Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 14 MAYIS 2006 / SAYI 1051 Herkes ne zaman ölür? Elbet gülünün solduğu akşam On yıllık çalışma arkadaşlığından geriye kalanlar aşağıda okuyacaklarınız. İlknur Özdemir, ERDAL ÖZ’ün arkasından kaleme aldığı yazıda Can Yayınları’nın odalarında, koridorlarında olup biteni anlatıyor hüzünle... Öz’ün içinde sözcüklerin kaynayıp da yazamadığı dönemlerini, sakinliğini, keyifli zamanlarda söylenen şarkıları, okunan şiirleri ve şimdiden başlayan özlemi. Sevgili Erdal Öz, Gülünün Solduğu Akşam’ın Ekim 1986’daki ilk basımına yazdığın sunuş yazısını, “Hüzün, gerçek acıların izdüşümüdür çünkü” diye bitirmiştin. Doğruymuş, daha şimdiden hissediyoruz, bir tortu gibi yüreklerimize çöken hüznü. Öldüğün haberini ilk duyduğumda bir parçamın koptuğunu, eksildiğimi hissettim. Bir yokluk duygusuyla kalakaldım. Hayatı pek çoğumuz kadar ciddiye almayan, bizim dövündüğümüz, yerindiğimiz, üzüldüğümüz pek çok şeye boş ver diyebilen Erdal Öz ölüme yenilmişti demek. Haftalardır umutla beklemiştik: düzelecektin, tekrar yaşama katılacaktın. Hatta Can, oğlun, iyileşiyor, tansiyonu yükseldi, ateşi düştü, diye bildirdiğinde, tamam demiştik. Bu kez de başaracak. Olmadı demek; sessiz bir vedayla gittiğini söylediler. Son iki yıldır eskisi gibi görüşemesek de, kitaplar, yazarlar, öyküler, etkinlikler üzerinde tartışamasak da, kitap fuarlarının yoğunluğunu paylaşamasak da, bilirdim ki bugün yeniden birlikte çalışacak olsak bıraktığımız yerden başlardık. Can Yayınları’ndan ayrılırken dediğim gibi, orada geçen on yılım, otuz yılı aşkın çalışma hayatımın en keyifli ve en verimli dönemiydi, çünkü senin gibi bir ustanın öğrencisiydim. Senden ne çok şey öğrendim, kitapların ve yazının dünyasında seninle ne çok yol aldım. Sadece bir okurken, yazan biri oldum, öyküler yazabildim. Teşekkür borçluyum sana. eksik olmasa bile. İçin dışın birdi. Başka düşünüp başka söylemezdin. Yalan da söyleyemezdin, küçük bir yalan söylesen de unutup doğruyu söylerdin sonra. Son öykü kitabını yazdığın günler geldi aklıma az önce. Ne kadar mutluydun, sanki bambaşka biri olmuştun. Evde saatlerce çalıştığını, çalışırken dünyayı unuttuğunu söylerdin. Ertesi sabah işe gelince öykülerini okuturdun bize ya da okurdun. Fikrimi sorduğunda ve ben eleştirecek bir şey bulduğumda önce tereddüt eder, sonra dinlerdin. Keşke hastaneden çıkabilseydin, çünkü kim bilir ne çok öykü malzemesi biriktirmişsindir orada. Biz de okuyabilseydik o yalın, süssüz ama usta dilinle yazdıklarını. Olmadı. Yazamadığın, daha doğrusu istediğin gibi yazamadığın dönemler de olurdu, her yazarın yaşamında olduğu gibi. Pek sözünü etmek istemezdin bunun o zamanlar. Çünkü içinde öyküler kaynadığını bilirdin. Biz de etmezdik, beklerdik yine sözcüklerle buluşacağın günü. Sırası gelecek, ortaya çıkacaklardı. Romancı mıydın, öykücü mü diye sorsalardı bana, yanıtım şu olurdu: Her ikisi de. Yaralısın’ı ilk okuduğumda içimi nasıl dağladığını, beni nasıl etkilediğini unutamam. Ama öyküleri düşününce, unutamadıklarım arasında onlar da baş köşede: Sular Ne Güzelse, Unutulmaz Bir Atlı, Havada Kar Sesi Var. Döne döne okuduğum Mumçiçekleri. Yayınevinde hepimizi heyecanlandıran, ürküten, sarsan şeyler yaşamıştık: Depremler, 11 Eylül saldırısı, sevdiklerimizin ölümleri, bombalar... Aramızda en sakini hep sendin. Biz heyecanlı, telaşlı, korkmuş, şaşkın olurduk. Sense şöyle bir duruma bakar, sonra çıkar otururdun masana. Yok bir şey, ne telaş ediyorsunuz, derdin. Çalışmaya devam ederdin. Belki bizi daha da fazla ürkütmemek, sakinleşmemizi sağlamak içindi bu tavrın. İşe de yarardı. Depremin duvarlarımızı salladığı gün, odasında kalan, bir tek sen olmuştun. Hukuk okumuştun ama hukuku sevmezdin. Baban için okuduğunu söylerdin hep. Kanına edebiyat ateşi düşen biri zaten başka ne düşünürdü ki. Edebiyat ve şiir. Olağanüstü güzel şiir okurdun. Ve hepsini de ezberden. Üçbeş kişi bir araya gelince ve şiirden söz edilince hep okuturduk. Ya da bazen içinden gelirdi, başlardın, örneğin Kavun Taşıyan Kamyonlar’a... Hele şarkılar... Keyifli olduğun dost sohbetlerinde, hele biriki kadeh de rakı içilmişse, rica edenleri kırmaz, söylerdin en sevdiğin şarkıları ya da türküleri. Gözlerini kapar başlardın... Allı turnam sen bu elden gideli... Ya da, İncecikten bir kar yağar, tozar elif elif diye... Günlerdir tuttuğum gözyaşlarım artık akıyor. Pek sevmezsin böyle şeyler ama izin ver, aksın. Can Yayınları’nı sensiz düşünmek zor, çok zor. Bir sayfa kapandı, bir dönem bitti. Herkesin Erdal Abisiydin, benim içinse hep Erdal Bey ve hep ‘siz’. Bugün bu mektupta ‘sen’ diye hitap ediyorsam, saygısızlıktan değil, sevgiden. Seni çok özleyeceğim, Erdal Öz. İlknur Özdemir Onca yıl boyunca aynı görüşte olmadığımız günler de oldu elbette, birbirimizi biriki kez kırmışızdır da, ama senin en pozitif özelliklerinden biri imdada yetişirdi hep: Derdin ki ben hiçbir kırgınlığı, kızgınlığı 24 saatten fazla taşımam. Sen de taşıma. Taşımazdın da. Bir gün önce birbirimizi üzmüş bile olsak ertesi sabah hiçbir şey olmamışçasına konu şur, çalışır, üretirdik. Kimselere nefret besleyemezdin, kin tutamazdın, sana haksızlık yapılsa bile; şaşırırdım buna, nasıl unutabiliyorsun bu insanın sana yaptıklarını, söylediklerini, nasıl konuşuyorsun onunla derdim. Elini şöyle bir sallar, boş ver, derdin, unut gitsin. Öfken, kızgınlığın günübirlikti. Ve güvenmek isterdin insanlara, güvenini boşa çıkaranlar Türkiye Şili gibi olsa... Berat Günçıkan n yıl sonra yeniden karşılaşıyoruz. Bu süre içinde neler olup bittiğini yüzü anlatıyor. Çizgileri derinleşmiş, dudak kenarları daha bir acıyla kıvrılmış. Bakışları hâlâ çok uzaklarda, burada olduğu anlar belli ki mecburiyetten. Görüşmeyeli bir de torunu olmuş, adı Nupelda. Anlamı, yeni yeşeren yaprak. Adı Hanım Tosun. 27 Mayıs 199513 Mart 1999 tarihleri arasında, tam 200 hafta, her cumartesi Galatasaray’da oturan, kaybedilen yakınlarının akıbetini soran “Cumartesi Anneleri”nden biri. Önümüzdeki hafta Diyarbakır’da yapılacak “5. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı”nda Kolombiyalı, Arjantinli, Filipinli, Sri Lankalı, Iraklı, Filistinli kayıp yakınlarına yaşadıklarını, Türkiye’de kayıpları anlatacak... Kurul O tayın düzenleyicisi ise İCAD, yani Kayıplara Karşı Uluslararası Komite. Kuruluşu İstanbul’da 1996’da yapılan ilk kurultayla aynı tarihi taşıyor. Şili, Kolombiya, Uruguay, Filipinler, Sri Lanka, Zaire (Kongo), Irak, Filistin, İngiltere, Fransa, Almanya’dan kurultaya katılanların kurduğu İCAD, ikinci kurultayı bir yıl sonra Kolombiya’da düzenledi, ardından, Filipinler ve Almanya kongreleri yapıldı. Şimdi sıra Diyarbakır’da. Bu yılın konusu ise “Savaş ve İşgal: İnsan Hakları İhlalleri, İşkence ve Gözaltında Kayıplar”. Hanım Tosun’un kocası Fehmi Tosun, 19 Ekim 1995’te kaybedildi. Hanım onu son kez gördüğünde iki adamın kolları arasındaydı, arabaya bindirilmeye çalışılırken “İmdat” diye bağırıyordu: “Beni götürüyorlar, öldürme On yıl önce Galatasaray Meydanı’ndaydılar. Kayıpların akıbetini öğrenmek ve sorumluların yargılanmasını istemek için. Tehditler, eylemin Arjantin gibi uzun soluklu olmasını engelledi, ama onlar vazgeçmedi. Şimdi Kayıplar Hanım Tosun ve Hasan Karakoç. Kurultayı’nda konuşacaklar... ye götürüyorlar”. Hemen polise haber verdi, otomobilin plakası alınmıştı, ama sahteydi. Bugün, on yıl önceki cümlelerle anlatıyor yasını: “Hiçbir şey onun yerini tutamaz. Bir yanımız eksik, mutlu olamadık.” AİHM’de açtığı davayı kazanmış Hanım, tazminat ödenmiş, “Ama” diyor “Bizim amacımız para değildi ki, biz Fehmi’ye ne olduğunu öğrenmek istiyorduk”. Bir kayıp da 12 Eylül 1994’te kaybedilen Kenan Bilgin. Ankaİrfan Bilgin ve Maside Ocak. (Fotoğraflar: Taylan Büyükşahin) ra’da, Terörle Mücadele Şubesi’nde günlerce işkence gördüMaside Ocak, İCAD’ın Türkiye temsilcisi. Abisi Hağüne dair tanıklar var, gözaltında 22. gününde, “Ben buradayım, beni kaybedecekler” çığlıklarını duyanlar da. san Ocak 21 Mart 1995’te kaybedildi, Yaklaşık iki ay Emniyet yetkililerinin iddiası ise gözaltına alınmadığı. sonra cesedi kimsesizler mezarlığında bulundu, tıpkı RıdKardeşi İrfan Bilgin ilgili bakanlıklara ve TBMM’ye baş van Karakoç gibi. Ocak Ailesi de AİHM’de dava açtı ve vurularının yanıtsız kaldığını, sonunda AİHM’ye baş kazandı. Ocak, AİHM’nin Türkiye’nin AB’ye girmesi vurduklarını söylüyor. Dava kazanılmış, ama aile tazmi sürecinde tazminatları bir çözüm olarak gördüğünü dünatı reddetmiş. “Mahkeme sonucu bizi tatmin etmedi” şünüyor... Oysa yapılması gereken hükümetlerden sodiyor “Biz devletin yaptıklarıyla yüzleşmesini istiyoruz”. rumluların ortaya çıkarılmasını istemek. 200 hafta süren cumartesi eylemlerinin amacına ulaştığına inanıyor, o günden sonra dört kişinin kaybedildiğini söylüyor. ULUSLARARASI MAHKEME... Diyarbakır’da yapılacak Kayıplar Kurultayı’nda hem Rıdvan Karakoç. 15 Şubat 1994’te kaybedildi. Birkaç kaybedilenler anımsanacak, hem kaybetme politikalarıgün sonra cesedi, kimsesizler mezarlığında bulundu. Kar nın nedenleri, hem de son birkaç yılda ortaya çıkarılan deşi Hasan Karakoç düştü peşine, her cumartesi Galata toplu mezarların akıbeti konuşulacak. Kayıp olanların bir saray önünde hak arayan kayıp yakınlarına katıldı. “O bölümünün o cesetler olduğu düşünülüyor, ama Adli günlerde devletin katliamlarını, kirli politikaları açığa Tıp’tan bir sonuç alınamıyor... Kurultayın Diyarbakır’da vuruyorduk” diyor. “Biz cesedimize ulaşmıştık, diğerle yapılmasının önemi, bölgedeki karışıklığa dikkat çekilerine göre kısmen şanslıydık. Tek amacımız vardı, faili cek olması... Irak’ın işgali, İran’ın işgalle tehdit edilmemeçhullerin, kayıpların faillerini sanık sandalyesine oturt si, Güneydoğu’daki yeniden sertleşme... Kurultay da 22 mak”. Ne acı eksilmiş Karakoç’larda, ne öfke. Ne zaman ülkeden kayıp yakınları, yeni kayıpların olmasını engelki Türkiye’de de Şili gibi bir sonuç alınıp sanıklar ceza lemek amacıyla, uluslararası bir mahkemenin kurulması talebini dillendirecek. landırılacak, ancak o zaman sakinleşecek... CUMHURİYET 06 CMYK