19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 14 7/9/06 16:29 Page 1 CUMARTESİ EKİ 14 CMYK 14 9 EYLÜL 2006 CUMARTESİ ü yk Ö Yasadışı Öyküler Oktay Bey ellilerinde, kısa saçları kırlaşmış, en azından ononbeş yıl önce satın alınmış koyu renk takım elbiseler giyen, zayıf, limon kolonyası kokan, kalın mercekli gözlüklerinin ardında küçücük gözleriyle son derece sıradan bir adamdı. Geçtiğimiz Cumartesi günü Kadıköy’de, daha önce hiç gitmediğim bir kıraathanede buluştuğumuzda, Oktay Bey’in kendi hikâyesini yazdırtacak bir adam olduğu hiç aklıma gelmemişti. Cunta zamanında kurulmuş olan Basın ve Yayın İzleme ve Değerlendirme Dairesi’nde şef olarak çalıştığını söylediğinde ürktüğümü anlamış olmalı ki, ‘‘Korkmayın, resmi bir vazife sebebiyle karşınızda değilim; üstelik de şu anda izindeyim ve büyük bir ihtimalle de iznim bittiğinde emekliye ayrılacağım...’’ demişti. İlk şaşırtıcı hamlesini yapıp karşısındakini gafil avlayan insanlara özgü bir bilmişlikle, bir alayla susarak sigarasını yaktı ve derin soluklar çekti. İşte insan bu anlarda ya teslim olur ya da bir biçimde karşısındakiyle başa çıkmanın yolunu bulur. Rahat görünmeye, böyle şeylere alışık bir adam olduğum izlenimini vermeye çalışarak gülümsüyordum. Yine de diken üzerindeydim. Yayınladığım öykülerle ilgili olarak birçok okurla buluşmuşluğum vardı, ama böylesi bir olay ilk kez başıma geliyordu. ‘‘Bakın dostum, önce kendimden söz etmeliyim. Ne tahsil hayatım boyunca ne de teşkilata ilk girdiğim zamanlarda bu kadar çok okuyan bir adamdım. Vazifem, piyasaya çıkan tüm dergileri, yani süreli yayınları takip edip içinde devletin ve milletin güvenliğini tehdit edecek unsurlar olup olmadığını tespit etmek ve haklarında düzenli raporlar yazmaktı. Yirmi yıl boyunca piyasaya ne çıktıysa takip ettim. Aslında bir süre sonra hepsini satır satır okumama da gerek olmadığını keşfettim. Yayınların üzerinde ister kültür dergisi yazsın, ister mesleki bir kuruluşun bülteni olduğu yazsın önemli değil, ben onların içinde suç olabilecek bir yazı ya da ifade olup olmadığını daha kapağına bakar bakmaz anlamaya başladım. Zaten siyasi dertleri olan grupların çıkardığı dergilerin kendilerini gizlemek gibi bir kaygıları hiç yoktur. Onları tahlil etmek son derece kolaydır. Bu yüzden, benim alakam daha nötr gözüken dergilerin içinde yer alan yazılara ve yazarlara kaydı zamanla. Örgütlerin çıkardıkları yayınlar büyük bir çoğunlukla örgüt içersinde okunduğu için, oradaki bilgilere ulaşan insanları da zaten devletin ve teşkilatın başka birimleri sıkı takibe aldıkları için, benim yaptığım işin fazla bir ehemmiyeti olmuyordu. Oysa daha geniş ve henüz devlete karşı suç işlememiş olan kitleye ulaşan yazılar her an olayları yanlış bir istikamete sürükleyebilirdi. Ben de bu tip yazıların ve yazarların takipçiliğini yapan bir birim kurdum. Halen de bu yolda devam ediyoruz.’’ Bu noktada biraz durakladı ve gülümseyerek şöyle devam etti: ‘‘Her mesleğin, her işin bir yan etkisi olur, bilirsiniz. Benimki gibi bir işin yan etkisi de okuma hastalığı oldu. Yaşlı annesinden başka kimsesi olmayan yalnız bir adam için okuma hastalığı aslında biçilmiş kaftan. Her neyse, tüm yayınları o kadar yakından takip ettiğim için bir süre sonra onların, yani yazanların, okuyanların dünyası benim dünyam olmaya başladı. Önce vazife icabı gittiğime kendimi ikna ederek sonraları ise basbayağı meraktan, bu yazarların söyleşilerine, panellerine, imza günlerine dadandım. Ve yeni çıkan dergileri, kitapları teşkilat dışında da izlemeye, okumaya başladım. Özellikle heveskâr gençlerin bir araya gelip üç beş sayı çıkardıkları dergilerden oluşmuş bir koleksiyon oluşturdum. Yılmadan devam edenlerin yanında karabatak gibi bir görünüp sonra yıllarca görünmeyen, sonra tekrar bambaşka bir dergide ortaya çıkan genç yazar adaylarının serüvenini izledim uzaktan. Sizin hikâyelerinizi de bu şekilde takip ediyordum. Birçoğu hoşuma da gidiyordu gerçekten.’’ Teşekkür etmeye çalıştım. Durumun tuhaflığı konuşmama engel olu yordu. Ama Oktay Bey’in dünyası, anlattıkları gerçekten de ilgimi çekmeyi başarmıştı. Anlattıklarının ucu bana dokunmayacak olsa... ‘‘Neyse lafı uzatmayayım, geçen yıl validenin vefatından sonra bir boşluğa düşmüş gibi oldum. Hayatın manası bir anda değişmişti benim için. İnsan elindekinin değerini ancak kaybettikten sonra anlıyor... Garip şeyler yaşadım. Şu Camus’nün Yabancı’sında olduğu gibi. Siz daha gençsiniz, herhalde büyükleriniz henüz hayattadır?’’ Birdenbire sohbetin böyle özel bir noktaya gelmesi canımı sıktı. He men lafı değiştirmek için çay falan söylemeye çabaladım. Gerçi bir polis karşısında özel hayat ne kadar özel kalabilir ki... Şimdiden kendimi suçlu gibi hissediyordum. Aklıma suçluluk psikolojisini sömüren bir sürü hik?ye kurgusu üşüşüyordu. Zaten sorunlardan kurtulmanın en kolay yolunun kurgular yapmak olduğunu çoktandır biliyor ve bilerek uyguluyordum. Ama Oktay Bey devam ediyordu: ‘‘Her neyse, Allah uzun ömürler versin... Hayata daha karamsar bakmaya başladım. Üstelik yaptığım işe de inancımı tümüyle yitirmiştim. Bakın siz bizleri elbette sevmezsiniz, ama bilmediğiniz ve size anlatamayacağım birçok oyun dönüyor. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Hiçbir şey...’’ Dalıp giderken elinde unuttuğu çay bardağı bir an kurtulacak gibi olduysa da zayıf parmakları son anda kavrayıverdi. Bu parmakların benim öykülerimin sayfalarını çevirdiğini düşünmek garipti. Yazılıp basılmış bir öykü bir noktadan sonra başkalarının oluyor. Başkalarının eline geçiyor. Ne tuhaf, zaten bunun için yazıyorsunuz. Belki de mükemmel bir tek okur için yazıyorsunuz ve adresi bilmediğiniz için herkese göndermeye çalışıyorsunuz, ‘o’ bulur umuduyla... ‘‘Neyse, yine de yaptığımız işin bir işe yaramadığını hissediyordum. Eğer metodlarımız doğru olsaydı memleket bugün bu halde olur muydu? Belki metodlarımız eski zamanlar için doğruydu, yani yetmişlerde, altmışlarda falan diyorum... Ama biliyorsunuz, sonra her şey değişti. Eski zamanların siyah beyaz netliği giderek renkli ve anlaşılmaz bir başka şeye dönüştü. Ya da bana öyle geliyordu. Belki size de öyle geliyordu. Şu sizin Perili Köşk adıyla iki sayı çıkarıp sonra batırdığınız derginin ilk sayısının giriş yazısında söz ettikleriniz hafızamın bir köşesinde kalmıştır hep.’’ Perili Köşk adını duyar duymaz gerginleştim. Bir sürü tatsız olay ilk yaşandıkları günün canlılığı ile karşıma dikildiler. Hem de Serap’ın yıllarca silmeye çalıştığım görüntüsüyle birlikte. Hemen müdahale etme gereği duydum: ‘‘O dergiyi çıkaran grup benim şu anda içinde bulunduğum grup değil. Ben o dergiye sadece iki öykü vermiştim, o kadar. Önsözünü ya da her neyse, o ilk yazıyı yazanı tanımıyorum bile...’’ Nasıl tanımıyorum, bal gibi tanıyordum. Bu laflar daha ağzımdan çıkarken komik duruma düştüğümü anlamıştım. Neyse ki Oktay Bey ucuz bir hafiyelik peşinde değildi: ‘‘Bu önemli değil. Önemli olan eskilerle aranızdaki fark. Yalnız sizin hikâyelerinizden söz etmiyorum. Hem ben eleştirmen de değilim. Sadece benim dikkatimi çeken o iki sayı çıkmış olan dergideki bütün hikâyelerde varolan gizli siyasi yöndü. Bu, öylesine örtülü bir biçimde yapılmıştı ki, ilk okuduğumda şaşırıp kaldım. Muhalif yazarların üslubuna son derece hakim olan benim gibi biri için heyecan vericiydi bu dergi. Neyse uzatmayayım, kısa bir süre sonra o dergi kapandı, validenin vefatından sonra zaten hiçbir şey düşünecek durumda değildim, uzun süre bu konulardan uzak kaldım. Yaptığım tek şey akşamları televizyon seyretmekti. İşte de ruh gibi dolanıp duruyordum. Raporları otomatik olarak yazıyordum. Sonra sonra, bundan birkaç ay önce bir şeyin farkına vardım. Garip olaylar zinciri diyebileceğim bir şeydi bu. Mesela hiçbir neden yokken bir lise öğrencisi evinde boğazı kesilmiş olarak bulunuyor, ünlü birinin cesedi mezarından kaçırılıyor, garip yerlerde ilkel yöntemlerle imal edilmiş bir takım bombalar patlıyor, insanlar kaçırılıyor... Bunların arkasında Aklıma geceler boyu yaptığımız tartışmalar geliyordu. Serap’ın keçi inadı, Mehmet’in umursamaz yazar kaprisleri, benim küskün üslubum. En basit tartışmaların yıkıcı kavgalara dönüşmesi, bir sonraki görüşmede hiçbir şey olmamış gibi baştan başlanması, ama sonra ani bir saldırı ve şah mat! Ne kolaydı her şey... Ve ne kadar gençtik! Şimdi bunların hesabını mı vermeye çağrılmıştım! ‘‘İşte o zaman bu dergideki yazarların izini sürmeye başladım. Birçoğunu bulamadım. Ama siz ortalık yerde, tam gözümün önünde duruyordunuz. Hemen hikâyelerinizi tetkik etmeye başladım. Ve yanılmadığımı anladım. İkinci bir okumayla sizin hikâye kisvesi altında bir yerlere, birilerine birtakım mesajlar gönderdiğinizden emin oldum.’’ Cebinden dörde katlanmış bir kâğıdı çıkarışını izlerken tam anlamıyla aptallaşmıştım. Kendimi yazdığım hikâyelerden birinin içinde gibi hissediyordum. Bu kadar saçma bir şey hayatımda duymamıştım. Ama yine de ne tür mesajlar gönderdiğimi merak ediyordum. ‘‘Müsaade ederseniz birkaç misal vereyim. Mesela Gece ve Yazının Bilgeliğine Dair adlı hikâyenizde muhtemel militanlarınıza bir hücre nasıl kurulur, nasıl çalışır onu anlatıyorsunuz; Hasta Bir Konak’ta bir militan grubunun nasıl bir yayın çıkarmaları gerektiğini, okurlarından nasıl militan devşireceklerini; 54 Numaranın Esrarı’nda bir ev ya da bir mekân nasıl gözetlenir, içeride olup bitenler nasıl çözümlenebilir bunun tekniklerini anlatıyorsunuz; Gölge Devlet ve Korku Filmleri’nde adam kaçırma ve onu baskı ile eyleme itme taktiklerinin yanı sıra, yine medyanın gizli kullanım yöntemlerinden söz ediyorsunuz; Düzeltilen Yüzlerin Esrarı’nda estetik ameliyatla kimlik değiştirmenin nasıl olması gerektiğini, sonra da cerrahı öldürmenin problem yaratmayacağını; Şehrin Asi Serüvencisi’nde bir başka yere gidip başka bir kimlikle nasıl yaşanabileceğini; Robotlar Sözümü Kesiyorlar’da militanın bedensel eğitiminin önemi ve zihin yıkaması ile beden eğitimi arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiğini; Yazarını Seveceksin’de örgüt liderine ne tür bir bağlılık gerektiğini; ve en ilginci de Ölüm Üçlemesi’nde sentetik uyarıcıların örgüt faaliyetlerindeki tesirlerini aktarıyorsunuz. Bu liste böyle uzayıp gidiyor. Çünkü bir kez amacınızı anladıktan sonra her satırda aradığımı bulmaya başladım... Birikisi dışında, ama önemli değil. O kadarcık özgürlüğünüz olsun. Belki bu da yazmanın sizde yarattığı bir yan etki.’’ Anlattıklarının üzerimdeki etkisini ölçmek için bir süre sustu. Benim durumum ise vahimdi. Benden ne bekliyordu? Bir itiraf mı? Bu bir soruşturmaysa ki saçma olması soruşturmanın gerçekliğini değiştirmiyordu neden bu kıraathanedeydik? Bu suçlamaları reddetmemi bekliyorsa, niye bana anlatıyordu? Sonra daha mantıklı senaryolar üretmeye başladım: Belki de adam bir deliydi. Kendini gizli bir teşkilatın üyesi sanan ve kafayı benim zavallı hikâyelere takan bir deli... ‘‘Aklınızdan neler geçtiğini bilmiyorum, ama ben hikâyeme devam edeyim. Bu bağlantılar üzerine epeyce kafa yordum. Teşkilatta, çalı şanlarımdan birine hikâyelerinizi verdim ve bu metinlerin içindeki şifreleri çözmesini istediğimi söyledim. Özellikle Ölüm Üçlemesi’nde bir uyuşturucunun nasıl üretilebileceğinin formüllerinin olabileceğine değindim. İşte o günün akşamı, yani geçtiğimiz salı günü amirlerim beni çağırdı ve neyin peşinde olduğumu sordular. Ben de tüm topladığım delillere dayanarak örgütten, sizin yazılarınızdan, modernlikten, sonrasından falan söz etmeye koyuldum. Hatti zatında neticeyi tahmin etmeliydim...’’ Kendimi tutamayıp sordum: ‘‘Ne dediler?’’ ‘‘Hiç! Hiçbir şey demediler. Şaşırmadılar bile. Bir süre dinlenmem gerektiğini, validenin vefatından beri biraz yıprandığımı falan söylediler... Delirdiğimi düşündüler. Teşkilattakilerin son derece sağlıklı olmaları gerekir. Bu, bir güvenlik meselesi. Birçok sır, gizli bilgi zihinlerimizin içinde... Belleklerimizde! Sizin Yazarın Belleği’nden biraz farklıdır bizim belleklerimiz.’’ Aklı sıra öykülerime atıflarda bulunarak, beni ne kadar iyi tanıdığını ima ediyordu. Birazdan kötü bir şey yapacakmış gibi sırıtışından hoşlanmadım. Tedirgin olmaya başlamıştım: ‘‘Peki neden benimle görüşmek istediniz?’’ ‘‘Kiminle görüşseydim... Bana gerçeği anlatabilecek olan bir tek sizsiniz. Yani bu hikâyeleri siz yazdığınıza göre...’’ ‘‘Peki ya size anlattıklarınızın gerçek olmadığını, her şeyi yanlış yorumladığınızı söylersem...’’ ‘‘Olabilir. Bunu bekliyordum aslında.. Elimde yazdığınız hikâyeler dışında bir delil olmadığını bildiğiniz için itiraf etmeyeceğinizi tahmin ediyordum.’’ Korkmaya başlamıştım: ‘‘Niyetiniz nedir?’’ Öne doğru eğildi: ‘‘Sizi durdurmak! Size anlattıklarımı kelimesi kelimesine yayınlarsanız içim rahat eder. Bir hikâye yazın. Tüm bu anlattıklarımı anlatan bir hikâye. Hatta işinizi kolaylaştırayım, bu buluşmamızı, size anlattıklarımı kelimesi kelimesine yazın. İşte size almış olduğum notları da vereyim. Hangi hikâyenizde, ne haltlar çevirdiğinizin listesi... Çünkü bir kez teşkilattakilerin bile varlığını bilmedikleri bir örgüt olduğunu düşünmeye başlamıştım. Biz iş icabı komplo teorilerini çok severiz. İnsanın zihnini açar, gerçeklere başka bir gözle bakmaya yarar. Mutlaka böyle tuhaf bir örgüt vardı bana göre. Henüz teşkilatta kimseye fikirlerimden söz etmemiştim. Önce elle tutulur bir şeyler bulmalıydım. Eğer böyle bir örgüt varsa, ki bana göre vardı, acemi, ya da daha iyisi, amatör militanlardan oluşuyordu, bu bir. Örgütün bildiğimiz örgütlerle bir ilişkisi bulunmuyordu, bu iki. Sonra bu örgütün bir yayını olmalıydı, bu da üç. Yayınsız örgüt hiç görmedim çünkü. Ama eğer bildiğimiz örgütlerden biri değilse, mevzubahis olan, yayınları da bildiklerimize benzememeliydi, ki bu da dört oldu.’’ Neden onaylar gibi başımı sallıyordum ki? Ne örgütü? Hangi amatör militanlar? Bunlardan bana ne? Sıkılmakla, gerilmek arası bir durumda, çay üzerine çay, sigara üzerine sigara içiyordum. Zaten yeşil çuhalarla kaplı kahve masalarından, kimbilir hangi kavga sırasında öldürücü bir alete dönüşmüş olan eğri metal küllüklerden, yan gözle hep başkalarını kollayan kahve adamlarından da hoşlanmam. Orada oturmaya devam etmemin nedeni, sanırım hikâyenin gerisini, bir başka deyişle benimle ilgili olan kısmını öğrenme arzusuydu. ‘‘Bu örgütün bir başlangıç olduğunu hissediyordum. Narodnikler gibi. Daha sonra son derece farklı bir yapıyla karşımıza mutlaka çıkacaklardı. Ve biz geri kalmıştık. Hâlâ ancak yazılı bir şekilde ‘biz örgütüz’ diye bildirenleri önemsiyorduk. Zamanın değiştiğini, modern zamanların bittiğini idrak edememiştik. İşte fikirler zincirinin burasında Perili Köşk zihnimde havai fişekler gibi patlamaya başladı. Ne diyordu oradaki yazar, yeni bir ortam, mesajın kendisinden oluşan bir ortam olacak bu hik?yeler, bilinen kalıpların dışında... Sonra da bu tür hikâyeleri sokak kavgasına benzetiyordu. Tuzaklarla, oyunlarla dolu, belden aşağı vurmak serbest yani. Edebi akımlardan, kaygılardan uzak, özgürce tekâmül eden metinler. Amacının, kendi üzerine katlanıp kendine dönüşmekten başka bir şey olmadığı hikâyeler. Aynen modernlik sonrası hayat gibi... Buna benzer şeyler söylüyordu.’’ hikâyeleriniz bu şekilde yorumlandıktan sonra, kimse o hikâyelerin gerçekte başka mesajlar taşıdıklarına ihtimal vermeyecektir. Anladınız mı?’’ ‘‘Kimse böyle bir hikâyeyi ciddiye almaz ki... Yani sizin amirleriniz dışında. Ayrıca, onlar size kızmazlar mı?’’ ‘‘İznim bitince beni emekliye ayıracaklar. Üstelik hikâyelere kimse inanmaz, bu sizin bir başka hikâyenizde de vardı, yadırganmaz. Ayrıca eğer yanılıyorsam, sizin için hiçbir zararı olmayacak. Bir hikâye eksik ya da fazla, ne fark eder. Üstelik okurlarınız bu hikâyelerinizi merak edip geri dönüp bir de o gözle okurlar.’’ ‘‘Ama, öyküler bir kez böyle yorumlanınca, yani yanlış yorumlanınca onların hiçbir değeri kalmayacak ki... Yani herkes aldatıldığını zannedecek. Öteki öykülerimin bir ağırlığı kalmayacak.’’ ‘‘O sizin okurlarınızla aranızdaki bir mesele. Ayrıca benim derdim sıradan okurla değil. Bu mesajları gönderdiğiniz militanlarla. Böyle bir hikâye, teşkilatın, onların ve hikâyelerinizdeki mesajların farkında olduğu mesajını taşıyacaktır. Bir çeşit itiraf ve geri çekilme. Eğer böyle bir şey yoksa, yani masumsanız, okurlarınız bunun edebi bir oyun olduğunu düşüneceklerdir. Dediğim gibi, bu sizin okurlarınızla aranızdaki bir mesele. Okurlarınıza güvenmiyor musunuz yani?’’ ‘‘Evet ama, insanın yazdıklarını böyle kullanması... Yani harcaması...’’ gibilerinden bir şeyler geveledikten sonra Oktay Bey gülümseyerek ayağa kalktı ve imza gününde ilk gelen okurunuz ben olacağım diyerek gitti. ??? Oktay Bey’den ayrılır ayrılmaz hukukçu bir arkadaşımı arayıp teşkilatta böyle bir birim olup olmadığını soruşturdum. Sonra bürosuna uğrayıp başımdan geçeni anlattım. Ciddiye almadı ve benim yeni bir öykü için malzeme topladığımı sandı. Böyle bir birim yoktu tabii ki. Ya da gizli bir birim varsa bile biz onun varlığını bilemezdik. Akşam sıkıntıdan evde oturamadım. Mehmet’e uğradım. Ona da başımdan geçenleri anlatıp rahatlamayı planlıyordum. Ama Mehmet’teki durgunluk benim konuya hemen girmeme engel oldu. Evde tuhaf bir hava vardı. Mehmet ona uğramış olmamdan dolayı biraz rahatsız olmuş gibiydi. Kahve yapmak üzere mutfağa gitmişti, ama telefonla konuştuğunu duyuyordum. Belki de canı bir şeye sıkkındı ve üzerine gelmiştim. Evin içinde huzursuzca dolanırken masanın üzerinde bırakmış olduğu Foucault Sarkacı’nı karıştırmaya başladım. Ve kitap ayracının durduğu sayfada altı çizili bir bölüm buldum: ‘‘Haklıydınız. Ne olursa olsun, bir veri ancak başka bir veriyle bağlantılıysa önem kazanır. Bağıntı, görüngüyü değiştirir. Dünyadaki her görünüşün, her sesin, yazılan ya da söylenen her sözün, görünürdeki anlamından öte, bize bir Giz’den söz ettiğini düşünmeye götürür insanı bu. Kural basittir: kuşkulanmak, durmadan kuşkulanmak. Bir ‘Giriş Yasaktır’ levhasının ardındaki anlamı bile okuyabilir insan.’’ Altı çizilmiş satırları okurken suçluluk duyarım. Malum nedenlerden ötürü. Bir başkasının dünyasına izinsiz girmek gibi bir şey. Oysa ‘Giriş Yasaktır’... Belli belirsiz düşünceler içinde yüzerken, birdenbire, Mehmet’in odaya kahvelerle girmesi, gözlerini yalan söyleyen insanlar gibi kırpıştırması, geçmişte uzun uzun değişik okuma biçimleri ve yanlış okumalar, aşırı yorumlamalar üzerine yaptığımız sohbetler, Mehmet’in tuhaflıklara meraklı eniştesi, hepsi bir araya gelip bilmecenin çözümünü ortaya çıkardı. Her şey o kadar açıktı ki! Şu ana kadar uyanmamış olduğuma şaşıyordum. Evet hepsi bir şakaydı. Mehmet’in tezgâhladığı bir numara. Üstelik böyle bir devlet görevlisinin var olamayacağı o kadar belliydi ki... Tam benim tarzımda bir senaryoydu bu: Devlet ve Korku Filmleri’ndeki acayip teşkilata benzer bir şey... O anda, anlamış olduğumu sezdirmemeye, şakaya uygun bir karşılık hazırlamaya karar verdim. En güzeli, gerçekten de bu öyküyü yazmak ve Mehmet’in şakasını yutmadığımı hikâyenin sonunda açıklamak olacaktı. ??? Evet, sevgili Mehmet, gördüğün gibi yaptığın numarayı yutmadım, daha ilk gece, yüzüne bakar bakmaz anladım. Üstelik suç aletini, oracıkta, gözümün önünde altı çizili bir halde bırakmış olman gerçekten acemice. Hele ben sana uğradığımda paniğe kapılıp gizlice suç ortağını, enişteni arayıp durumu anlatman falan... Çok kötü bir plan. Polisiye öykülere meraklı biri için gerçekten de büyük bir başarısızlık! En kısa zamanda ben de senin yazdıklarına dönüp bir ‘yeniden okuma’ yapmayı planlıyorum. Sevgiyle kucaklarım... MURAT GÜLSOY Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi. 19922002 yılları arasında arkadaşlarıyla Hayalet Gemi’yi yayınladı. 2001 Sait Faik Öykü Ödülü, ‘Bu Kitabı Çalın’ adlı kitabına, 2004 Yunus Nadi Roman Ödülü ‘Bu Filmin Kötü Adamı Benim’ adlı romanına verildi. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini yapan Gülsoy, ayrıca yaratcı yazarlık atölye çalışmalarını Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nde sürdürüyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle