09 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

"Clip" sinemasını ret... "llk filmim "Siyah, Beyaz ve Renkli"yi yaparken, yeni bir deney, tüm bilgimin ışığında, bir buçuk saatlik bir denge kurma sorunu yasadım. Anlatımda yeri olmayan bir plan uğruna, güldürüyü veya bir oyuncunun çabasını kırmamayı denedim. Reklamdan uzun filme geçen kimi yönetmenlerin tersine, bir filmin bir tür "uzunclip'ler toplamı" gibi şoksahnelerden oluşmadığını anlamak önemliydi. Reklamcılıkta, hemen her şeyi mizah üzerine kurmak gereklidir, çünkü bir "mesafe koyma" durumu vardır. Her şeye gülme alışkanlığı yüzünden, artık hiçbir şeyi ciddiye almaz olmuştum. Mizah konusunu yeniden gözden geçirmem gerekti ve ilk 2 filmimi, bu yüzden güldürü ve taşlama türünde yaptım. Bu arada, bizde ve her yerde reklam filmlerinin, daha çok çahşılmış, daha çarpıcı görüntüler sunmaları nedeniyle sinemadan bile daha güçlü bir görsel etki yarattıkları, kitleleri müthiş etkiledikleri söylenebilir. Bu da bence sinema sanatının aleyhine çalışan ve bizi tedirgin etmesi gereken bir durum... Meydan okuma duygusu "Ateş Savaşı", bence sonunda gülünç olma tehlikesi de içeren dev bir meydan okumaydı. Kendi kendime başarısız olursam yeniden ve 10 yıl için reklam filmlerine döneceğimi söylüyordum. Koltuğumun altında senaryoyla konuştuğum her yapımcı adayı, bana diyalogları soruyordu. Los Angeles'da konuştuğum yapımcılar, filmde hiç konuşma olmadığını söylediğim zaman, ben bir deliye bakar gibi baktılar... Sonunda filmi sevdiklerinde, ben de zor işleri başarmaktan ne denli hoşlandığımı düşünür oldum... Ve onlart, daha da zor bir projeyle gidip görmeye karar verdim... Bu "çılgın" filmin oldukça iyi karşılanması, bana yeni bir cesaret vermişti. Ve yeniden Los Angeles sermayedarlarının karşısına çıktığımda, koltuğumun altında, Yunanca bir kitap için insanların birbirini öldürdüğü, bilgi ve iletişimin tehlikesi konusunda bir metafor içeren bir 14. yüzyıl manastırında geçen bir hikâye vardı!.. Umberto Eco'nun kitabı, çeşitli nedenlerden bana olağanüstü gelmişti. Hem çok savlı, hem de erişilebilir bir yapıt bu; hem çok bilgiç, hem de popüler. Bu nitelikler, genellikle hep çelişkili sayılagelmiştir, bilirsiniz... Romanın kendisi bir meydan okumaydı, ben bunu sinema alanında yinelemekten çok zevk aldım... "Ateş Savaşı"nda yazar Gerard Brach'la birlikte en hoşumuza giden sahnelerden biri, ilkel insanın gülmeyi, "gag"ı ilk bulduğu sahne olmuştu. Birbirimize, insanı hayvandan ayıran başlıca şeyin gülme olduğunu, gülmenin insanın kendi kendisine araya bir mesafe koyarak bakması anlamına geldiğini söylemiştik. " E c o " d a da bu baş temalardan biri... Gülmenin gücü ve tehlikeleri üzerine söyledikleri beni şaşkına çevirmişti. Bu filmi ne pahasına olursa olsun, yapmaya karar verdim. Haklarını satın almam gerekiyordu. Eco'yu görmeye gittim ve tam bir saflık içinde, eserini sanki benim için yazmış gibi duyumsadığımı söyledim... Bu ukalâlık değil, içten bir duyguydu. Ve bu duygu sayesindedir ki bu film ortaya çıktı. Olayın başlangıcı 1982 yılındaydı... Tarih benim için bir esin, gösteri ve egzotizm kaynağıdır. Kendimi ne bir tarihçi, ne de geçmişe çok özel bir ilgi duyan biri sayıyorum. Sadece kendimi ve seyirciyi, büyüleyici bir döneme alıp götürmek istiyorum. Bir gece önce TV'de görmüş olabileceğiniz bir hikâyeyi anlatmak, beni hiç çekmiyor. Film aracılığıyla gündelik çevreden çıkmak istiyorum. Kitabı okuduğumda, Ortacağ»birden çok çekici geldi ve sinema araçlarıyla geçmişe bu bilgili dönüşü gerçekleştirmek istedim. Eco bir bilgi kuyusuydu, aynı şeyleri sinemalaştırmak için benim de biraz olsun bilgilenmem gerekiyordu. Romanını 1327'de geçiriyordu, çünkü doğmakta olan 14. yüzyıl, bir anlamda bizim yüzyılımıza benziyordu. Bir kargaşa, bir ekonomik bunahm dönemiydi. Vebaya, güvensizliğe, bitmek bilmeyen bir FransiskenBenedikten çelişkisine yol açan bir dönem... Günümüz Fransa'sındaki problemlerin bir "Filmdeki rahıplerin yuzleri, ortaçağın gerçeklerinı yansıtır" diyen Annaud, "Gülun Adı'nın çekiminde, Sean Connery ve F. Murray Abraham ile birlikte. liyor. Benim için, gösterişsiz ve duygusuz sinema yoktur. benzeri sanki!.. tnsanlar sanki hep aynı kalıyor, aynı sorunları yaşıyorlar.. Günümüzü eskinin kılıkları ile giydirmeyi deneyen kötü yazarlardan olmadığı için, Umberto Eco, büyük bir bilgi, özen ve ödünsüzlükle bize bugüııü anımsatan bir geçmiş dönemi tasvir etmeyi başarmıştı. Ben, bir ahlaksal düşünceyi içeren klasik bir hikâyegösteri sinemasına yandaşım. Böylece, film olarak "Gülün Adı", çeşitli hikâyelere ve birçok anlama dayalı bir 'fable', bir ahlaksal öyküdür. Ahlak ve inanç onun yapısında yerlerini almışlardır. Ben lâik düşünceye inanıyorum ve sanıyorum ki "Ateş Savaşı" ve "Giilün Adı"nda bu "mistik" eksikliğini telâfi ediyorum. Her yıl ziyaret ettiğim Afrika da bende bu etkiyi yaratıyor, çünkü ordayken ancak kim olduğumu anlayabildim... Katı bir tarihsel film tanımına bağlı kalmak istemiyorum. "Ateş Savaşı"nda güldürü ve Tarih'i karıştırmıştım. Amerika'da bir eleştirmen şöyle yazdı: "Bu zavallı çocuk, kimi sahnelerde insanın gülmekten kendini akkoyamadıgını fark etmeraiş." Gerçeğe bağlılık Filmde gerçeklik duygusu vermek için çok çalıştım. Her eşya, her ayrıntı özenle seçildi. Seyircinin farkına varmasına olanak bulunmayan ayrıntılar bile.. Tarihsel filmlerde yanlış ayrıntılar üstüste bındiğinde seyirci birden ayılabilir ve her şeyin yapay olduğunu sezebilir. Geniş bir dekor mekânında 40 rahibi toplayacağımı varsayın.. Bu yeri ısıtmak gerekecek, o zaman da aktörler kalın giysilerinin altında terleyeceklerdir. Oysa eski gravürlerde, insanlar soğuktan büzüşmüş bir halde gösterilir. Onlara "üşümüş gibi durun" demek yetmez, üşümeleri gerekir... 15 kiloluk bir aba ve düz pabuçlarla aktörler, zaten bir gotik yontuya dönmüş durumdaydılar. Tüm bu tür ayrıntılar birikimidir ki bir filme gerçeklik duygusu verir. Dekor ve aksesuar, bir filmin özü değil, ayrıntısıdır. Ancak bu ayrıntı üzerinde soru sormak akla gelmemeli ki, ayrıntı, ayrıntı olarak kalsın... Diğer yandan, yönetmenin elindeki olanaklardan etkilenip onların büyüsüne kapılması da yanuştır. özhayranlık, bana çok yanlış gözüküyor. Benim amacım, o güzel bir arabayı değil, ancak bu arabanın yoksul insanlar tarafından itilerek ve içinde güçlü kişiler olduğu halde gelişini göstermektir. önemli olan sonuç olarak hikâyedir, heyecandır... Aynı nedenlerle, rahiplerin fiziksel görüntüsü için Callot ve Bruegel gibi ressamlardan yararlandım. Unutmayahm ki dişçilik bugünkü denli gelişmiş olmasaydı, çok az insanın utanılmayacak bir diş görüntusü olurdu. Sinema, çokluk yaşamın idealize edilmiş bir görünümünü sunar. Ben, daha gerçekçi bir gö rünüm vermeyi yeğliyorum. Senaryoya başlamadan önce, Eco'dan esinlendiği tüm ana metinlerin listesini istedim. Jacques le Goff ve uzmanlar ekibiyle işbirliği yaptık. Sakal, giysilerin rengi, dua hareketleri vb. konularda dara düştüğümüzde, onlardan yardım istiyordum. Senaryo, tam 15 kez yazıldı. Konuya, kitaba artık iyice egemen olduğumu duyumsuyordum. Yaptığım işin kuramcısı değilim. Daha çok anlık, kendiliğinden (spontane) bir yaklaşımı yeğliyorum. Krokiler çiziyorum, uzun uzun düşünüyorum, her sahne için... Çekim, artık düşünülenlerin bir 'icrası' aşaması oluyor. Rene Clair'in şu sözünü hep anımsıyorum: "Filmim bitti artık, yalnız çekimi kaldı". 'Storyboard' tam olarak bittiğinde çekıme geçiyor. Senaryonun her bir sayfası için bir gün ayırıyorum. Hikâye, öylesine resimlenmiş oluyor ki, uygulamaya (çekime) geçtiğimde, hemen hemen kafamdaki görüntünün aynısını elde ediyorum. Aktörlerle 15 gün öncesinden provalara başlıyoruz. "Motor" dendiğinde, artık her şey hazır oluyor. Sonrası çabuk geliyor: "Giilün Adı", 14 haftada tamamlandı. Doğaçlamaya inanmıyorum: bir son dakika esininin, benim özenle hazırladığımdan daha iyi olması olasıhğı pek az.. Büyük kadın rolleri olan bir film yapmayı isterdim. ''Ateş Savaşı"nda kadın erkeğe "modern" olmayı öğretir. "Giilün Adı"nda o, bir ömrü dolduran tek inancıl anıdır... Ve film bu anıyla kapanır... Ben kadınlarea biçimlendirildim, hâlâ da öyleyim ve bunu göstermek hoşuma gidiyor. Her 2 filmde de, aşk sahnelerinde benzerlik var: Kadın, erkeğe aşkı öğretiyor. Sonuncusunda, kızın genç, güzel ve saf keşişe duyduğu istekteki şiddet, sahnenin etki gücünü oluşturuyor. Adamın hayatı boyunca bir yüzu, kokuyu ve bakışı anımsayacağını düşünmek heyecan verici değil mi? Birleşmenin sert ve bayağılığına karşın, bunun hep saklanacak olan lekesiz anısı, tam bir romantik öğe... "Gülün Adı"nda kadın, yasak olanı simgeliyor. Tıpkı kitaplık gibi... Eco, kitabında, kitaplığın "dişf' doğasından söz ediyor. Ben de bunu filme*sindirmeye çalıştım. Kitabın ve bilginin "etlicanlı", maddesel bir yanı var sanki, ve bu da bir kadının uyandırdığı isteğe benziyor. Zaman içinde, düşüncelerden çok duygulara daha açık oluyorum. \Villiam ve Adso'nun ilişkisine daha çok yer verdim ve sonunda kadını kurtardım. (Bu, Eco'nun da hoşuna gitmedi değil.) Sözünü ettiğim her 2 filmin de sonu, birbirine benziyor. (tkisini de Gerard Brach yazdı.) Ona isteğimi söyledim: Aşk, kitapların, düşüncelerin, büyük sorunsalların ötesinde, hep kalan en önemli şeydir... Bu naifliği benimsiyorum, çünkü bunu önlemeye çalışınca kupkuru bir şey kalıyor ortada; zeki görünmek için entelektüel sinema tuzağına düşüluyor, asıl olanın, yani büyük duyguların yanından geçilip gidi Labirentin ötesi Labirentkitaplığı yaratmak için, içinde kaybolunan bir aritmetiği olan bir geometrik düzen kurma çabası eğlenceliydi. Piranese, Escher ve de deniz hayvanlarının kabuğu, esin kaynaklarımızdı. Eco'ya perdede görülebilecek yatay pozisyonda bir labirent kurmanın olanaksızlığından söz ettim. O da bana Piranese'in zindanlannı anımsattı. Oradan Escher'in resimlerine ve ordan da filmdeki dikey labirente ulaştık. Labirent mitosu çok eski bir mitostur, eski bir Ortaçağ büyüsü... Herkes orda kendi sorgulamalarını ortaya koyar ve kendi saplantılarını bulur. "Gülün Adı"nda bu, hikâyenin yüreğindedir ve zaten hikâyenin kendisi de bir labirent gibi kurulmuştur. Bunun hikâyenin beyni, entelektüel kalbi olduğunu hep sezdim, ancak fazla simgesel ve kişisel mesajlar yüklemek istemedim. Eco'da bulduğum işlevi yüklemekle yetindim. Ben, daha çok, benim yaptığım en büyük iç dekor olan bu mekânın gerçekleştirilmesindeki pratik sorunlarla uğraştım. Bilgiyle olan ilişki, daha çok vaktimi aldı. Bilgiyle olan duyusal ilişkiyi, yazının gücünü ve kitapla fiziksel teması anlatmak istedim. Ve böylece, kitaplığın "dişiligine" dönüp geliyordu her şey... Eco, kitabını unutulmuş bir 12. yüzyıl Benedikten ozanının, Humbert de Roubaiv'nin bir şiirinden alınmış "Nerde bir zamanın karları?" diye başlayan bir dizeyle bitiriyordu. Bunu, yalnızca nostaljik bir düşünceyi yansıttığı için değil, aynı zamanda, kaybolmuş şeylerin yalnızca, belleğin silmeye yeterli olmadığı adlarının kaldığını söylediği için de seçmişti. Bu da kuşkusuz, imlere ve imgelere bağlı bir semiotikçi için temel bir düşünceydi. Basımcısı, onun önerdiği çeşitli adları reddetmişti: "Cinayet Papazı", "Kitaplık" ya da "Melk'li Adso". Umutsuzluk içinde "Gülün Adı"nı önermiş, kabul ettirmiş. Almanca çevirmeni, kitap için notlar almış, kız için de şöyle demiş: "Adsız bir kız.. Adı belki de GUI'\ Bu fikir, sonradan Umberto'nun da hoşuna gitmiş ve onu benimsemiş. Bu olayların gelişimi ilginçtir: Teknik açıdan, kitabın adının kökeni, bir semioloji kaygısıdır. Ancak hoşuma gittiği için, bu tür bir bağ üzerinde ısrar ettim. Böylece, yaşlı adamın dıştan gelen sesi "Adtnı hiç bir zaman bilmedim" der.. Sonra yazılan Latince cümle ise, buna bir yanıt gibidir: "Slat Rosa prislina nomine, nomina nuda tenemus"... Nesnelerden ya da güllerden kalan yalnızca adlarıdır... Romandaki gibi, bu noktayı fazlaca aydınlatmak istemedim. Gizemlerle dolu böyle filmin sonunun da bir gizem olmasını hoş buldum"... D Türkçesi: Atillâ Dorsay 19
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle