22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 03 14/9/06 17:03 Page 1 CUMARTESİ EKİ 03 CMYK 16 EYLÜL 2006 CUMARTESİ 3 Kraliyet Sarayı Buruk ve parlak bir tat Tozu Budapeşte alınmamış OLCAY BÜYÜKTAŞ ViyanaPragBudapeşte, seyahat acentelerinin üçünü bir arada pazarladığı, orta Avrupa’nın en etkileyici üç başkenti... Etkileyici saraylar, parke taşlı sokaklar, bir kadermiş gibi ortadan geçen büyük bir nehir ve tabi ki kentin iki yakasını birbirine bağlayan birbirinden güzel köprüler... Gerçi Viyana biraz daha farklı, oradaki Tuna, kenti ikiye ayırmıyor ama Tuna’nın bir kolu Viyana’dan geçiyor ve kentin özellikle de gece hayatına büyük bir heyecan ve renk katıyor. Daha önce Prag ve Viyana’yı görme hatta sindire sindire gezme fırsatı bulan biri olarak Budapeşte’ye olan merakım büyüktü. Ama üst üste gelen iki dünya tatlısı velet, bana eskisi gibi üçerbeşer günlük turları en azındın şimdilik imkânsız kılıyordu. O nedenle de Renualt’un yenilediği Cilo Symbol’u tanıtacağı basın gezisi iyi bir fırsat olmuştu. Bir yandan babaları da yok acaba bir sıkıntı olacak mı, çocuklar gece uyanınca bizi göremediklerinde yıpranacaklar mı kaygısı bir yandan yeni bir yeri görecek olmanın verdiği heyecanla koyulduk yola... Parlamento binası kent aat 17.00 civarı geceyi geçireceğimiz Sofitel Otel’e geliyoruz. Otel, Tuna kıyısında Buda ve Peşte’yi birbirine bağlayan en güzel köprülerden biri Aslanlı Köprü’nün hemen yanında. Aslında ne kadar güzel bir manzarası olduğunu gece olup ışıklar yanınca anlıyoruz, benim gibi odası Tuna’ya bakan şanslıları gece nefis bir Tuna ve köprüleri, karşıda tüm görkemiyle Kraliyet Sarayı, Parlemento Binası ve fevkalede güzel bir ay ışığıyla karşılıyor... Budapeşte, Orta ve Doğu Avrupa’nın Berlin’den sonra en büyük kenti. İki ayrı bölümden biri Peste Ovası üzerinde kurulu, eski şehir bir de Buda da, daha tepelik bir bölgede kurulu iki yerleşim bölgesinin birleşmesinden oluştuğunu, iki kıyının birbirine çok güzel köprülerle bağlandığını hemen söyleyelim... S 35 METREKARELİK EVLER Havalanından çıkıpta bizi gideceğimiz yere ulaştıracak araçlara bindikten hemen sonra, son derece düzgün bir ingilizce ve bizdeki radyo spikerlerini ama eski TRT radyosu spikerlerinin diksiyon ve tonunu aratmayan bir sesle kent hakkında bilgi vermeye başlıyor rehber. Bu açıdan yapılan organizasyonun gerçekten çok iyi olduğunu söylemek mümkün, zira 24 saatte bir kent, hele hele Budapeşte gibi gerçekten her sokağında görülmeye değer bir unsur bulunduran bir kentte ne kadar yer görülebilirse insan o kadar yer gördük ve dinledik diyebilirim. Ancak, benim yetersiz ingilizcem ne yazık ki anlatılanların tamamını anlamama engel oldu. Neyse ki ben de eski okuma alışkanlığım azıcık da olsa hâlâ devam edebildiğinden biraz gitmeden önce biraz da geldikten sonra okuduklarımla eksiklikleri tamamladım diyebilirim. Biz öncelikle Budapeşte’nin biraz dışında küçük bir yerleşim alanı ve son derece sade ama güzel tasarlanmış bir otele, Polus Palace giderek yeni otoları denedik. Giderken rehberin anlattıklarından beni en çok etkileyen, tabi ki görüntüler de eşlik ettiği için aklıma kazınan şey, uzunca bir süre Sovyet rejimiyle yönetilen buralarda hâlâ 35 metrekarelik sosyal konutların yer aldığıydı. Zaten yol boyunca devam eden bir ya da birbuçuk katlı, çoğunluğu sarıya boyanmış evler, insanda tam da ‘bakla oda nohut sofa’ duygusu uyandırıyor. Ama neredeyse her evin kendisine ait bir bahçesi ve bahçelerin çoğunda çocuk parkındaki oyuncakların birkaçı bulunuyor... Bu, çocuğu parka götürmek için ya 20 dadikalık zorlu bir yürüme ya da bir taksi yolculuğu yapmak zorunda kalan benim için en kayda değer şeylerden biriydi. Ha, bir de bizim araçların önünde polisin yaptığı eskortluk ve eskordu gören yerli araçların yolu açmak için kendilerini abartısız kaldırıma atmaları da yine unutulmayacak anılardandı. Gittiğimiz uluslararası bir organizasyon olduğun için polis böylesi hizmetler veriyordu ve Macarlar da yolu açmak için ellerinden geleni yapıyordu, bize, bu uygulamanın eski bir alışkanlık olduğu söyleniyor ama insan kendi ülkesinde bu durumlara maruz kaldığında ne kadar tepki gösterdiğini anımsayınca da pek utanıyor doğal olarak... Bu arada nüfusun bize göre oldukça az olduğunu söylemeye bile gerek yok. Yaklaşık 10 milyonluk ülkede 3 milyon civarındaki nüfus Budabeşte ve civarında yaşıyor. Arabaları denerken kaybolduğumuzda yolu sormak için insan bulmakta zorlandığımızı da söylemeliyim. Gezinin en güzel yanlarından biri bir zamanlar batılıları, bizim buralara getiren tek tren olan tarihi Orient Express’i ile kısa bir yolculuk düzenlenmesi. Günün yarısını geçirdiğimiz Polus Palace’tan, hemen yakınındaki durağa gelen tarihi Orient Express ile önce Macar Tren Müzesi’ne sonra da artık görmek için sabırsızlandığımız Budapeşte’ye hareket ediyoruz. Orient Experss, tam da hayallerimdeki gibi... Camları tıpkı filmlerdeki gibi açılıyor, şık bir döşeme, küçük masalardaki sunuma hazır ikramlar ve çiçekler... Bir de yaşı itibariyle Orient Express’le uygunluk gösteren ama son derece zarif ve şık bir hanımın ünlü kayısı konyağı ya da likörünü ikram edişi... Başka bir atmosferde olsam şimdi Agata Cristi’nin romanındaki cinayetin nasıl işlendiğini ya da Hickok’un filmindeki özellikle de kaybolan kadının biletinin ikide bir gelip gelip cama yapışmasını filan hatırlardım herhalde ama biraz matrak bir grupla yolculuk ettiğimiz için ne yazık ki aslında trenin ne kadar da yavaş gittiği ikide birde başka hatlara yol vermek zorunda kaldığı gibi daha dünyevi şeylerle vakit geçiriyoruz, daha çok da medya dedikodularıyla... Sonunda nihayet Macar Tren Müzesi’ne ulaşıyoruz. Bir arkadaşın ‘peki müze nerede’ sorusu büyük bir kahkaha tufanına neden olsa da durumu çabuk toparlayıp açık havadaki birbirinden ilginç lokomotifleri incelemeye koyuluyoruz. İstasyonda trenle nerelere gidildiğini gösteren kocaman bir tablo var, trenle ulaşıma ne kadar önem verildiği gidilebilecek yerlerin çokluğu ve gördüğümüz lokomotiflerin çeşidiyle paralellik gösteriyor. Zaman geniş olsa, saatlerimi geçirebileceğim bu mekândan yarım saatte ayrılmak durumunda kalıyoruz ama azımsamıyorum zira artık Budapeşte’yi görebileceğiz. Kadınlar biraraya gelirse! Hem ikinci el kıyafetlere ulaşabileceğiniz, hemde kadınların ürettiği ürünleri satmalarına olanak sağlayan Nahıl Dükkan, Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı’nın projelerinden biri. İkinci el bağış kampanyaları düzenleyerek kullanılmayan eşyalar toplanıyor, ayrıştırılıyor ve fiyatlandırılıyor. Daha sonra özelliğine ve fiyat aralığına göre, Okmeydanı Nahıl Pazaryeri veya Beyoğlu Nahıl Dükkan’a yönlendiriliyor. Beyoğlu Nahıl Dükkan’da sadece giyim eşyası ve nispeten ilginç aksesuvarlar, ayakkabılar, çantalar, üretimi durmuş piyasada bulamayacağınız bazı ürünler ve markalı kıyafetlere ulaşabilirsiniz. Ancak Okmeydanı Nahıl Pazaryerinde ise daha çok ihtiyaç sahipleri için fiyatları 5YTL ’yi geçmeyecek ürünler satışa sunuluyor. Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı (KEDV) 1986 yılında kurulmuş. Vakıf, her yıl yaklaşık bin kadın ve çocuğun yararlandığı merkezlerde, çocuk bakım ve kadın hizmetleri veriyor. Kadınlar tarafından yönetilen bu merkezlere, mahalle halkı ve yerel yönetim de katkı sağlıyor. Bunun yanı sıra ev kadınlarının aktif iş yaşamına girmeleri için yeni iş fikirleri bulunuyor, buna uygun eğitimler veriliyor. Vakfın projelerinden biri de ZUHAL AYTOLUN 2002 yılında kurulan, ikinci el ürünler ve kadınların ürettiklerini satışa sunabilecekleri, ekonomik sürece katılmaları için olanak sağlayan Nahıl Dükkan. Nahıl, Osmanlı’da ve halen Anadolu’nun bazı yörelerinde düğün sahibinin ekonomik durumuna göre süslediği, davetlilerin ise takılarını ve hediyelerini üzerine astığı ya da koyduğu ağaca benzer dev süslerin adıydı. Arapçada hurma ağacı anlamına gelen nahıl, Eski Türklerde ve Osmanlılarda yardımlaşmayı ve bereketi ifade eden ağaç biçiminde bir simge. Günümüzde Noel ağaçları da nahıl’ın bir uzantısı olarak düşünülebilir. KEDV Nahıl İktisadi İşletmesi sorumlusu Semra Sepetçi de bu ismin oluşum için çok anlamlı olduğunu belirtiyor. El birliğiyle bir şeyler üretmenin ve ekonomik sürece katılmanın önemine de vurgu yapıyor. Nahıl Dükkan’da kıyafetten ayakkabıya, ev yapımı reçellerden kitaplara kadar pek çok ürünü bulabilirsiniz. İkinci el ürünlerin yanı sıra kadınların el emeği ürettikleri malzemeleri de çok uygun fiyatlara alabilirsiniz. Mardinli kadınların ürettiği doğal sabunlar en çok ta lep gören ürünler arasında. Kullanılmayan eşyalar vakıf aracılığıyla toplanıyor, kullanılmayacak kadar kötü olanlar imha ediliyor, diğerleri ayrıştırılıyor ve fiyatlandırılıyor. Vakıf tüm bu projelerle çocuk yuvalarının kurulması için de fon sağlıyor. Okul öncesi eğitimi destekleyen mahalle yuvaları kurulması için çalışmalar yapılıyor. Mahallere gidiliyor, ihtiyaçlar tespit ediliyor, kadınlar bir araya getiriliyor. Yerel yönetimin ve vakfın desteğiyle kadınlar örgütleniyor ve yuvalarda gönüllü olarak görev alıyor. Ayrıca mahalle annelikleri eğitimi ile liderlik eğitimleri veriliyor. Çocuk yuvası kurmak isteyenler de vakfa başvurabiliyor. Danışmanlık hizmeti vererek, eğitimlerle yuva kurmak için gerekenler anlatılıyor. Yuvanın belirlenmiş bir ücreti var ancak dar gelirli aileler için kazançları oranında indirim yapılıyor. Hatta burslu kalan çocuklar da var. Çocuk yuvalarına fon Okmeydanı’nda Şişli Belediyesi’nin tahsis ettiği Nahıl Pazar Yeri’nde fiyatları 5 YTL ’yi geçmeyen ürünler satışa sunulurken, diğer markalı ve fiyatı biraz daha yüksek olanlar Beyoğlu Nahıl Dükkan’da alıcı buluyor. Buradan elde edilen gelir de kadın merkezlerine ve çocuk yuvalarına aktarılıyor. Nahıl yalnızca ürünlerin pazar bulduğu bir dükkan değil, kadınların da ekonomik sürece katılıp alsatpazarlama gibi girdileri öğrenebilecekleri bir yer. Sepetçi, ‘‘Çağın ve dünyanın yapısı gereği, elde ve evde yapılan şeylerle bir yere varamıyoruz. El emeği göz nuru ürünler kalmadı artık. Kadınlara burada eğitimler veriyoruz, toplantılar yapıyoruz. Hayatı kolaylaştıran ürünler tasarlasınlar ve kendilerine bunları satabilecek pazarı yaratsınlar’’ diyerek kadınları ticari sürece adapte etmeye çalıştıklarını belirtiyor. Vakfın desteklediği bir kadın ağı oluşturmak için ne gerekiyorsa yapacaklarını da vurguluyor: ‘‘İnternetse internet, ihracatsa ihracat... Amaç kadının para kazanması, onları kendi haline bırakamayız. Aldıkları pazarlama eğitimiyle hem ticareti öğrenecekler hem de kendilerine güvenmeyi.’’ DESTEĞE İHTİYAÇLARI VAR Projenin çift yönlü olduğunu söylüyor Sepetçi, ‘‘Bu projeyle ev kadını, emekli işsiz, ek iş yapmak isteyen çalışanlar kim olursa olsun nasıl para kazanabileceğini öğretmiş oluyoruz. Böylece kadınlar ellerinden geldiğince vakitleri ve yetenekleri doğrultusunda yaptıkları ürünlere pazar bulmuş oluyorlar. Daha sonra elde edilen gelir de tekrar kadınlara ve çocuklara aktarılıyor’’ diyor. Eşya bağışına ihtiyaçları olduğunu da özellikle vurguluyor Sepetçi. Göndermek istediğiniz kullanmadığınız eşyaların dönüşümüyle tekrar kullanılabilir hale getirip, bunu da sosyal faydaya dönüştürmek isterseniz, bağışlayacağınız eşyaları ‘‘İstiklal Caddesi Bekar Sokak No:17 Beyoğlu/İstanbul’’ adresine gönderebilir ya da 0 212 251 90 85 numaralı telefondan vakıfla irtibatlanabilirsiniz. Tuna’nın iki yanında birbirinden güzel tarihi binalar, görkemli kiliseler, gar binaları... Böyle bakıldığında bende ilk uyandırdığı izlenimin Prag’a ne kadar da benzediği idi kentin. Ama Valtava Nehri’nin ikiye ayırdığı Prag’ın alan olarak çok daha mütavazı kaldığını söyleyebilirim. Gitmeden önce okuduğum ‘tozu alınmamış kent’ sözüyle neyin anlatıldığını hemen anlıyorum Budapeşte’ye girerken. Oldukça görkemli binaların bir kısmının diğer Avrupa kentlerindeki kadar bakımlı değil tam tersine boya ya da tamire gereksinim duyduğunu görüyorsunuz. Doğu bloku ülkelerinin bildik bakımsız binaları, buruk ve terkedilmiş gibi... Ama kentte o kadar güzel bir altyapı varki, çok kısa bir süre sonra görkemiyle pek çok kenti Aslanlı Köprü geride bırakacağını kestirmek kehanet olmaz. İkibuçuk saatlik bir kent turu ile Aslanlı Köprü’den geçip, Özgürlük Meydanı, Kraliyet Sarayı şöyle bir geziyor, Gellert tepesinden kuşbakışı bakıyoruz. Parlemento binasının 700 odası olduğunu, Aslanlı Köprü’yü yapan mimarın ‘eğer bir eksiklik olursa kendimi öldürürüm’ dediğini, ama onun değil de aslanları yapan mimarın, aslanların dillerini yapmayı unuttuğu için kendisini öldürdüğünü dinliyoruz. Kentin tepeden görünüşü, geçtiğimiz yollardan birinin adının Mustafa Kemal olması, Gül Baba Türbesi gibi bizi şaşırtan unsurlarla, gece çok güzel bir ışıklandırma eşliğinde yürüdüğümüz Aslanlı Köprü, Tuna üzerinde şık bir teknede yediğimiz ünlü Macar Gulaş’ı belleklerimizde hemen yerini alıyor. Ertesi gün sabahın ilk saatlerinde ayrılıyoruz Budapeşte’den ama mutlaka bir kez daha gelmeye, daha uzun kalmaya ve gezemediğimiz tüm yerleri gezmek üzere kendimize söz vererek... Paris’in Eyfel kulesi, New York’un Özgürlük Anıtı gibi, Budapeşte’nin de en çok akılda kalan yeri Parlamento binası.. Tuna Nehri kıyısında, sadece Budapeşte’nin değil Macaristan’ın da gururu adeta. Parlamento binasını bir uçtan bir uca görebilecek en güzel yer ise tam karşısındaki ‘Budin Kalesi’. Kalenin içinde Matyaş kilisesi ve Balıkçılar meydanı var. Birçok taç giyme törenine ev sahipliği yapan kilise, 1541’den itibaren, Osmanlı döneminde 145 yıl boyunca kilise ve camii olarak kullanılmış. Kanuni Sultan Süleyman bu topraklardaki ilk cuma namazını, Matyaş Kilisesi’nde kılmış.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle