Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 20 AĞUSTOS 2006 / SAYI 1065 Yaz şiirleri... Ataol Behramoğlu emmuz ayı İstanbul’a yazı yaşatmadı. Lodos, poyraz derken Marmara’nın tadını çıkarmak mümkün olmadı. Ağustos ansızın bastıran sıcaklarla yoluna devam ediyor. Siz on beş gün aradan sonra bu ilk Pazar yazısını okuduğunuzda, yolun yarısını da geçmiş olacak. Eylülün eli kulağında. Biliyorum, Eylül’de, Ekim’de, yazı aratmayacak günler yaşayacağız. Fakat yaz yine de bitmiş olacak. Ülkü Tamer’in şiirindeki gibi: T Bu bir kaybedenler kitabı... erhat Güney 1972 Tokat doğumlu. Liseyi Sıvas’ta okumuş. Üniversite için ilk tercihini İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gemi Mühendisliği Bölümü’nden yana yapmış, ama içindeki yazma aşkı mühendislik eğitiminde ona üç yıl zaman tanımış. O da kendine daha yakın hissettiği, Marmara Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü’ne girip dereceyle mezun olmuş. Şu an Galatasaray Üniversitesi’ne Radyo ve Televizyon Bölümü’nde araştırma görevlisi. Ayrıca Marmara Üniversitesi’nde doktorasına devam ediyor. Öyküye olan aşkını “Ben öykü ile konuşuyor ve yaşıyorum” diyerek açıklayan Güney’in ilk kitabı “Gezinti”, kaybedenlerin hikâyelerini ve sistemin tükettiği insanların hayatla savaşlarını anlatıyor. Kapitalist düzenin yarattığı popüler başarı hikayelerinin insanları yuttuğunu söyleyen Güney, yitirdiklerimiz farkına varıp değerlerimize sahip çıkmamız gerektiğini de söylüyor. Biz de Serhat Güney ile çok sevdiği Serhat Güney’in ilk öyküyü, ilk kitabını ve kaybedenleri konuştuk. öykü kitabının adı Yazmaya ne zaman başladınız? “Gezinti”. Güney Yazmaya karşı her zaman çok istekliydim, ama profesyonel anlamda yazmak gibi bir kitabında kapitalist isteğim yoktu, çünkü tam olarak ne yazacatoplumun değer ğımı bilmiyordum. Şiir ise hayatıma çok dayargılarının boğduğu, ha önceden girmişti. Sonra öykü ilgimi çekti, çünkü söyleyiş ve anlam zenginliği açısınrekabet ve hırsın dan şiire benziyordu. İlgim arttı ve 2000 yıyıprattığı lına gelene kadar altı hikâyeden oluşan bir dosyam oldu. Ben de onları Varlık Yayınlakaybedenlerin rı’nın yarışmasına gönderdim. O yarışmada hikâyelerini anlatıyor. “dikkate değer dosya” dalında ödül aldım. Zaten birincilik dışında, üç “dikkate değer Sistemin karşısında dosya” ödülü veriliyordu. İkincilik ve üçünköşeyi dönme cülük ödülü yoktu. Bu bana umut verdi ve hevesiyle yitip daha çok çalışmaya başladım. Öyküleriniz hayatı ifade edişiniz mi yokgidenleri, dostluğun sa hayatın sizdeki karşılığı mı? ve sevginin son Ben öykü ile konuşuyor, yaşıyor ve mesajlarımı veriyorum. Başka bir aracı yok hayatkalelerini savunan la aramda. Yalnızca öykü beni hayata tercüinsanların hüzünlü me ediyor. Şiir de özel, ama şiir ile kendimi öykülerini kolay ifade edebileceğimi düşünmüyorum. Hikâyelerin gücüne inanıyorsunuz. Hianlaşılır duru bir dille kâyenin diğer yazın türlerine göre farkı ne? okuyucuyla Bir kere hikâyeye inanmak çok önemli. Roman da hikâye üzerine kurulur ve romapaylaşıyor. nı yaratırken belli bir yapı ve biçim kullanırsınız. Öyküde bu sınır yok. Ayrıca öykünün söyleyişi daha zengin, bu yüzden şiire çok yakın. Bu da onu daha özgür yapan element. Öyküde kısa cümleler kurup, bazı şeyleri sonlandırmayabilirsiniz. Çağrışımları bol, hem okuyucu hem de yazan için çok geniş bir alana sahip. Bu kitap kimleri anlatıyor? Bu bir kaybedenler kitabı. Kaybetmek burada iki anlamda kullanılıyor. Birincisi hedefleri, diğeri de sahip olduklarımızı kaybetmek. Ben bu yitişleri yaşayan karakterleri anlattım. Karakterlerim kapitalist toplumun bizim önümüze sunduğu cafcaflı hedeflere koşarken değerlerini yani dostluklarını, aşklarını, hayallerini kaybedenlerdi. Tüm yitirilmişliği yoksunluklarımla beraber yazdım. Ali Deniz Uslu S “Yazın bittiği her yerde söylenir Böyle kırmızı kalkan görülmemiştir Ölüleri örten yapraklardan başka. Çünkü yaz sahiden bitmiştir.” “Yazın Bittiği” başlıklı güzel şiirinin girişindeki “Ölüleri örten yapraklar” dizesiyle şairin ne demek istediği üstüne pek çok şey söylenebilir. İlk bakışta bir güz betimidir bu ve öyledir de... Fakat sadece o değil... Yaz geride yaşanmışlıklar, gönül kırıklıkları da bırakmıştır. Belki de bu nedenle, yazdan söz eden şiirler genellikle "nostaljik” şiirlerdir. Yahya Kemal’in “Geçmiş Yaz”ı, daha çok, bestelenmiş olan bölümüyle, “Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin” dizesiyle başlayan dörtlüğüyle bilinir. Oysa şiirin ilk dörtlüğü de en az bu ikincisi kadar etkileyicidir: “Rüya gibi bir yazdı..Yarattın hevesinle, Her anını, her rengini, her şi’rini hazdan, Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle Bir gün bir uzak hatıra özlersen o yazdan...” Serhat Güney kaybedenlerin öykülerinde, umudu ve dostluğu da anlatıyor. (Fotoğraf: Vedat Arık) Sistemin yuttuğu hayatlardan bahsederken özellikle “değerlerimiz” ifadesini sıkça kullanıyorsunuz... Hedeflere ulaşamamak önemli değil, ama bu kaybın beraberinde kendi değerlerimizi de götürmesiydi anlatmak istediğim. Rekabet ve hırsın boğduğu insanlar kapitalist toplumun değer yargılarının peşimden koşarken çok fazla şey kaybediyor. Hayatı görmezden gelip ileriyi istiyoruz. İleriye gidip hedeflerime ulaşayım, sonra gelip bu günü yaşayalım istiyoruz, ama bu tabii ki imkânsız. Hayatlarımızın en dramatik yanı da bu zaten. Bize dayatılanla değil de kendi değerlerimizle yaşamaya başladığımız zaman bunu öğrenmiş olacağız. Yani sokağın karanlık tarafındasınız... Çünkü sanatın görevi bu. Sanat, gidilmeyen karanlık yollara sapmalı, sorulmayanı sormalı ve esas insanların hikâyelerini anlatmalı. Boyalı imajların ve kamufle edilen yüzlerin arkasına bakmalı. Kitaptaki karakterlerden bahseder misiniz, onların ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal? Karakterlerin çoğu bir dönem beraber yaşadığım kişilerin bendeki yansımaları, ama bire bir karakter aktarma yapmadım. Hikâyelerimde küçük kasabalarda yaşayan insanların öykülerini okuduğunuzda, hayatlarının ne kadar zengin olduğunu da göreceksiniz. Ana karakterlerimiz ise sisteme ayak uyduramayan, girdaba kapılan küçük siftahsız ömürleriyle büyük bir kumara kalkışanlar... Her gün onlarca, yüzlerce insanın ölüm haberlerine ve anlamsız savaşların içine uyanıyoruz. Dünyanın içinde bulunduğu durum sizi nasıl etkiliyor? Yaratmadığımız ve inanarak yaşamadığımız bir düzenin içindeyiz. Sadece akışa kapılıp gidiyoruz. Lübnan’da yaşanan savaşı belki de çok uzak görüyoruz. Aslında onlarla bizim aramızda çok büyük bir benzerlik var, çünkü onlar da hayatlarının aktörleri olamadığı için bu durumdalar. Biz de ilerde böyle bir ortama girersek bu çok şaşırtıcı olmayacaktır. Değerlerimizin uzağında, dayatılan değerlerin kucağında yaşıyoruz. Değerlerimizi toplumsal yaşamımızın ana mekanizmasına dahil edebilsek biraz daha ileri gidebiliriz. Şu an barış içinde yaşamamız, baskı ve göz altında yaşadığımız gerçeğini değiştirmez. Yani savaş olmaması, barış olduğu anlamına gelmiyor. DAYATILAN KAPİTALİST DEĞERLER... Önümüze sunulan popüler başarı hikâyeleri de anlattıklarınıza dahil mi? Popüler anlatılar hep başarı hikâyeleri anlatır, yokluktan büyük zenginliğe ulaşan insanlardır başaranlar. Bunlar tekrarlanarak, genel yaşam biçimlerini temsil edecek örnekler gibi bize yedirilir, ama bu sadece buzdağının su üstündeki kısmıdır. Aslında kapitalizm toplumunun insanı, bu dağın altında kalan kaybedenler. Popüler kültür ürünleri başarı hikâyeleri anlatırken bizi, yarattığı özlemlerin ve ifadelerin anlamsız olmadığına, bunu başaran insanlar olduğuna inandırmaya çalışıyor. “Hayatı görmezden gelip ileriyi istiyoruz” dediniz, peki günü yaşamayı nasıl öğreneceğiz? Yahya Kemal’in şiirindeki yaz, büyük olasılıkla, gerçekten de uzak bir geçmişteki yazdır... Fakat “uzaktaki geçmiş” duygusunun ille de geçen zamanın çokluğunun sonucu olması gerekmiyor... Henüz şimdiyi yaşamaktayken de onun geçmişe dönüştüğünü duyumsadığımız anlar az değildir... Özellikle yaz mevsimi bu duyguyu çokça yaşatır. Çünkü geçicidir, geçici olduğunu biliriz. Başka mevsimlerin geçiciliğinin duyumsattığından daha farklı bir duygudur bu. Nedenleri üstüne düşünmek yazının sınırlarını aşar... Yahya Kemal’in öğrencisi Tanpınar’ın “Bütün Yaz”ı, özlemle ne kadar dolu ve ne kadar geçmişten söz ediliyor olsa da, yazın hemen bitiminde, sıcağı sıcağına, yaşantılar elle tutulurcasına canlıyken yazılmış gibidir: “Ne güzel geçti bütün yaz, Geceler küçük bahçede... Sen zambaklar kadar beyaz Ve ürkek bir düşüncede...” Yaz yaşantılarını kederli bir özlemle anan bu yaz şiirlerinin yüreğimde her zaman yeri vardır... Fakat Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun keder değil buram buram yaşama sevinci tüten “Bir Yaz Geçti”si de, onlarla aynı yerde, bir aradadır... “Bir yaz geçti Tozu dumana katarak Kavun karpuz yüklü Bir yaz geçti. Bütün iştihalar tetikteydi Ağaçlar kolum kanadım kadar benim Deniz anam babam kadar iyiydi. Bir yaz geçti yanıbaşımızdan Dişimizden tırnağımızdan Alı al moru mor Nefes nefese bir yaz geçti...” ataolb@cumhuriyet.com.tr Bu coğrafyada Batılı gibi... Aylin Kotil B ilindiği üzere ülkemiz Asya ile Avrupa’yı birleştiren bir coğrafyanın üstünde. Ülkelerin coğrafi şartlarının o ülkede yaşayanları derinden etkilediği düşüncesindeyim. Çölden peygamberlerin çıkması, denize kıyısı olan ülkelerden sanatçıların ve düşünürlerin çıkması da bu coğrafi şartların bir sonucu fikrimce. Asya ile Avrupa arasında kalmak da bizi ne Avrupalı ne de Doğulu yapmıştır. Avrupa’ya mı aitiz yoksa Doğu’ya mı, bir türlü karar vermeyiz. Sanırım çokça Doğu’ya daha biraz da Avrupa’ya! Hele de geçen hafta ülkemize gelen kralla bu düşüncem daha da güçlendi. Yaşanan tüm abartının bizdekiyle aynı olduğunu gördüm. Bizde sadece paranın miktarı daha az olduğu için o miktarda bir abartı maalesef gerçekleşemiyor! Ancak aynı paraya sahip olunduğunda sürülecek hayat tarzı da aynı olurdu yüksek bir olasılıkla. Çünkü gösteriş ve abartı bize her zaman süslü görünmüştür. Günlerce, gazetelerden Kralın haberlerini, yaşam tarzını okuduktan sonra, aklıma Danimarka prensesinin resimleri geldi. Bir çocuğu kucağında, bir çocuğu elinde, altında kot pantolonu üstünde tişörtü, sıfır makyajı ve at kuyruğu yaptığı sarı saçları ile Danimarka sokaklarında yürürkenki fotoğrafları. Ya da Alman başbakanın seçilmeden önce oturduğu yetmiş metrekarelik dairesinde hâlâ oturuyor olması... Sonra AB’ye girme çabalarımız da geldi aklıma. Hangi kanun çıkarsa çıksın makam ve para bulunduğunda şımarmayan, gösterişten uzak duran bir yönetici gelmediği sürece bu ülkenin AB ile aynı standartlarda olması da mümkün değil. Ülkede yaşayan insanlar genellikle yönetenleri kendilerine örnek aldıklarından, değişim de tavandan tabana doğru olacaktır. Gelen kralın yaşam tarzına imrenmektense bundan sıkıntı duymak, toplumu bir yerlere taşıyacaktır. Makamın ve paranın bizi diğer insanlardan ayıran bir unsur olmadığı, sadece o insanlara yardım etmek ve faydalı olmak için bir araç olduğu kavranılırsa zaten AB’ye girmek de bir yerde önemini yitirecektir. Bu coğrafya üzerinde şarkın zihniyetinden sıyrılabilmiş gözü, gönlü tok insanlar olmak umuduyla... aylin@kotilsarigul.com Danimarka Prensesi Mary... CUMHURİYET 10 CMYK