22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 8 TEMMUZ 2006 CUMARTESİ Venezis’in evi Tuhaf bir görüntüydü. FEYZA Beyaz namaz örtüsünü HEPÇİLİNGİRLER başından henüz çıkarmamış yaşlı bir kadın, bir hayaletle konuşuyordu. Çoktan ölmüş Yunanlı bir yazarın hayaletiyle. Adını bilmediği, duyduğunda da doğru dürüst söyleyemediği bu yazar 17 yaşındaki haliyle birden çıkıvermişti Kaniye Hanım’ın karşısına. Kaniye Hanım da en baştan onun gerçek değil hayal, daha doğrusu hayalet olduğunu biliyor; ama, tanrı misafirlerini kapısından kovmanın cezası olduğunu düşündüğünden karşı çıkmıyordu. Namazını bozup açamadığı için, el biçimindeki kapı tokmağı, o selam verinceye kadar dövüp durmuştu kapıyı. Sıra selam vermeye geldiğinde seccadesinin ucunu kıvırmış, beyaz namaz örtüsünü çenesinin altında düğümleyip şakaklarında sıkılayarak kalkmıştı. Merdivenleri inip kapıya ulaştığında tunçtan tokmak hala dövmekteydi kapıyı. ‘‘Geldim. Geldim’’ diye söylenerek açtı. Karşısında hiç tanımadığı insanlar... İki kadın, bir erkek... Erkek ile kadınlardan birinin Yunanlı olduğunu çıkaramadı önce; çünkü esmer kadın Türkçe konuştu. Çok kibar bir Türkçe konuştu; o yüzden ne dediğini hemen anlayamadı Kaniye Hanım. Sonra bir kez daha anlattı, tane tane konuştu bu sefer. Yanındaki kadınla erkek Midilli’den gelmişler, evi gezebilirler miymiş? ‘‘Kiralık mı sandılar?’’ diye geçirdi içinden; ama bunu sormadı. Bir öncekinde olduğu gibi yine boş boş baktı. İyi etmişler gelmekle, hoş gelmişler; ama Midilli’den geldiler diye evini niye gezdirecekmiş ki onlara? ‘‘Müze mi burası?’’ da demedi; tuttu kendini. Sorusunu yine aynı boş bakışla iletmeyi seçti. Daha geniş açıklama o zaman geldi. Burası eskiden Yunanlı bir yazarın eviymiş. Bu yazarı çok sayar, severmiş bu gelenler. Yazar çoktan rahmetli olmuş; ama kitapları basılır dururmuş hala. Kitaplarından birinde Ayvalık’taki evini tarif etmiş. O tarife göre bulmuşlar; burası olmalıymış yazarın evi. Kaniye Hanım bu evin Rumlardan kaldığını biliyormuş, değil mi? Yunanlı yazarın adını da söylediler. Mezeris mi dediler, öyle bir şey. Yine anlam veremedi evini gezmek istemelerine. ‘‘Yok kızım’’ dedi esmer kadına. ‘‘Sen onları sahile götür. Belediye binası da Rumlardan kalmadır, şehir kulübü de. Mezeris mi nedir, oralarda da dolanmıştır.’’ ‘‘Venezis, teyze!’’ dedi esmer. ‘‘İlias Venezis. Bunların çok ünlü bir yazarıdır.’’ ‘‘İyi ya işte! Oralarda da dolanmıştır o yazar. Oraları gezsinler.’’ ‘‘Yok, çocukmuş buradan kaçtığında. Daha 15 yaşında var yokmuş. Ne anlasın sahilde dolanmaktan, hem niye dolansın? Senin şu bodrumdaki demir parmaklıklı pencere var ya, oradan kaçmış. O zaman demir parmaklık yokmuş demek.’’ Kaniye Hanım baktı ki söz uzayacak, ‘‘Deniz kıyısına gidin siz’’ dedi. ‘‘Kahvelerden birine oturun, çay için. Birer soğuk limonata ikram et misafirlerine. İçleri serinlesin.’’ Esmer yine açıklama yapmaya davranınca, ‘‘Benim evim, bakılacak, gezilecek yer değil’’ diye kestirip attı. Ayıp olacağını; hatta günah olacağını pek düşünmeden kapatıverdi kapıyı suratlarına. ‘‘Evi gezeceklermiş! Gidin, çarşıyı pazarı gezin, sokaklarda dolanın, plajlara gidip çıplaklara bakın. Ne göreceksiniz benim evimde? Hazinelerim mi var, gizli sandıklarda altınlarım mı?’’ diye söylene söylene çıktı merdivenleri. Rumların giderken, bir süre sonra döneceklerini düşündüklerinden, bütün paralarını altına çevirip gaz tenekeleriyle evlerin bir yerlerine gömdüklerini çok duymuştu. Bulan da çok oldu Ayvalıklılardan. Belki hala gömülü duranlar bile vardır. Kaniye Hanım ne yapacak bundan sonra parayı pulu? Çocuklarının da ihtiyacı yok. Gavur parasından hayır bekleyecek durumda değiller çok şükür. O gidenlerin çocukları, torunları, ara ara çıkar gelirmiş Yunanistan’dan babalarının, dedelerinin gömülerini bulmak için. Bu gelenler de besbelli onlardan. Yok, Yunanlı yazarın eviymiş burası, yok adresini kitabında vermişmiş. Daha neler! 15 yaşında gitmişse buradan, nasıl bildi de koydu kitabına Ayvalık’taki evin adresini? O, gerçi gelin geldi bu eve; ama çocuk sayılırdı evlendiğinde. İşte o çocuğun kaçtığı yaşta, 15 yaşında kadardı. Demek ki kendini bildi bileli bu evde yaşadı. Bu evde çocuklar doğurdu, büyüttü. Oğullarını askere bu evden uğurladı; kızlarını telli duvaklı, bu kapıdan gelin etti. Kocasını bu kapıdan yolcu etti öbür dünyaya. Şimdi kalkmış birileri, ‘Bu ev Yunanlı bir yazarın evi!’ diyor. Hiç olur mu öyle şey? Rahmetli kayınpederinin Büyük Mübadele’de Midilli’den gelip yerleştiği ev burası. Kendi evleri... Yunanlı yazarın, şairin değil. Bunları düşünürken zınk diye durdu. Kayınpederi hep anlatırdı: Geldiklerinde sofrayı kurulu bulmuşlar. Çorbalar konmuş tabaklara, bardaklara şaraplar doldurulmuş. Öyle bırakıp kaçmış Rumlar. Yemeklerinden bir lokma almadan, şaraplarından bir yudum içmeden, sofrayı öylece bırakıp, kapıları, pencereleri sımsıkı kapatıp gitmişler. Öyleyse? Öyleyse esmer kadının söyledikleri yalan değil. Besbelli o çocuğun ailesinin eviymiş burası. Kayınpederinin anlattıklarını gömüldükleri mezardan çıkarmaya, canlandırmaya, anımsamaya çalıştı. Zordu. Çok zor. Tüh! Keşke geri çevirmeseydi kapıdan insancıkları. Ne de olsa Tanrı misafiri sayılırlardı. Yine de çok durmadı bunların üstünde. Yarım bıraktığı namazını tamamladı, tesbihini çekti. Seccadesini katladı, tesbihi de arasına koyup dolaba kaldırdı. Esmer kadının dediği bodrum penceresine bakmak o zaman geldi aklına. Üşenmedi indi merdivenleri yeniden. Kadının dediği pencere, evet, demirli olmasa 15 yaşındaki bir çocuğun değil, yetişkin birinin de pekala sığabileceği büyüklükteydi. Peki, demirleri yok muymuş o zaman? Olması lazım. Demirsiz olsa hırsız girmez mi eve? Girer, hem de hiç zorlanmadan. ‘‘Hırsız yoktu o zaman. Hırsızlık yoktu. Kimse bir başkasının evine pencereden girmezdi’’ dedi bir delikanlı sesi. Döndü, hemen tanıdı. O çocuk... O, 15 yaşındayken bu pencereden kaçıp giden çocuk. Hayal olduğunu bildi; ama hiç korkmadı Kaniye Hanım. Korkmak aklına gelmedi. ‘‘Mezeris misin sen?’’ diye sordu. ‘‘Venezis,’’ dedi çocuk. ‘‘İlias Venezis.’’ ‘‘Çok ünlüymüşsün Yunanistan’da!’’ ‘‘Kimin umurunda! Yıllarca burayı özledim; bu evi, koyları, adaları, çocukluğumu, yürek serinletici çamlarla, görmüş geçirmiş zeytin ağaçlarını. Bu yüzden Midilli’de yaşadım ya! Midilli’de Ayvalık’a bakan bir evde yaşadım. Buraya gelme umudu olmasa da her an burayı görme olanağı verdiği için.’’ ‘‘Niye kaçtın ki? Madem kendi evinizdi burası. İnsan kendi evinden kaçar mı, hem de pencereden?’’ ‘‘Kaçmadım’’ dedi. ‘‘Yanlış biliyor onlar. Hem yaşım da 15 değildi. Kız kardeşim Agapi 15 yaşındaydı; ben 17’me yeni girmiştim. 1922 yılının Eylül ayıydı. Küçük Asya cephesi çökmüş, bizimkiler yenilmişti. Türkler geldiler ve sıkıyönetim ilan ettiler. İntikam almak için yaşı 18 ile 45 arasındaki Rum erkekleri tepelerin arkasına götürüp kestikleri söyleniyordu. Ayvalık’ın Rum halkı arasında, sessiz bir biçimde kulaktan kulağa yayıldıkça güçleniyordu söylenti, gerçeklik kazanıyordu. Tepelerin arkasına götürüldükten sonra geri gelmeyen aile babalarının, ağlarken bulmuş onu. Evini sormuş, güçlükle tarif etmiş Agapi; çünkü açlıktan, umutsuzluktan ve yüksek ateşten bayılmak üzereymiş. Buraya gelmişler. Şimdi senin oturduğun evimize. Babam da rıhtımda gemiye binenleri bırakıp son bir umutla kızını aramak üzere eve geldiğinden karşılaşmışlar burada; ama öyle sıkı kapatmışız ki evin her yerini, eve girememişler. Türk subayı doktormuş. Hasta bir genç kızla yaşlı bir adamı ortada bırakmamış. Yakalanırsa başının belaya gireceğini bile bile almış onları, emir eriyle birlikte kaldıkları eve getirmiş. Ayvalık’tan kalkacak son vapura kadar beni bulacaklarını umarak Türk subayın evinde kalmışlar.’’ Sonra daha tuhaf bir şey oldu. 17 yaşındaki çocuğun anlattıkları, demir parmaklıklı tek pencerenin aydınlatamadığı bodrumun kireç badanalı duvarında, o duvar bir beyaz perdeymiş ya da kocaman bir televizyon ekranıymış gibi görünmeye başladı; sonra görüntüye bile gerek kalmadı, içinde duymaya, yaşamaya başladı Kaniye Hanım kendi doğumundan bile önce yaşananları. Şu anda bodrumunda bulundukları evin dıştan görünüşü belirdi kireç badanalı duvarda. Sonra evin kapısı açıldı; baba oğul oldukları anlaşılan biri yaşlı, öteki genç iki erkek, karanlık sokağa usulca süzüldü. Gölgelerinden bile korkarak köşeyi döndüler ve dar sokağa sapıp kayboldular. Feyza Hepçilingirler 1948’de Ayvalık’ta doğdu. İzmir Kız Lisesi (1966), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1970). İzmir Kemalpaşa ve PORTRE Karataş Lisesi ile Yüksek Öğretmen Okulu’nda edebiyat öğretmenliği yaptı. 1984 yılında emekli oldu. Hikâyeleri 1979’dan itibaren, Türk Dili, Sesimiz, Öğretmen Dünyası, Yaba, Dönemeç gibi dergilerde yayımlandı. ‘Yanlışlıklar’ adlı oyunu ile Kültür Bakanlığı Çocuk Oyunları Yarışması’ndan başarı ödülünü, ‘Sabah Yolcuları’ adlı eseriyle 1981 Akademi Kitabevi Öykü Ödülü’nü (Fazlı Yalçın’la), 1985 ENKA Bilim ve Sanat Ödülleri Yarışması’nda ‘Eski Bir Balerin’ adlı hikâyesiyle üçüncülük, aynı adı taşıyan kitabıyla 1986 Sait Faik Armağanı’nı kazandı. oğulların öyküleri anlatılıyordu fısıltılarla. İşte bundan kaçırıyordu babam beni. 17 yaşıma daha yeni girmiş olduğumu kanıtlayamamaktan korkuyordu; oğlunu, artık adları bile söylenmeye başlayan kurbanların arasında olmaktan kurtarmaya çalışıyordu. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, gelen Yunan gemilerine, sizin Midilli dediğiniz Lesbos’a götürülmek üzere, bindiriliyordu. Bulabilenler Amerikan bayrağı taşıyarak, kendilerine bir zarar gelmesini önlemeye çalışıyordu. Hepsi evlerini öylece bırakıp çıkmıştı. Yanlarında götürmeye çalıştıkları altın ve paralara gemiye binmeden önce el konuyordu. Birkaç parça giysiye, bir de ikonalara izin vardı yalnız. Babam beni tepelerin arkasında öldürülmekten kurtarmak için, gizlice kaçırmaya çalıştı; ama yakaladılar ve hapsettiler. Babamı daha sonra bıraktılar; ama beni, hayır. Kapısını sımsıkı kilitleyip çıktığımız bu eve bir daha hiçbirimiz dönemedik. Kızkardeşim Agapi, beni burada bırakıp gemiye binmeyi reddetti. Beni bulmak ve kurtarmak için burada, o cehennemin ortasında yapayalnız kaldı. Terk edilmiş, kapısı açık bırakılmış evler, bomboş sokaklar, deprem anındaki gibi çığlık çığlığa bağıran hayvanlar, uluyan köpekler, duvarları boynuzlayan inekler... O cehennemin ortasında annesinin siyah başörtüsüsüyle başını örtmüş, ıssız sokaklarda, boşalmış evlerde ağabeyini arayan bir küçük kız. Kimi aradığını bilmeyen bir kız çocuğu... Ağabeyini ya da bir yetkiliyi, komutanı, subayı... Önlerinde diz çökerek, dizlerini öperek, rica ederek, ağlayarak, yalvararak... ‘Ya ağabeyimi verin ya da öldürün beni’ diyerek. Üç gün, üç gece... Vahşi karanlığın ve terk edilmişliğin içinde yolunu bulamayarak, ıssız sokaklarda kaybolarak, sa hipsiz evlerin kapılarının arkasında tavşan uykusu uyuyarak. Ve ona kim yardım etmiş dersin? Annesini ve üç kızkardeşini bizimkilerin kestiği bir Türk subayı. Bir kapının merdivenlerinin üzerinde, kırk derece ateşli, hıçkırıklarla Evin içinden bastırılmaya çalışılan ağlamaların, boğazlarda düğümlenmiş hıçkırıkların duyulmayan sesleri, buğu gibi, koku gibi, göğe yükseliyordu. Babasıyla birlikte evden çıkan, bu çocuktu, adı İlias olan. Daha sonra Yunanistan’ın ünlü yazarlarından biri olacak olan İlias Venezis. Şehrin üzerinde korku, dev boyutta bir yarasa gibi kanatlarını açmış, karanlığını koyultmaktaydı. Çocuğun anlattıkları beyaz duvarın üzerinde teker teker görünmeye başladı. Şimdiden alınıp istiflenmiş kışlık odunların üzerine oturmuştu Kaniye Hanım, film gibi izliyordu duvarda belirip geçen görüntüleri. Çocuğun, adının Agapi olduğunu söylediği kızkardeşi, kolundan çekip gemiye sürüklemeye çalışan babasının elinden kurtuldu ve kaçtı. Bunun üzerine baba da vazgeçti gemiye binmekten. Artık iyice karanlık olmuştu. Rıhtımda, kızına sarılmış bir baba ile genç bir Türk subayının oluşturduğu üç gölgeden başka kimse kalmamıştı. Genç subay: ‘‘Nereye gideceksiniz?’’ dedi. ‘‘Sen hasta, baban ihtiyar. Nereye gideceksiniz?’’ Babasından daha kararlı bir sesle küçük kız atıldı: ‘‘Hiçbir yere. Burada kalacağız.’’ ‘‘Hayır,’’ dedi genç subay buyurgan bir sesle. ‘‘Burada kalamazsı nız. Gelin benimle.’’ Bir yanına babayı, öbür yanına kızı alarak, kendi evine getirdi. Orta halli bir evdi Türk teğmenin evi. Kibar, çekingen ve heyecanlı olan genç subay, evinde barındırmakla büyük bir sorumluluk altına girdiği bu baba kızı bir an önce yatırıp dinlendirmek için hazırlığa girişti. Kendi demir karyolasını baba için hazırladı. Askerine söyleyerek karyolanın yanına küçük kız için bir yatak serdirdi; kendisi de yatacağı yandaki odaya geçti. Biraz sonra elinde albüm ve kitaplarla geri geldi. Hasta olduğu için hemen uyumasını önerdi küçük kıza; ama eğer uyuyamazsa bu getirdikleriyle vakit geçirebilirdi. Kendisi biraz geç dönecekti. Giderken askerine, ‘‘Onlara iyi bak,’’ dedi. ‘‘Benim misafirlerim onlar. Benim insanlarım.’’ Yorgun baba, başını yastığa koyar koymaz uyudu. Fakat Agapi, Türk subayın geri dönmesini bekledi. Döndüğünde neşeliydi subay, biraz içmiş olduğu belliydi. Eski Türkçe yazılı bir kağıt gösterdi ve açıkladı. Bu kağıtla kurtaracaklardı ağabeyini. Küçük olduğunu, askerlik çağında olmadığını söyleyeceklerdi. Ama hemen çıkmadı odadan. Agapi’nin yatağının yanına, yere oturdu. Gözleri yaşararak, içini yakan kendi öyküsünü anlattı. İçki, bastırmaya çalıştıklarını yüzeye çıkarmış, subaylığın sertliğinden soyunmasını, tüm yakınlarını yitirmiş bir insanın duygusal çıplaklığı içinde kalmasını sağlamıştı. Bursa’danmış, ismi Kemalettin’miş. Annnesi, babası ve üç kızkardeşi varmış. Biri on altı, öteki on sekiz, en büyüğü de yirmi yaşındaymış kardeşlerinin. Üçünü de çok severmiş, fakat küçük kız kardeşi Zehra’ya düşkünlüğü bambaşkaymış. Şimdi kimsesi kalmamış, hepsini Yunanlılar öldürmüş. Bu kıyılan canlarının intikamını almaya, önüne çıkacak her Rum genç kızını öldürmeye Kuran üzerine yemin etmiş. Fakat Agapi’yi gördüğünde yeminini tutamayacağını anlamış; çünkü tıpkı küçük kız kardeşiymiş Agapi. Hiçbir şeyi ondan farklı değilmiş. Hele onun ağlayıp yalvardığını gördüğünde kız kardeşinin canlı olarak karşısına çıktığını sanmış. Yakarmaları sanki Zehra’nın yakarmalarıymış. O zaman yalnız yeminini unutmakla kalmamış, gerekeni yapacağına, karşısında capcanlı gördüğü bu yeni kız kardeşini ağlatmayacağına ikinci bir yemin etmiş. Sonra Agapi, adının ‘‘sevgi’’ anlamına geldiğini söyledi ve kendi öyküsünü anlattı. Artık ikisi birden ağlıyordu. ‘‘Bütün bunların suçlusu savaştır’’ diyerek sarıldılar birbirilerine. Son olarak pencereye çıkmamasını öğütledi Kemalettin. Çünkü hem Agapi için hem de onun için tehlike söz konusuydu. Aile gibi olmuşlardı. Agapi, Kemalettin’in düğmelerini dikiyor, çoraplarını yamıyordu; Kemalettin de yakınlarıymış gibi hizmet ediyordu onlara. İlias’ın hapis tutulduğu yere eriyle sepet dolusu erzak göderiyordu. Son geminin hareketinden önceki kargaşadan yararlanıp İlias’ı kaçıracaklardı, plan buydu. Ancak, son geminin hareket edeceği gün, onlar daha rıhtıma inmeden, genç Türk subayı eve bitkin bir durumda geldi. O sabah İlias, öteki tutuklularla birlikte Anadolu içlerine sürülmüştü. Baba Venezis o son gemiye binmeleri için ağlayarak yalvarıyor; Kemalettin olabilecekleri titreyerek anlatmaya çalışıyordu. Taburu ertesi gün ayrılacaktı Ayvalık’tan ve onları askere teslim etmesi gerekecekti. Bu çok tehlikeliydi. Onları işkenceye, kendisini de ölüm mahkumiyetine götürürdü; savaş sırasında düşman saklamanın cezası ölümdü. Beyaz duvardaki görüntüde Agapi, genç subayın ellerini öpüyor, o da Agapi’nin saçlarını okşayıp öperken, ‘‘Zehra, Zehra’’ diye mırıldanıyordu. Sonra babayla kızın zorla bindirildikleri gemi belirdi duvarda. Karanlığın içinde, kadın ve çocukların çoğunlukta olduğu topluluk gemiye doluşuyor; ağlamalar, hıçkırıklar, ah’lar gökyüzüne yükseliyordu. Gemi demir alıp rıhtımdan uzaklaşırken incecik bir kız, o kalabalığın arasından sıyrıldı, öne çıktı, titreyerek, ağlayarak; ama vargücüyle el sallamaya başladı. Küçük bedeni, onu ‘‘Zehra!’’ diye, öpe koklaya gemiye bindiren Türk subayına veda eden bir ele dönüşmüştü sanki. Gemi uzaklaştıkça insanların hıçkırıklarının yankıları yavaş yavaş sönüyordu. Önce Agapi, gözden uzaklaşmaya başladı; gözden uzaklaştıkça küçüldü, seçilmez oldu. Sonra gemi küçülmeye başladı. Gözünün seçebileceği yere kadar takip etti Kaniye Hanım gemiyi. Küçücük bir nokta olup kaybolduktan, bodrumun duvarı, üzerinden hiçbir görüntü geçmemiş gibi, kireç badanalı, pürtüklü eski haline dönüştükten sonra, gözlerini ayırabildi ancak. İlias’ın, eli silah tutacak yaşa gelmiş Rum gençlerinden oluşturulan çalışma taburlarında, Bergama yakınlarında taş kırdığını, yol yapımında çalıştırıldığını, karnı aç, ayağı çıplak perperişan dolaştığını göremedi. Anadolu’daki Hıristiyan Rumlarla Yunanistan’daki Türk asıllı Müslümanların değiş tokuş edildiği duyulunca çalışma taburundan kaçtığını, Bergama’dan Ayvalık’a yayan gelerek, bir gemiye kapağı attığını, canını böylece kurtardığını bilemedi. Etrafına bakındı Kaniye Hanım. Kimseler yoktu. Evinin bodrumunda, odun istiflerinin üzerine oturmuş, uyuklayan; hayaletlerle konuşan, rüyalar gören tek başına bir ihtiyardı. Rumca bir şarkı mırıldandığını o zaman fark etti, görüntüler gittiğinde, film bittiğinde: ‘‘Perimeno, ta pento, ya panda / M’akus / Monimu, stin paradiso’’ (Bekliyorum, yastayım, sonsuza kadar / Duyuyor musun / Cennette tek başıma). İyi ama hiç Rumca bilmezdi ki o. * Kosta Sarıoğlu, Yorgo Kırbaki ve Ali Onay’ın yazılarından yararlanılmıştır. ü yk Ö HAFTA SONU 12 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle