Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 22 TEMMUZ 2006 CUMARTESİ ü yk Ö Nerede O Eski Mektuplar... Bilgisayar tuşlarına dokunup elektromanyetik dalgalara yüklenenlerden değil, şöyle ak kağıda dört satır da olsa kendi elceğizinizle yazdığınız bir mektubu en son ne zaman göndermiştiniz? Ya da postacı size böyle bir mektubu en son ne zaman getirmişti? Peki, öyle üçbeş değil, on, yirmi hatta otuz sayfalık ak kâğıtlara dantel gibi işlenmiş, artık unuttuğumuz, bir köşelerde mahzun bı raktığımız, aslında bizi insan yapan inceliklerle dolu mektuplar alsaydınız ne yapardınız? Ben ne yapardım, bilmiyorum... Ama onun ne yaptığını biliyorum. Şu an kalbim belki de en az onunki kadar çarpıyor... Yaşamı sanatla iç içe geçmiş, evlenmiş, çocuk doğurmuş, ayrılmış; sevdikleri, sevenleri olmuş, çok mektuplar göndermiş, çok mektuplar almış, ama 40’lı yaşları sürdüğü yaşamında böylesi hiç başına gelmemiş. Anlatılacak gibi değil, kelimeler yetecek gibi değil... O sabah çalıştığı resim galerisine gelen davetiyeler, bildiriler arasında kalınca bir zarf da var. Sanat ağırlıklı, ama kaybettiğimiz, yok farz ettiğimiz, zaman bulamadığımız için es geçtiğimiz, koşturmacalarımız sırasında ayaklarımız altında ezilip giderken umursamadığımız bize ait duygularla dolu, özenli bir el yazısıyla yazılmış o mektubu yazan kim ola ki?... Mektup, Doğu Anadolu’nun küçük bir kentinden gelmektedir. Adres, o küçük kentin kapalı cezaevini göstermektedir... Böylesine duygu yüklü bir mektubu yanıtsız bırakmak olmazdı. Mektupta bir elektronik posta adresi olmadığına göre yıllardır alışageldiği bilgisayar tuşlarından başka bir yöntemi kullanmak zorunda kalacaktı, ama olsun... Ak kâğıtlara o da kısa, ama özenli bir şeyler yazdı. Mektup yazmak ne kadar da zordu. Üstelik bir ‘‘tık’’la saniyede gönderebileceği yanıt, kim bilir kaç günde yerini bulacaktı. Neredeyse on sayfa dolusu bir mektup daha gelmeseydi, her şey öylece kalacaktı. Bu mektup biraz daha ‘‘derin’’di. Ruhunu bir yerlerinden kavrıyor, sıkıştırıyor, buruşturuyor, duvardan duvara çarpıyordu. Bu adam nereden çıkmıştı, neyin nesiydi? Onca birikim tamam da nasıl olmuştu da onca duyarlılığın bir kırıntısını bile bir yerlerde unutmadan taşımaktan bıkmamış usanmamıştı. Hele bu mektubu yanıtsız bırakmak hiç olmazdı. Bu adamı tanımalıydı. Tanıdı da... Adam da 40’lı yaşlarını sürüyordu. Uzun yıllardır o köhne kentin köhne cezaevinde siyasi mahkum olarak yaşamını sürdürüyordu. Mektuplarına yanıt alabilmek onu çok mutlu etmişti. Mektup gönderdiği kimileri elektronik posta adresini bildirmesini istemişler sonra da sessizliğe gömülmüşlerdi. Uzun yıllardır dört duvar arasındaki zavallı adam, ‘‘dışarıdaki’’ yaşamın dayanılmaz hızını, insanların birbirlerini ezercesine geçe rek nasıl da bir yerlere koşturduklarını, duyarlılık ne kelime insanların birbirlerine üç dakikacık ayıracak zamanları ÜMİT OTAN olmadığını, her şeylerin hem de çok ucuza nasıl da alınıp satıldığını nereden bilebilirdi? Mektuplar sıklaştı. Yirmi, otuz, kırk sayfalık el emeği göz nuru metinlere dönüşmeye başladı. Her mektup onları biraz daha yaklaştırdı... Sergilerin açılış günlerini pek sevmem, mecbur kalmadıkça da gitmem. O gün onun çalıştığı galeride çok önem verdiğim bir dostumun fotoğraf sergisinin açılışı vardı. Gitmeye zorunluydum. Ellerinde kadehleri, sırtlarını fotoğraflara dönmüş ve birbirlerinin içine sokulmuş insan kalabalığının arasından sıyrılıp dostuma göründüm ve tam sıvışıyordum olduğunu belirtip kapıyı göstermişler dostuma. Artık günleri saymaktan, beklemekten başka bir yol kalmamış, bir de mektuplar... Mektuplar da olmasa dayanamazmış. En yakın bildikleri, en inandıkları bile ona ‘‘deli’’ gözüyle bakmaya başlamış. ‘‘Sen aklını kaçır dın’’, ‘‘Böyle bir sorumluluk saçmalık’’, ‘‘Kızım bu işten hemen vazgeç’’ ve buna benzer tümceler yağmaya başlamış üstüne. İnsanların incelik, duyarlılık üzerine ‘‘hikayeler’’ dinlemeye zamanı yokmuş. Onlar çok meşgullermiş. Hep gülücüklerle karşılanmış. Tek başına kalmış. Ankara’daki bir arkadaşından gelen mektup içine su serpmiş. ‘‘Senin bu yaşadıklarından alacağımız çok ders olmalı’’ diye yazmış arkadaşı... Araya yine epey bir zaman girdi. Arayan yine oydu. Telefondaki sesi şen şakraktı. Her tümce kahkahalarla noktalanıyordu. ‘‘O şimdi burada, karşımda oturuyor bizi dinliyor’’ dedi ve bir kahkaha daha patlattı. ‘‘Kim?’’ dedim dalgınlıkla. ‘‘Kim olacak Murat, o köhne kentin köhne cezaevinden bu kez mektubu değil; kendi geldi.’’ Demek gelmişti. Demek genç bir delikanlı olarak girdiği o kalın du varlar arasındaki on beş yıl dolmuş; mavi gökyüzüne, yaşama sevincini karşılıksız bırakmayan kadına kavuşmuştu. ‘‘Hemen gelmelisin’’ dedi dostum. ‘‘Hemen gelirim’’ dedim... O sımsıcak yüzü sanki yıllardır tanıyordum. Sanki kısa bir süre önce görüşüp ayrılmışız. Sanki yaşamımızda ilk kez karşılaşmıyoruz gibi. On beş yıldan sonra ‘‘dışarıda’’ en ilgisini çeken Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi SinemaTelevizyon ve Fotoğrafçılık Bölümü’nü bitirdi. Kısa süre Nokta Dergisi’nde çalıştıktan sonra PORTRE Cumhuriyet Gazetesi İzmir Bürosu’nda muhabirliğe başladı. Emek, insan hakları ve çevre konularına ağırlık verdi. Uzun süre İstihbarat Şefliği görevini üstlendi. ‘İşte Kıyılarımız’, ‘İşte Biz’, ‘Çocuk’ ve ‘Suyun İki Yakası’ konulu kişisel fotoğraf sergileri açtı, çeşitli karma sergilere katıldı. ‘Babıtelli’, ‘Çaynobil’, ‘Öykünün Dışındaysan Üşürsün’, ‘Aşk Geri Dönene Kadar’, ‘Nükleere Geçtik Maşallah’, ‘Komedya’, ‘Komşunun Selamı Var’, ‘Kalbim Neden Olmazlarda’ kitaplarıyla, ‘Yaşamın İki Ucu’ adını taşıyan fotoğraf albümü yayımlandı. Mezun olduğu okulunda medya dersleri verdi. Cumhuriyet Gazetesi ile internet siteleri, Dördüncü Kuvvet Medya ve Sansürsüz’de yazılarını sürdürüyor. ki ‘‘yakalandım’’... Lobiye çıktık. ‘‘Gidiyorum’’ dedi. ‘‘Nereye’’ diye sormaya fırsat bulamadım. O köhne kentin köhne cezaevinde yaşamakta olan o uzun, güzelim mektupları yazan adamı görmeye gidiyormuş. Cezaevinden çıkmasına çok az kalan adamı isterse birlikte yaşamaya, ona destek olmaya çağırmak istiyormuş... Niye yalan söyleyeyim, pek de olacakmış gibi gelmedi bana. Çoğu çoğu bir hayal olabilirdi. Unutmuş gitmiştim? Telefondaki heyecanlı ses onundu. Hiç duraksamadan, neredeyse soluk almadan anlattı. Hayal değilmiş, demek. Dostum, o çok merak ettiği adamı görebilmek için, cezaevinde resim dersleri vermek için ilgili makamlara başvurmuş; gerekli izinleri almış yollara koyulmuş. İlk kez gittiği kentte önceleri bir garip hissetmiş kendini. Cezaevi kapısından girdiği ilk gün neredeyse yarım asırlık ömründe en heyecanlı gün olmuş. O duyarlı, mis kokulu mektupları yazan demek oymuş. İnce, güleç yüzlü bir genç adam. On beş koca yıl gözlerindeki pırıltıyı söküp atmayı başaramamış. Resimler yapmışlar. Çok konuşamamışlar. Gözler yetmiş, kalpler kaynaşmış... İzmir’le o kent arasındaki gidiş gelişler sürüp gitmiş. Sonraları cezaevi görevlileri bu işten ‘‘pirelenmişler’’. Resim derslerinin yeterli ellerinde telefonlarla oradan oraya koşuşturan insanlar olmuş, çok gülmüş. ‘‘Ama’’ dedi, ‘‘İletişim çağı yaşıyormuş gibi görünen bu insanlar aslında iletişimsizliğe boğulmuşlar. Herkes kabuklarına çekilmiş. Herkeslerin elinde bir telefon ve boyuna konuşuyorlar, ama birbirlerinden haberleri yok. Yabancılaşmanın boyutları ezici. Abartı gibi gelebilir, siz dışarıdakilerin işi biz içeridekilerden çok daha zor gibi görünüyor.’’ Bir arabaya doluştuk üçümüz. Kırmızı şarap içtik bir yerlerde. Gece yarısına kadar konuştuk. Daha doğrusu onlar anlattı ben dinledim. Dostumun resimlerini yaptığı apartman katı bunaltıcıymış. Artık iki ressama yetmezmiş. Kente yakın, ama ayak altında olmayan bir yerlerde derme çatma da olsa prefabrik bir stüdyo kurma hayallerine daldık. Sonra hayal kurmaktan vazgeçip üzerinde uzun uzun konuştuk. Bir dostun arazisine tek katlı, önünde kocaman verandası olan ve her yanından ışığa boğulan bir ‘‘dünya’’ yaratmaya karar verdik. Bedava amelelik yapmaya söz verdim. Dostum, ‘‘Orada yapacağımız resimlerden veririz sana’’ dedi. Anlaştık. Uzun zamandır hiç o akşamki kadar mutlu olduğumu anımsamıyorum. Sinema okuyup sinemacı olmadığıma hiç o akşamki kadar hayıflanmadım. Eve döndüğümde uyku tutmadı. Sabaha kadar kare kare onları yeniden yaşadım. Karelerin yerlerini değiştirip durdum. Sahneler kurdum, bozdum, yeniden kurdum. Bir kadının göze aldığı, asıldığı, bırakmadığı ve sonuna dek sürdürdüğü, duyarlılıkla ördüğü o dünyadan herkeslerin haberi olmalıydı. Bir küçücük öyküde kalmamalıydı. Acaba bir senaryoya başlasam altından kalkabilir miyim? Bilmiyorum, bilemiyorum... Sabah kahvemi yaptım, balkonu oturdum. Yemini bekleyen kumrumla selamlaştım. Postacı geldi. Bana da bir şeyler var mı diye çıktım. Postacı posta kutularına mektupları yerleştiriyordu: Kredi kartı borçlarını bildiren çeşitli bankalara ait zarflar, telefon, kablolu televizyon borçlarını anımsatan Telekom zarfları ve diğerlerini... Tüm adresler bilgisayar çıktısı. Tüm zarfların üzeri ‘‘otomatiğe’’ bağlanmıştı. Adresi elle yazılmış bir tek zarf yoktu. Demek ki hiç kimseye ‘‘mektup’’ gelmemişti. Postacının arkasından bakarken onları anımsadım: Galeride çalışan dostumu, köhne kentin köhne cezaevindeki o adamı ve yıllardır almadığımız, göndermediğimiz içimizi hoplatan, hepsi biri birinden farklı kokan mektupları... Çağdaş Türk Sanatçıları seçkisi S ergi Mac Art Gallery Çağdaş Türk Sanatının önemli isimlerini bir araya getirdiği ‘Çağdaş Türk Sanatçıları Seçkisi’ adlı sergi ile sanatseverlerin ziyaretine açık olacak. 20 Ağustos’a kadar gezilebilecek sergide, Ahmet Oran, Mithat Şen, Bubi, Ömer Uluç, Ebru Uygun, Guido gibi çağdaş Türk sanatının farklı kuşaklarının eserleri bir arada görülebilir. Sergi Pazar hariç hergün 10.0019.00 arasında görülebilir. (0 212 343 85 4041) oznurogras?gmail.com Antik Cisterna’da Galeri Nev’de yaz Öğrenciler elleri çalıştı beş ressam NevbaharNeveser Aksoy, Bedriye Çalışkan, Evrensel Ürüm, Sevgi Ürüm yapıtlarını 22 Ağustos’a kadar Antik Cisterna Sergi Salonu’nda bugün açılacak karma sergide buluşturuyor.‘‘Antik Cisterna Sergi Salonunun, Geç Roma ve Erken Bizans dönemlerinden kalma mistik ve gizemli ortamında yapıtlarını sergileyecek sanatçılardan Nevbahar ve Neveser Aksoy kardeşler, Paris Devlet Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda sanat eğitimi aldıktan sonra Sorbonne Üniversitesi’nde doktora yapmışlar. Her iki sanatçı da yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda kişisel sergi açmış, uluslararası fuar ve bienallere katılmış, ödüller almış. FH Kunstseminar Metzingen’de sanat eğitimi alan Bedriye Çalışkan, 1961’den bu yana Almanya’da yaşıyor. Karma serginin en genç sanatçısı olan Evrensel Ürüm, MSGSÜ Tekstil ve Moda Tasarımı bölümünden bu yıl mezun olmuş. Sevgi Ürüm, Ankara Gazi Üniversitesi Resim Bölümü mezunu. 1974’den bu yana yurtiçi ve yurtdışında; çok sayıda ulusal ve uluslararası sanat etkinlikleri ve kişisel sergilerle çalışmalarını sürdürüyor. (0 212 638 58 58) Galeri Nev’in kuruluşundan bu yana düzenli olarak sergilediği sanatçıların eserlerinden yaz sezonu için derlediği karma sergi 16 Haziran’da açıldı.Sanatımızın geçen yarım yüzyılına bir bakış niteliği de taşıyan bu yılki sergide 20052006 sezonu boyunca Ankara Galeri Nev’de eserleri izlenen Abidin Dino, Alev Ebüzziya, Yüksel Arslan, Selim Cebeci, Canan Tolon, Mithat Şen ve Ilgım Veryeri yer alıyor. Kişisel sergilere ara verildiği bu mevsimde Kemal Önsoy’un son tualleri ile Selma Gürbüz’ün Paris’te gerçekleştirilen taş baskı dizisine de yer veriliyor.Ankara Galeri Nev’in ‘Yaz Sergisi’ Ekim ayının ilk günlerinde yeni sergi sezonunun açılmasıyla son bulacak. (0 312 437 93 90) Öğrenciler, elleri konu alan ‘EL/LE’ sergisi için bir araya geldi. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi mezunlarının tarihsel süreçte ‘el’ konusunu işledikleri sergi, 14 Temmuz’da Pera Müzesi’nde açıldı. Sanat ve tasarımın her dalında yoğun bir üretimi gözler önüne seren sergide, fakültenin farklı bölümlerinden 82 genç sanatçı ve tasarımcının yapıtları yer alıyor. Sergide fotoğraf ve resimlerden oluşan 100’ü aşkın eser 1 Ekim’e kadar görülebilir. Altıntaş Asmalımescit’te Mustafa Altıntaş’ın ‘Dünden Bugüne ve Fırıncı Kürekleri’ sergisi Asmalımescit Balıkçısı’nda 30 Ağustos’a kadar gezilebilir. Bazı çalışmalarıyla uluslararası bienalleree, festivalleree, 197095 yıllarında Fransa ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bir çok kişisel ve karma sergiye katılan Altıntaş, 198590 yıllarında Paris’te özel bir Güzel Sanatlar Okulu’nda resim dersleri de verdi. Şu an (Pıetrasanta) İtalya’da Uluslararası heykel parkı projesi için 8 metre boyutlarında anıtsal bir heykel projesi üzerinde çalışıyor. (0 212 251 39 39) HAFTA SONU 12 K