27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 7/9/06 16:27 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK Si ne ma 10 Koca koca arabaları çakıltaşı fırlatırcasına savuran güçte, vurdu mu göçerten, hedefine kilitlenmiş bir roket gibi uçan, kilometrelerce uzağı görebilen gözlerinden yakıcı ışınlar fışkırtan, tüm kötülerin hakkından gelen, kısacası Süpermen’in dişisi denilebilecek süper özelliklere sahip, üstelik sevişirken karyola kıracak kadar ateşli bir sevgiliniz olsun ister miydiniz ? Çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir hoşça vakit geçirtmeye, güldürmeye yönelik tezgahlanmış, sanattan çok gişeyi önemseyen, allı pullu, gösterişli birtakım ticari yapımların uzman yönetmenlerinden, yapımcılığı da giderek yönetmenliğinin önüne geçen Ivan Reitman’ın dün gösterime giren son filmi Eski Süper Sevgilim, işte bu fantastik fikirden harekete geçerek beylik bir aşkmacera entrikasıyla komediyi harmanlıyor ve bütün yüzeyselliğine, hafifliğine karşın türün yinelenen alışılmış, basmakalıp numaralarına yeni bir soluk getirerek seyirciyi eğlendirmenin üstesinden geliyor. Mini mini gülümsemeler eşliğinde kolayca tüketilen, çağdaş bir fantezi, tipik Amerikan yapımı yeni bir romantik komedi denemesi Eski Süper Sevgilim. Son yıllarda özellikle Köstebek’ine (The Insider, 1999) hayran kaldığımız Michael Mann, Büyük Hesaplaşma (Heat, 1995), Collateral (2004) gibi filmleriyle ustalığını kanıtlamış, yedinci sanatın gramerini yenileyen ve izlenmesi gereken önemli bir Hollywood yönetmeni. 1980’li yıllara damgasını vuran, Don Johnson’la Philip Michael Thomas’ın oynadığı, suç ve uyuşturucu çetelerine karşı mücadele eden, kadın, araba, hız tutkunu, Miamili iki delifişek polisin serüvenlerini tefrika eden, ünlü TV dizisi Miami Vice’ın yapımcısı olarak adını duyuran Mann, dün bizde de gösterime giren son filminde, döneminin belki de en popüler dizisini günümüze taşıyor, büyük stüdyo olanakları ve zengin bir kadroyla. Don JohnsonPhilip Michael Thomas ikilisinin yerini gitgide yıldızları parlayan, Oscar’lı Jamie Foxx’la Colin Farrell’ın aldığı, 133 dakikalık film, uyarlandığı namlı diziden epeyce farklı. Seyircisini MiamiFlorida’dan alıp açık denize ve ParaguayArjantinBrezilya sınırındaki uyuşturucu sevkiyatına postalayan aksiyonla teknoloji gösterisi karışımı bir çizgide seyreden, gerçekçi ve sürükleyici bir modern polisiye Miami Vice. Film öncelikle de kara film tutkunlarının kaçırmaması gereken cinsten, etkileyici bir yapım. ? Miami Vice Nabız Hollywood, Japon korku filmlerini yeniden çekmeye devam ediyor. Halka ve Garez’den sonra şimdi de 2001 yapımı Kairo, yönetmen Jim Sonzero tarafından yeniden çekildi. Kristen Bell, Ian Somerhalder ve Christina Milian’dan oluşan genç bir kadronun başrolleri paylaştığı film, internetin karanlık güçler tarafından kullanılmasını anlatıyor. Kablosuz bağlantı ve teknolojik aygıtları dünyamıza açılan bir kapı olarak kullanan lanetli ruhlar, artık sahip olamadıkları yaşamı canlılardan almak için geri gelirler. Bu durumu keşfeden Ohio Üniversitesi’nden bir grup genç, ölümle yaşam arasındaki dijital bağlantıyı koparmak için mücadeleye girer. ? Nabız (Pulse) ? Bitirim Karınca (Ant Bully) 2006 Amerikan yapımı Bitirim Karınca, yönetmenliğini John A. Davis’in yaptığı bir animasyon sineması örneği. ? Kuzey Faresi (Lemming) 2005 Fransız yapımı olan Kuzey Faresi, yönetmenliğini Dominik Moll’un yaptığı bir gerilimdram filmi. ??????????????????????????????????? SUNGU ÇAPAN iki başyapıtla şimdiden sinema tarihine geçen Uma Thurman’ı, Kill Bill 12’den sonra yine intikam peşinde koşturan seksi bir Erkek Fatma Jenny (GGirl) rolünde görüyoruz, adına inat.(Hintçede kutsal bağışlayıcı demekmiş Uma.) Son kuşak Hollywood oyuncularından Owen Wilson’ın kardeşi Luke Wilson’ın, besbelli karşı cinsle takıntılı ve abaza bir arkadaşının (Rainn Wilson da Wilson kardeşlerden biri olabilir) öğütleriyle tanıştığı süper kızı reddederek işyerinde kırıştırdığı, sevgilisince boynuzlanan, cilveli büro arkadaşı Hannah’yla (Anna Faris) sonuçta mercimeği fırına veren sevimli, Zor iştir acıyı kurgulamak ALPER TURGUT Siyaset hayatın her alanında ve istisnasız devinen her yanımızda... Politika umuttur bazen sımsıkı sarmalayan ve bazen de yıkımdır ne yazık ki... Ve gün olur, siyasetin beyazperdeye yansımasıyla (propaganda filmleri değil asla) etkisi iç acıtan yapımlar kıt da olsa karşımıza çıkar. Aslında zordur siyasi sinema. Acıyı kurgulamak, kotarmak, yaranmak bela iştir... Sadede gelirsek, emperyalizmin, kapitalizmin, savaşın, işgalin, CIA’nın, işkencenin, tecavüzün ve her türlü melanetin başrolü kaptığı üç film girecek yakında gösterime. Üçü de hatırı sayılır, kalburüstü yapımlar. Biri sosyal yaralara parmak basan üstüne üstlük şok bir sona sahip “Five Fingers (Beş Parmak)”, diğeri neredeyse tüm Goya ödüllerini toplayan savaşın acılarını sarma güzellemesi “La Vida Secreta de las Palabras (Sözcüklerin Gizli Yaşamı)” ve en sonuncusu da sosyalist yönetmen Ken Loach’ın (Cannes’de bu yıl Altın Palmiye’ye uzandı) İrlanda’nın kurtuluş mücadelesini aktardığı “The Wind that Shakes the Barley”. Five Fingers neredeyse tek bir mekanda geçmesine karşın temposu hiç düşmeyen ve asla sıkmayan bir yapım. Bu yılın ürünü olan filmde başrolleri Matrix’in öğreten adamı Laurence Fishburne (namı diğer Morpheus) ile Hollywood’un yakışıklı jönlerinden Ryan Phillippe üstlenmiş. Fransız sinemasından çıkma kült film La Haine’de (Nefret) Said’i, Crime Spree’de (Suç Alemi) Sami’yi canlandıran Said Taghmaoui ise film boyunca pek konuşmasa da önemli bir rolün hakkını vermiş. Adı sanı pek duyulmamış yönetmen Laurence Malkin’in, senaryosunu Chad Thumann ile birlikte yazdığı Five Fingers’de Gina Torres (Aicha), Touriya Haoud (Saadia) ve Colm Meaney (Gavin) yardımcı rollerdeler. Zekanın, siyaset üzerine diyalogların ve sağlam göndermelerin ışıl ışıl parlattığı Five Fingers, komplo teorilerine ve dolayısıyla CIA’ye atıfta bulunan bir yapım. Filmin anlatmak istediğini özetlersek, yeni icat edildiği savlanan biyolojik bir silahın (bir tür virüs) yardımı ve büyük bir fast food markasının aracılığıyla (ismi bizde kalsın) insanların toplu ölümü hedeflenmektedir. (Yani ‘kapitalizm öldürür’ sloganı gerçeğe dönüşecektir) Fas’a gıda yardımı için Avrupa’dan kalkıp gelen genç aktivist Martijn, daha teri soğumadan kaçırılır. Kendine geldiğinde etrafı teröristlerle çevrilidir (Tabii ki Arap) ve sorgulanacağı apaçıktır. CIA ajanlığıyla suçlanan Martijn önce psikolojik testleri geçmeli ardından fiziksel şiddeti göğüslemelidir. Film boyunca giderek artan heyecan parmak kesme sahnelerinde yer yer gerilime dönüşür. Martijn şahsında sorgulanan aslında kapitalizmdir. Ve film, her şeyi tersyüz eden sürpriz bir finalle sonuçlanır. Katalan yönetmen Isabel Coixet’in elinden çıkma Sözcüklerin Gizli Yaşamı, tam dört dalda İspanya’nın en prestijli film ödülü Goya’yı kucakladı. ‘‘Saraybosnalı kadınların sözcükleri, sessizlikleri ve sırları olmasaydı, bu hikaye asla anlatılamazdı’’ diyen Coixet, savaşın bir kadının bedeninde, ruhunda, bilincinde yarattığı ve asla geçmez denilen izleri Five Fingers The Wind that Shakes the Barley Kalbi kırılan kadından korkulur! La Vida Secreta de las Palabras SİNİR KÜPÜ AMAZON Genç yaşta ölen, Arnavut asıllı komedyen John Belushi’nin yıldızını parlatan, 1960’larda Amerikalı öğrencilerin kampus yaşamına ilişkin National Lampoon’s Animal House (1978) parodisiyle dikkati çektikten sonra 1980’li yılların başında postu Kanada’dan Los Angeles’a sererek Bill Murray, Dan Aykroyd gibi komedyenlerle çevirdiği, özünde mizahı korkuya uygulayan iki GhostbustersHayalet Avcıları (1984,1989) komedisiyle dünya çapında popüler bir başarıyı yakalayan ve küpünü dolduran göçmenbezirgan sinemacı Ivan Reitman, Hollywood’a egemen SpielbergLucas ekibinin dışında zıpırca bir mitos yaratmıştı o dönemde. Dünün kas yığını, yenilmez savaşçı rolleriyle ünlenen yıldızıyken Ronald Reagan’ın izini sürerek günümüzün California valisi olan Arnold Schwarzenegger’i de komediye çekerek bu eski dünya vücut şampiyonuyla Twinsİkizler (1988), Kindergarten CopAnaokulu Polisi (1990), JuniorUfaklık (1995) gibi ‘şirinlikler’ tezgahladığını da anımsadığımız, arada bir politik masallar (DaveBir Günlük Başkan,1993) da anlatan, farklı türleriteknikleri kaynaştıran denemeler (Space Jam) de imzalayan Reitman Eski Süper Sevgilim’de, dangıl dungul ama hınzırca ve eleştirel bir mizahın eseri olarak nicedir ekranı parsellemiş The Simpsons dizisinin senaristlerinden Don Payne’yle işbirliği yapmış. İyi ki de yapmış çünkü çok bildik bir ‘oğlan kıza rastlar ve tutulur’ çeşitlemesi şeklinde özetlenebilecek filmi, Uma Thurman’ın rol alması kadar seyredilir kılan etmenlerden biri de, durum komedisine özgü zıtlıkları içeren ve klişeleri ters çeviren kimi sahnelerin yanısıra, Don Payne’nin kaleminden damlayarak havada uçuşan espriler, umulduğu kadar olmasa da. Önce hayatının kadını zannettiği, kapkaççıdan çantasını kurtarak tanıştığı ama sonrasında aklını başından alanın tıpkı Süpermen gibi bir kahraman olduğunu öğrenince, reddederek kızın kalbini kıran New Yorklu oğlanın tekdüze hayatının, tez zamanda kıskanç, sinir küpü bir gözlüklü amazona dönüşen süper kız tarafından kabusa çevrildiği filmin temel çekiciliği, kuşkusuz Uma’nın varlığı bizce. 1988’de Stephen Frears’in Tehlikeli İlişkiler’inde çıtır bir arzu nesnesi olarak hayatımıza giren, inişli çıkışlı dönemlerin ardından Quentin Tarantino’nun Ucuz Roman’ı (1994) ve Kill Bill’i(200304) gibi övünç kaynağı Eski Süper Sevgilim My Super ExGirlfriend / Yönetmen: Ivan Reitman / Senaryo: Don Payne / Kamera: Don Burgess / Müzik: Teddy Costellucci / Oyuncular: Uma Thurman, Luke Wilson, Anna Faris, Eddie Izzard, Rainn Wilson, Stelio Savante / ABD 2006 (Özen Film) şapşal kahramanımız Matt’i oynadığı filmden, Jenny’nin Hannah’yla Matt’in seviştikleri odaya pencereden kocaman bir köpekbalığı attığı ya da Jenny ile Hannah’nın saçsaça başbaşa kapıştığı kız kavgası gibisinden matrak sahneler akılda kalıyor geriye. Süper güçlerini lisedeyken düşen bir göktaşından almış Jenny’nin önce ezeli düşmanı gibi takılan, aslında ilk gençlik aşkı olan, kafayı Jenny ile bozmuş bir de sevimli kötü adam Bedlam (Eddie Izzard) var hikayeyi renklendiren.Matt’in çöpçatanlığıyla Jenny ile Bedlam’ı da birleştiren bir mutlu sona bağlanan filmin ateşli sevişme sahnelerinde de Carlos Santana’nın Black Magic Woman’ın kullanılıyor. Rotasından sapıp New York’a yönelen füzeleri durduran, bir gökdelenin tepesindeki yangını söndüren Jenny’nin G Girl olduğunu bilmeksizin ona aşık olan Matt’in hikayesini romantik komedi kalıplarında naklederek kadınerkek arasındaki ezeldenberi süregelen aşk çekişmesini, kalp kırmanın bedelini, esprili, duygusal ve fantastik vurgulamalarla işleyen, hafif, önemsiz ama gırgırla karışık bir ilgiyle izlenen, akıcı, komik bir eğlencelik Eski Süper Sevgilim.... ustalıkla resmediyor. Hiçbir savaş sahnesine yer vermeden bu kirli ve kanlı kaos nasıl anlatılır bunun dersini veriyor. Filmin senaryosunu da yazan Coixet, ‘‘Bensiz Hayatım’’ (My Life Without Me) da başrolü verdiği genç ve iyi oyuncu Sarah Polley ile birlikte çalışmış yine. Kusursuz oynayan Polley’in karşısında ise Oscarlı oyuncu ve yönetmen Tim Robbins var. Robbins aynı zamanda aktris eşi Susan Sarandon ile birlikte Hollywood’un savaş ve işgal karşıtı cephesinde yer alan bir isim. Film bir petrol platformunda geçer. Savaşın acısının canlı bir anıtı olan Hanna, yıllardan beri adeta bir robot gibi yaşamaktadır. Neden ben de ölmedim diyerek utanca boğulan genç kadının duyguları donmuş, hisleri körelmiştir. O, savaş karşıtı bir çığlıktır. Platformda çıkan bir yangın sonucu bedeninin bir bölümü yanan ve geçici körlük yaşayan Josef’e yardım edecek kişi de Hanna’dır. Çalıştığı fabrikadan izne ayrılan Hanna asıl mesleği olan hemşireliği yapmak için platforma gelir. Platformda bir avuç adam vardır. Sıradan olmayan, sorunlu ve yalnızlığa muhtaç. Hanna ve Josef arasında birbirlerini göremeseler de bir aşk doğacaktır. Gözyaşları kurusa da, savaş yarınları çalsa da, travmalar kelimelerle aşılacaktır. Hayatının 44 yılını sinemaya veren, yönetmen, yapımcı, yazar olarak çok sayıda esere imza atan sinemanın sol yüzü 70 yaşındaki İngiliz yönetmen Ken Loach, The Wind that Shakes the Barley ile belki de politik anlamda en sert filmine imza attı. Adını eski bir İrlanda halk şarkısından alan film, çoğu psikopat ve katillerden oluşan ve işgal topraklarında dehşet saçan ‘‘Black and Tan’’ adlı İngiliz birliklerine karşı mücadeleyi anlatır. Özgürlük savaşı bir noktada sona erecek ve daha fazla bağımsızlık isteyenlerle ‘‘bu yeterli’’ diyenler kardeş kavgasına tutuşacaktır. İngilizlerce ağır yaralı olduğu için sandalyede kurşuna dizilen (Paskalya ayaklanması 1916) efsanevi İrlandalı sosyalist önder James Connolly’nin izinden yürüyenler, 1920’li yıllarda ya Michael Collins ya da Eamon de Valera şahsında farklı kutuplarda yerlerini alacaktır. Neil Jordan’ın ‘‘Breakfast on Pluto’’ adlı filminde şapka çıkartılacak bir performans sergileyen Cillian Murphy, Loach tarafından da başrole konuşlandırılmış. The Wind that Shakes the Barley, görüntüleriyle, müziğiyle, senaryosuyla dört dörtlük bir film sonuçta, tarafsız olmamasına karşın. Genç Doktor Damien (Cillian Murphy), mesleğini yapmaya fırsat bulamadan kendini gitgide gelişen özgürlük savaşının içinde bulur. Hekim çantası yerine silaha sarılır. Kardeşi Teddy (Padraic Delaney) de onunla birlikte azılı İngiliz birliklerine karşı çarpışmaktadır. Sefalet içinde açlıkla boğuşan İrlanda halkı, eksiğine gediğine aldırmadan (hainler de cabası) kurtuluşu için şehirde ve kırlarda savaşmaktadır. Kendilerinden kat kat güçlü düşmana karşı kazanırlar da. İngilizlerin yeni hedefi acemi bir halkı masaya oturtmak ve kurşun bile sıkmadan başarılı olmaktır. Artık bölünme zamanıdır. Güneş batmayan imparatorluğun (emperyalizmin) oyunu bir kez daha tutmuştur. Omuz omuza vuruşanlar, kardeşler, hemşeriler birbirine sırtlarını çevirmiş yeni ve daha kanlı bir iç savaşın eşiğine gelinmiştir. Bu koşullarında iki kardeşin, Damien ve Teddy’nin de birbirine düşman olması kaçınılmazdır. ([email protected])
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle