermeni görüşünü savunan Avrupalı yaklaşımındaki frekans uyuşmazlığı, problemlerin ana sütunlarından birini oluşturuyor. "Türk tarafı", olayı nedenleriyle sunup gerekli bir tedbir olarak savunurken, karşıt görüş, olayı temelindeki savaş ve ön şartları dikkate almadan tehcirden itibaren başlayarak sadece insani ve trajik boyutu ile sunuyor! Bu da tabii ki Dünya Savaşları ardından oluşan yeni Avrupa toplumunda daha fazla kabul görüyor. TürkErmeni anlaşmazlığının siyasi bağlamında Türkiye’ye son darbe, sözde Ermeni soykırımı ile Yahudi Soykırımı (Holocaust) arasında doğrudan bağ kurulup, bunun son yıllarda özellikle Musevi kökenli araştırmacılar tarafından da kabul edilmesiyle vuruldu. Artık Ermenilerin I. Dünya Savaşı’nda başına gelen hadiseler siyasi yönüyle Polonyalı Musevi hukukçu ve "soykırım/jenosid" sözcüğünü literatüre kazandıran Raffael Lemkin üzerinden Holocaust ile doğrudan ilişkilendiriliyor. Musevi siyasilerin çoğu, uluslararası platformda bunu artık kendilerine yapılan soykırıma yapılan bir haksızlık olarak değerlendirmiyorlar. Soykırıma uğramışlık, Ermenilere atfedilirken bu örnek üzerine yerleştirilen Holocaust ise Yahudilerin başına gelmiş bir facia olarak kabul ediliyor. "İnsanlığa karşı işlenen suçlar" ifadesi bilimsel bir uzmanlık alanı olarak algılanıyor, soykırım ise bunun bir parçası yapılıp hukuksal tanımların dışına çıkılarak tarihteki toplu katliamları soykırımlaştırma eğilimi gösteriliyor. Ermenilerle Musevilerin başına gelenler arasında dünyalar kadar fark olduğu göz ardı edilerek üniversitelerde "Holocaust", Musevilere yapılan soykırım özelliğiyle öğretilirken "Jenosid", Ermenilerin başına gelen soykırım olarak öğretiliyor. Bilimsel çalışmalar, bu denli siyasi bir karakter alan tarihi bir olayın günümüz toplumunca anlaşılması için en önemli malzeme olmalıdırlar aslında. Konunun her yönü ile mukayese edilmesi ve bilimsel her yeni yöntemin kullanılması gerekliliği, aslında teorik bir yaklaşımdır. Siyasi bir ihtilafın çözümü çerçevesinde ortaya atılmış, Ermenistan Bilimler Akademisi ile Türk Tarih Kurumu’nu bir araya getirmeyi başaran bir bilimsel organizasyon denemesi olan ve basında uzun uzadıya konu edilen Viyana Ermeni Türk Platformu – VAT’ın kurucularından biri olarak, bunun ne denli zor olduğunu biliyoruz. II. Dünya Savaşı sonrasında geçmişe yaklaşıma yönelik oluşumların ana akımı, 20. yüzyılın ilk yarısındaki iki Dünya Savaşı’nı lanetleyici bir anlayışı sahiplenerek bir kimlik oluşumundan yola çıkan, barışçı bir toplum oluşturma düşüncesinden ibarettir. Soykırım olgusunu somutlaştıran II. Dünya Savaşı’nın kötülerini oynayan Almanya ve Avusturya toplumlarına uygulanan değiştirme süreci, şu anda Orta Avrupa tarih anlayışının temelini oluşturmakta. Bunun bir uzantısı olarak I. Dünya Savaşı’ndaki Ermeni tehciri ile II. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi Soykırımı arasında bağ kurularak soykırım çalışmalarına ana tarihsel temel oluşturulmakta. Kısacası Türkiye, bu ana akımın kurbanı olmuş durumdadır. Ermeni Sorunu’nun Türk toplumu içerisinde hafızalarda tutulması için II. Dünya Savaşı sonrası toplumsal değişimin yöntem ve algılayış olarak bir benzerinin son yıllarda Türk toplumu içerisinde de uygulanmaya başladığı görülüyor. Toplum içerisinde hassas olan konularda soru işaretleri oluşturarak şüphe uyandırma ve ardından toplumun ve bilim dünyasının önde gelenlerinin kullanılarak "tabular yıkılıyor" mesajı verilmekte. Böylece geçmişle yüzleşmeyi, bu tabuları yıkarak gerçeğe ulaşmışlık olarak algılayan bir toplum oluşuyor. Bunun temelinde de yapay kimlik oluşumlarındaki çoğulcu demokrasiye geçiş kullanılıyor. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’na katılmamakla, halen ulusal bilincin tarihteki kaynakları bakımından Çanakkale Zaferi, kaybedilmiş I. Dünya Savaşı’nı zafere dönüştüren Kurtuluş Savaşı’nda kalmış olması, göreceli olarak bu doksan yılı kısaltıyor. AB ile bütünleşme süreci, II. Dünya Savaşı sonrası oluşumları Türkiye’ye taşıyor. Gündelik yaşam, "gerçeği" kayıtsız şartsız kabul edilecek bir kategori olarak anlar. Fakat bilim, bu "saf", önceden belirlenmiş ve tamamen tanımlanabilir "gerçeği" her zaman sorgular. Bunu özellikle Tarih Bilimi yaptı ve "gerçeği" inşa edilmiş bir oluşum olarak da kabul etti. O zaman "gerçek", olayın geçtiği zamandaki taraflı yorum olarak yazılan bilgi malzemesinin sunumunun algılanması mıdır? "Soykırım" ya da "devlet Asala’nın Orly baskınından... güvenliği için alınması gereken bir savaş önlemi" tanımlamaları tarih bilimine göre şekillendirilmiş "gerçeğin" bir teşhisi midir? Bilimsel çalışmanın elde olan malzemeyi incelemesi yöntemi, "gerçeğin" ne olacağını belirleyebilir mi? Soykırım yapmadık diyenlerle yaptık diyenlerin yanında bir insanlık trajedisini beraberinde getiren tehcir kararını ve bu kararı alan İttihat ve Terakki hükümetini eleştirmenin, soykırımı kabul etmek anlamına gelmeyeceğini vurgulayan bir tarihçiler grubu bulunmakta mıdır? Ermeni Sorunu’nun gri tonlarda değerlendirilmesi bilimsel mümkün olabilirken siyasal soykırım iddiası bağlamında artık her şey siyahbeyaz oluyor. Çünkü, soykırım zorlamasının, hangi yönden bakılırsa bakılsın, sonuçları bakımından hem protagonist hem de antagoniste bağlantısı siyasidir. Bu da, bilimin önündeki en büyük engeli oluşturuyor. Bir tarihçi olarak tarihsel olayların bir insanlık dramı olduğunu kabul ediyor ama siyasi bir tanımlama olan soykırım suçlamasını kabul etmiyorum. Bundan dolayı özellikle Avrupa bilim dünyasında "Türk resmi tezini savunan tarihçi" damgasını yiyebileceğimi, ileride belki soykırım olduğu görüşünde olmadığım için Avrupa’da tutuklanma tehlikesi ile karşı karşıya kalacağımı biliyorum. Tarafların hoşuna gitmeyecek sonuçlara varan bilimin, müzakereler boyunca karar verecek olan siyasileri ikna etme zorunluluğunun bulunduğu görüşünü savunuyorum. Avrupalı siyasilere Romalı düşünür Seneca’nın bir sözü anımsatılmalıdır: "Audiatur et altera pars." Bunun Türkçe’ye çevirisi ise, "diğer taraf da dinlenmelidir" anlamına geliyor. Önemli olan, Ermeni sorununda soykırım olmamıştır demenin de mümkün olduğu adil bir platformun oluşturulmasıdır. Düşünce özgürlüğünü en önemli değerleri arasında sayan Avrupa’da "soykırım olmamıştır" denebilmesi, Türkiye’nin bir sonraki hedefi olmalıdır. Bütün bu değerlendirmelerin sonucunda unutulmaması gereken bir gerçek var: O da, soykırım yapmadığımızı ispatlamak için önümüzde daha çok uzun bir yolun olduğudur. ‘Soykırım’ iddiaları karşısında geliştirilecek savunma anlayışı bilimsel temellere göre belirlenmeli. ‘İhanetin karşılığı cezalandırma’ mantığı da haklılık sonucunu getirmeyebilir. Anadolu’da yaşanan insanlık dramı, siyasi etkilerle değerlendirilmemeli.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle