14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

20 AĞUSTOS 2006 / SAYI 1065 3 AHMET ÜMİT Ahmet Ümit, “polisiye hayatı”, polisiye yazarına dönüştüğünden beri durmadan yazıyor, hatta geçimini sadece yazarak karşılıyor. Polisiye yazmanın soyut da olsa içindeki şiddeti giderdiğini söylüyor. Ona göre bu, her insan için geçerli. Çünkü hepimizin içi karanlık... Nasıl başladınız polisiye yazmaya? 12 Eylül’de başımdan geçen bir olayı yazmıştım, öykünün polisiye olduğunu anlayınca üslubumu bulduğumu düşündüm. Bu benim için sürprizli bir kurgu, sade, kısa cümlelerden oluşan bir dil ve hikâyenin altında bir mesele anlatmak demekti. Edebiyatın dünyayı değiştireceğine inananlardanım, bu anlamda bu özellikler de polisiyeye uyuyor. Yani polisiyeye uygun dili yakalamanızın kaynağı biraz da yaşadıklarınız mıydı? Evet. ’78 kuşağındanım. O dönem hemen hepimiz kaçmakovalamaca durumları, polis ve öldürülme korkusu yaşadık. Sanırım bunlar da beni polisiye yazmaya hazırladı. Yazmak, korkularınızla yüzleşmenizi sağladı mı? Hem yüzleşiyorum hem de yazarken yeniden yaşıyorum. Bugüne kadar romanlarımda bir sürü kişiyi öldürürken, onlarla beraber ben de öldüm. Böylece her kurbanın neler hissettiğini ben de hissettim. Yani sadece katilin öldürürken aldığı zevki, öfkesini, tatmin duygusunu değil, kurbanın acısını, korkusunu, canı karşısında aşağılanmasını, bağışlanmak istemesini de yaşıyorum. POLİSİYE SINIRLARDA GEZİNİR... Bu, şu anlama mı geliyor: Oradaki bütün karakterlerde sizden bir parça var... Kesinlikle. Eskiden polisiyede siyah ve beyaz vardı; suçlular ve onların karşısındaki iyi insanlar. Oysa katiller, “iyi”lerden çok da farklı insanlar değil, her insan katil olabilme potansiyeli taşır, sorun o insanı katil yapan koşullarla ilgilidir. Bu yüzden karakterlerimi iyi kötü diye ayırmam ve hepsini kendimden parçalar olarak düşünürüm. Böylece içimdeki şiddeti soyut ya da sanal da olsa giderdiğimi, bir tür terapi gördüğümü düşünüyorum. Okur da terapi görüyor mu peki? Klasik polisiye insanların riske girmeden riski yaşamalarını, ölümle yüzleşmeden, yaratacağı duyguları tatmalarını sağlıyor. Çağdaş polisiyede ise felsefeyi, tarihi, sosyolojiyi içine alan bir sistem eleştirisi var. Sıkıntı gidermek ya da karşı duruş ikisinde de insanın kendi karanlığıyla karşılaşma arzusu var sanırım... Elbette. Polisiye bir sınırı, ölümü anlatıyor. Bunu anlatırken de zaman zaman marjinal ya da mahrem noktalara gidebiliyor. Sadece güzeli, iyiyi anlatan Rönesans edebiyatı yerine, görünmeyenin arkasındakini görmek isteyenler için cazip bir alan. “Kötü”nün gizemi nedir? Kötü olmak için çaba harcamak gerekiyor ve kötülüğün sonuçları çarpıcı. Arıza ve çözülmemiş olana merak ve onu düzeltme duygusu kötüyü cazip yapıyor. Ayrıca kötü konuşulmayan bir şey, bir anlamda toplumun iki yüzlülüğü. Mesela bir yerde iki sevgili ve iki kardeşin seviştiğini düşünelim. Eminim insanların çoğu iki kardeşin sevişmesini izlemek ister. GÜLTEN SUVEREN Gülten Suveren’in polisiyelerle ilişkisi okumayı öğrenir öğrenmez Arsen Lüpen hayranlığıyla başlamış. “Kibar hırsız, düzgün dedektif” diyor onun için. Raymond Chandler, Agatha Christie, Dashill Hammett’la devam eden polisiye tutkusu, polisiye çevirileriyle, özellikle de Agatha Christie çevirileriyle sürmüş. Sonunda geçen yıl “Makasçı” kitabıyla polisiye yazarlığına soyunmuş. Ona göre polisiyelerde hak yerini bulmalı, iyi olan kazanmalı. Çünkü gerçek hayatta yeterince kötü, faili meçhul cinayet var. “Bir polisiyenin okuyanda bırakacağı heyecan, hız ve kitap bitene kadar gerçek hayattan kopmak olmalı” diyor. Amaç, entrikalarla, akıl oyunlarıyla okura macera yaşatmak, iki saat boyunca iyi zaman geçirtmek. Bir yandan da polisiye romanların okuyucuyu gerçek hayatta temkinli olmaya ittiğini, gerilimini aldığını düşünüyor. “Aslında hayat sade, problemi doğru çözmek gerek” diyor. Ona göre polisiye ciddi edebiyat değil, iki tür okuyucu, yani Agathacılar da, sert ekolcüler de heyecanın peşinde. “Agathacılar kanı sevmez, ortada bir ceset vardır, ama cesedin etrafında kan değil, kafa karıştırıcı durum ve entrika olur. Sert ekolde ise hayat vardır. Çünkü cinayet sokakta işlenir” diyor. O, oyunu hayattan yana kullanıyor. Bir de tasnifi var: “Kadınlar daha çok Agatha Christie tarzını sever, kanlı işlerden uzak durur, erkeklerse sert polisiye sever” diyor. Fotoğraf: Vedat Arık CELİL OKER “Çıplak Ceset”, “Kramponlu Ceset”, “Rol Çalan Ceset”... Bu kitapların kahramanı, daha doğrusu antikahramanı Celil Oker’in yarattığı Remzi Ünal karakteri, içimizden biri. Oker, klasik polisiyecilerden. Bu yüzden “düzgün, uçuk ve ukala olmayan” bir edebiyatın peşinde. Ona göre polisiyenin sırrı biraz da içinde mutlak iyi ve kötülerin olmamasında. Sizce polisiye gerçekle ne kadar iç içe, ne kadar kurgu? Ben polisiyenin sunduğu “klasik” alternatifin peşine düşenlerdenim. Raymond Chandler’in deyişiyle “mutlu sonla biten trajedilerin...” anlatıldığı polisiyenin. Gerçek hayatta karşılaştığımız şiddet, kötücüllük ve acımasızlık yalnızca yazdıklarımızın gerçeklik duygusunu destekliyor bence. Bazen de tersi oluyor. Zaman zaman gazetelerin üçüncü sayfalarında olan biteni olduğu gibi yazsam okurlarım “Bu kadar da olmaz” diyerek kızar bana diye korkuyorum. Yazarken kendi içinizdeki “entrikacı”, “şiddet yanlısı”, daha doğrusu “kötü”yle karşılaşıyor musunuz? Hayır. Polisiyeyi klasik anlamda tarif ettiğim için popüler kültür ürünlerinin insanlık hallerini başka bir düzeyde ele aldığına inanıyorum. İçimizdeki karanlık yanları bilinçli olarak, özel vurgularla deşmeyi ve bunu yaptığımı göstermeyi büyük “E” ile edebiyat yapanlara bırakıyorum. Peki, ya okuyucu... Okur polisiye romanda ne arar? İnsanın kendi kötücül sınırlarını, potansiyelini polisiye romanın içinde görmesi mümkün mü sizce? Okur, kendisiyle yazar arasındaki yazılmamış anlaşmayı ihlal etmeyen düzgün bir hikâye, ilginç olmak adına uçmayan bir entrika, çağa tanıklık etmek için ukalalığa başvurmayan bir yazar tutumu ve gerçeklik duygusunu bir an bile aksatmayan kişiliklerle karşılaşmak ister diye düşünüyorum. Kahraman dahil. Peki, kötü adam karakterlerine neden sığınılır? Yalnızca polisiye değil, iyi kotarılmış her tür anlatıda, karakterleri karton karakterler olmaktan çıkaran şey, mutlak iyi ya da mutlak kötü olmamaları. Usta yazarlık bu dengelerde kendisini gösterir. Polisiye edebiyatın en mutlak adalet kovalayıcısı Hercule Poirot’nun bile komşumuzda görsek nefret edeceğimiz bir kusuru vardı: Kendini aşırı beğenmek. Günümüzde bu denge biraz daha kötülükten yana kaymış olabilir. Kâğıttan katiller... unanistan’da, Tebai kenti vebadan kırılırken, Kral Oidipus kâhin Tiresias’ı çağırır. “Kentin eski efendisi Laios’un katili bulunduğunda, felaket son bulacak” der kâhin. Oidipus derhal bir soruşturma açılmasını buyurur. Katilin kendisinden başkası olmadığını keşfedecektir. Farkında olmadan, Laios’u öldürmüştür ve onun gerçek babası olduğunu da bilmemektedir. Böylelikle, polis romanının doğuşu İÖ 430 yılı dolaylarına, Sofokles’in trajedisi “Kral Oidipus”a tarihlenebilir. Sigmund Freud ünlü kompleksinin ana fikrini buradan çıkarmakla yanılmamıştı: Hepimiz Oidipus’uz, arzularımızı doyurmak için öldürmeye hazır katilleriz. Farkında olmadığımız halde, bu yanımız içimizdeki gölgeli bölgede, bilinçaltımızda rol oynar. Bu yüzden bir polis romanını okumaktaki asıl nedenimiz hem hafiyenin kalıbına girip, gizemi çözmek için meraklı ve istekli olmak hem de suçluya karşı belli bir hayranlık beslemektir. Y ze çok şey öğreten deliler gibidir hepsi, polis romanı kahramanlarının karanlık yüzü, bizi kendi karanlık yüzümüz hakkında bilgilendirir. Polisiye edebiyat hepimizde var olan sapkın bir şeyi yeniden konumlandırır.” GÜÇLÜ DUYGULAR Klasik polisiye roman (Edgar Allan Poe, Arthur Conan Doyle, Gaston Leroux, Agatha Christie) bir bulmaca gibi işlev görür. Bir gizi akıl yürütme gücüyle aydınlatmayı amaçlar. Ruh durumları, psikolojik tanımlamalar yoktur, yalnızca mantık. Bunun tersine, çağdaş polis romanı uyarılma gereksinimimize, coşkumuza, güçlü duygularımıza yanıt vererek bizi baştan çıkarır. Genel eğilim düz anlamda polis romanlarından çok “Da Vinci Şifresi”ndeki gibi çözülecek bir entrikası olan eğlendirici ve gerilimli romanlara kaydı. Okuyucu eğlenmek ya da korkmak istiyor, ama yaşamak istedikleri dehşet, gerçek yaşamda yok, kişisel yankısını bulmuyor. Hemoglobin var, bazen de bol bol, ama gerçek acı yok. Ayrıca okuyucu hiçbir zaman pratikte kurbanların acısıyla duygulanmıyor: Artık kimliksizleşmiş olan bu ölümlerde kendini bulmuyor. Özdeşleşme soruşturmacının kişiliğinde gerçekleşiyor dedektif, polis, gazeteci... bugün onlar, şaşkınlık verecek biçimde kendine benziyor; kırılgan, karmaşık, aşkla, eşiyle, annesiyle, babasıyla, çocuklarıyla sorunları var. Yalnızlığı, nevrozu, bedeni zor geliyor ona. Okuyucu soruşturmacının profesyonel araştırmasına bağlanıyor: Katil kim? Zarar vermesini nasıl önlemeli? Daha kaç bedene eziyet edecek? Ama ayrıca, ve hepsinden önce, onun kendi kişisel ve içsel dünyasını araştırmasına bağlanıyor okuyucu. Bizimkine benzeyen araştırmasına. Psychologies’den çeviren EMRE ÇAĞATAY YASAK ARZULAR “Bir polis romanı okumak gerçeklikle bir kopukluk yaşamayı simgeler, fazlasıyla kuralcı bir dünyada marjinal bir kopukluk” diye açıklıyor psikolojik polis romanları yazarı JeanPierre Gattegno, “Toplumumuzda tabu olan temel temalarla bizi yüz yüze getirir; seks, para, ölüm. Bu kâğıttan katiller, toplumdaki yaşamın bize yasakladığı arzularımızı harekete geçirirler. Toplum bizden yoksunluğa tahammül göstermemizi ister, onlar büyüyememiş çocuklar gibi her şeyi, derhal isterler. Normal denilen insanlar hakkında bi En kötü bunalımlarımız onlarda sahneleniyor: Cinayetler, kaçırılan çocuklar, tecavüzler, işkenceler... Gene de, gizlenemez bir haz duygusuyla onları okumaya kendimizi gitgide daha çok veriyoruz. Polis romanları ve gerilimlerde aradığımız bu ürperti nasıl bir şey? CUMHURİYET 03 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle