02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 14 MAYIS 2006 / SAYI 1051 Hooverphonic Şövalyeleri geliyor... M üzik dünyasının kara şövalyeleri olarak anılan Hooverphonic 20 Mayıs’ta, saat 22.00’de Galatasaray Üniversitesi’nin Ortaköy Kampusu’nda bahar şenlikleri kapsamında ikinci kez İstanbul’a geliyor... Sekiz yılda beş albüm hızına ulaşıp Belçika’dan sesini dünyaya duyuran Hooverphonic, alternatif rock grupları arasında iddialı bir yere sahip. Grubun, Bernardo Bertolucci’nin, Liv Tyler’ı üne kavuşturan filmi “Stealing BeautyÇalınmış Güzellik”inin unutulmaz şarkısı “2wicky”den, Depeche Mode cover’ı “Shake The Disease”a kadar sevilen birçok çalışması var. Daha önce Rock’n Coke Festivali’nin ilk yılında, canlı performanslarıyla İstanbullu müzikseverlerin beğenisini kazanan Hooverphonic, İstanbul konserinde yeni albümleri “No More Sweet Music”ten şarkılar söyleyecek. Müzik dünyasında ismini 1997 yılında duyuran Hooverphonic, Portishead ve Massive Attack gibi gruplarla aynı kulvarda yer alıyor. PANİK Kemal Sunal’ı seviyor K endilerini müzik yapmaya adayan Gökhan Bütünler ve Kaan Mutlu’nun bir “Kurban” konseri sonrası Deniz Yılmaz’ı bulup “Biz müzik yapmak istiyoruz, bizi bir dinle” demesi ile temelleri atılan “Panik”, söylemi ve tarzı ile dikkat çekiyor. Şarkı sözlerinin kaynağı Kemal Sunal’ın unutulmaz klasikleri. Panik üyeleri Deniz Yılmaz, Gökhan Bütünler, Kaan Mutlu ve Kaan Alptekin ile ilk albümlerini konuştuk. Panik’in kuruluş hikâyesi nerede, ne zaman başladı? Kaan Mutlu: Altı yıl önce Kütahya Üniversitesi’nde Gökhan ile tanıştım ve müzik yapmaya başladık. Yalnızca ikimiz vardık. Ne basçı ne de davulcu vardı. Deniz Yılmaz’a ulaşmak istiyorduk. Bir konser sonrası ona ulaşmayı başardık ve işler değişti. İşler nasıl değişti? Deniz Yılmaz: Kurban’ın ilk albümü çıkmıştı, bu genç arkadaşlar da çok beğenmişler, kendileriyle bir albüm yapmamı istediler, ama iki kişilerdi. İlk etapta iki kişi ile bir halt yapamayacakları belliydi, benim de evde kayıt cihazlarım vardı, beraber çalışmaya başladık. Bass notalarını yazarken, vokal yapıp söz de yazayım dedim. Bu şekilde yoğun bir çalışmaya girdik. Sonra davulcu olarak Kaan Alptekin geldi. Kayıtlarda çok sıkı çalıştılar ve albümü tamamladık. Panik ismi nereden geliyor? D. Yılmaz: Bana geldiklerinde gruplarının isminin “Mezarlık” olduğunu söylemişlerdi, Kuytu ve Köhne gibi alternatif isimleri de vardı. En son Panik dediler ve öyle kaldı. Şarkılarınızda sıra dışı bir hiciv, tam yerine dokundurmuşlukla ve biraz da klişe avcılığını kullanarak çok eğlenceli bir hava yakalamışsınız. Bu sözleri nasıl yazdınız? D. Yılmaz: Sözler bir çırpıda çıkmış gibi duyuluyor, ama hepsi kelime kelime, cümle cümle tamamlandı. Bir söz yazarken bakıyoruz ki tam randımanı ve duygu aktarımını alamıyoruz, çalmaya devam ediyoruz, taa ki istediğimiz sözcükleri duyuncaya kadar. Biz temelimizi Kemal Sunal’ın o en güzel zamanlardaki filmlerinden alıyoruz. Yani o filmlerdeki gibi repliğe en iyi oturan sözcüğü seçiyoruz. Zaten üç şarkı onun replikleri ile başlıyor. Tosun Paşa’yı izlerken bile kurulan şarkılarımız var. Aslında şarkı sözü yazmak kolay değil, çünkü yanlış söz kullanırsanız, bu müziğinizden çalar o yüzden doğru kelimeleri seçmek gerekli. Gökhan Bütünler: Farklı espri anlayışı ve farklı beyinler aynı sözlere çalıştığında çok daha yaratıcı işler çıkıyor. Dil bilginiz, yazınız ve söyleminiz biraz rahat, okunmaya yatkınsa sözleri uygun bir formata koymak pek zor değil. Müzikle ilgilensin ilgilenmesin pek çok kişi şarkı sözlerinize eleştiriler yöneltecektir. Bunlara karşı hazır mısınız? D. Yılmaz: Eleştiriler bizim için önemli değil. Ne yaptığımızı, niye yaptığımızı çok iyi biliyoruz. Biz samimiyiz, gerçeğiz. Olmadığımız bir ifadeyi suratımıza, hissetmediğimiz düşünceleri söylemlerimize takınıp “Biz müzik yapıyoruz” diyemiyoruz. Albümün adı “Almayan Böyle Olsun” albüm kapağındaki resimle birlikte tahrik edici bir söyleme dönüşüyor. Sadece kapağı görenler “bu adamlar ne yapmaya çalışıyor” diye albümü alıp dinleyebilir. “Bahtsız Bedevi” ve “Zevki Rock müzikseverlerin heyecanla beklediği Deniz Yılmaz’lı “Panik” grubu, ilk albümü “Almayan Böyle Olsun”u sonunda çıkardı. Şarkılarında sıra dışı bir hiciv kullanan grup, Kemal Sunal filmlerinden esinleniyor. Grup “Gülünecek bir albüm yaptık” diyor. Ali Deniz Uslu O zamandan bu zamana altı albüm, ses getiren turneler, soundtrack denemeleri ve muhteşem parçalar sığdıran grup müzikal yolculuğuna “Hoover” adıyla 1991 yılında başladı. Çeşitli eleman değişikliklerinin ardından bugün, vokalde Geike Arnaert, gitar ve keyboard’da Alex Callier ve gitarda Raymond Geerts’ten kurulu ekibi ile yoluna devam ediyor. Grup ilk albümlerini “New Stereophonic Sound Spectacular’’ adıyla ve Liesje Sadonius’un vokalleriyle 1997 yılında kaydetti. İkinci albümleri “Blue Wonder Power Milk’’ sonrası dönemde, “Moloko”, “Massive Attack” ve “DJ Kid Loco” gibi isimlerle dünyayı turladılar. “Mad About You’’nun ilk single olarak yayımlandığı “The Magnificient Tree’’, şimdilik son stüdyo albümleri olan “Jackie Cane’’ ve geçen yıl yayımlanan akustik konser albümleri “Sit Down & Listen To Hooverphonic” ile tüm Avrupa’da hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine sahipler. Hooverphonic kolay dinlenilebilen ve dinledikçe zevk veren gizemli bir grup. Bu konser onlarla tanışmak için iyi bir fırsat. Bu organizasyon ile ilgili daha detaylı bilgiye www.gsufest.org adresinden ulaşabilirsiniz. Hela” da isimleriyle bile ilgi uyandıracak parçalar. Bu bilinçli bir pazarlama yöntemi mi? D. Yılmaz: Albüm kapağını çok sevenler dışında çok itici bulanlar da var, ama herkese sevdirmek gibi bir niyetimiz yok. Bu albümü sürüne sürüne yaptık ve hak etmediğimiz hiçbir yere gelmeyeceğiz. Zaten firmamız albümü isteklerimiz doğrultusunda kabul etmeseydi şarkıları internette yayımlayacaktık. G. Bütünler: Görsel ve duyusal olarak tüm fikirler bize ait. Çok farklı olsun diye özel bir çalışma yapmadık, neler bizi eğlendiriyorsa onları rahat rahat müziğe aktardık. Bizim gibi düşünenler için çok keyif alınacak ve gülünecek bir albüm yaptık. Ötesini tartışmanın anlamı yok, eğlenelim yahu! Şarkılarınızda punk’tan reggea’ye, pop’tan, rap’e, birçok müzikal geçişi melodik yapıyı kaybetmeden sağlamışsınız... D. Yılmaz: Bu geçişleri prova süresinde çok rahat tamamladık. Müziği seversen o sana ihanet etmez, yeter ki karşılıksız sev onu. Müzik sana tüm kapılarını açar. Kurban dağılmasaydı Panik olacak mıydı? G. Bütünler: Panik hep vardı ama albüm yoktu. Kurban varken Panik’in konserleri denk düşerse ciddi sorunlarımız olacaktı. Yedek bir basçımız olsa da Deniz’in pek çok şarkıda vokalleri var. Kısacası bu grupta herhangi birinin olmaması, grubun konserinin olmaması demek. Panik farklı tarzı ile kendine özel bir yer edinebilecek mi? D. Yılmaz: Eğlenceli söylemimiz, şimdi “şiddetli geyik” yapıyor olmamız kimseyi yanıltmasın çünkü ilerde çok keskin bir değişim ile dönebiliriz. Bizi kitap gibi irdelemek lazım, çünkü müzik çok çabuk tüketiliyor, ama kitabı okuman ve kendi diline çevirip içselleştirmen gerekiyor. Bu yüzden ilk etapta müziğin ismini koyup aldanmamak lazım. Sonsuz insan görüntüleri... T imurtaş Onan, gezgin, meraklı, gözlemci, heyecanlı bir fotoğrafçı olarak tanımlanabilir pekala. Bana kalırsa bu sıfatların yanına bir de onun “düzeltilememiş” olduğunu eklemek gerekir. Adana, Dolapdere, Elmalı, Kaleiçi, Isparta, Tepebağ’da gülün, ciğercilerin, çöp toplayıcılarının, kuş pazarının ya da bir fotoroman yıldızının hikâyesini anlatırken de kadrajına en çok, uzaktan akraba olduğu bu mekânların ve insanların psikolojisi yansıyor. Kesiştikleri yerde hikâye kuruluyor, fotoğraflar bir tesadüfi değil, itirazı, güzeli değil, gerçeğin sadeliğini anlatıyor. Fotoğraflarındaki “bozukluk” biraz da buradan kaynaklanıyor. Timurtaş Onan’la 88’den bu yana çektiği ve “Sonsuz Görüntüler” başlığı altında topladığı çalışmalarını konuştuk. “Sonsuz Görüntüler”in içine giren karelerin ortaklığı nedir? İngiliz heykeltıraş David Creegeen’le birlikte aynı adla 2000 yılında bir sergi açmıştık. Sergide David’in heykelleriyle beraber “Adana Sokakları”, “Akseki’de Yaşam”, “Toroslar”, “Kaleiçi Satılık”, “İstanbul Blues” gibi çalışmalarımdan derlenmiş fotoğraflarım vardı. Bu retrospektifi daha sonra pek çok yere taşıdık. Şimdi yıllar sonra bu kez tek başıma farklı temalardan oluşan bu serileri yeniden bir araya getiriyorum. Tüm bu farklı kentlere, mekânlara odaklanmanızı sağlayan nedir? Bir mekân fotoğrafınızın konusu haline nasıl geliyor? Öncelikle insan hikâyelerinin peşine düşüyorum. İnsanların yaşanmışlıkları, ifadeleriyle birlikte çağrıştırdıkları, beni o yere götürüyor. “Dışarıdakiler” serisinde Dolapdere’de, bir yıl boyunca bir ön, bir de yan duvarın çevrelediği küçücük bir alanda çalıştım. Oraya bazen insanlarla sohbet etmek, bazen izlemek, bazen de fotoğraf çekmek için gittim. Sonra farklı tipleri cımbızla ayıklayarak onlara yoğunlaştım. Belgesel mantığından çok, oradaki yaşam tarzını, psikolojiyi vermeye çalışıyorum. Fotoğrafla mekânın atmosferini, insanın psikolojisini yansıtmanın zorlukları ve cazibeleri neler? Sonuçta bir minareyi ya da turistik bir alanı çekmiyorsunuz. Fotoğraf hikâye anlatmak için bir araç oluyor. Çektiğiniz kişiyi yaşam alanı, o mekânda akan yaşamı, geçmişi, iniş çıkışlarını verebilmek için onu anlamak durumundasınız. O zaman da bir gülüşün ardındaki acıyı gösterebilmek kadar ince bir noktaya gidiyorsunuz. İster istemez düz ve statik bir anlatım yerine, fotoğrafın içine girmemesi gereken bir sürü olumsuzluk da fotoğrafın parçası oluyor. Kompozisyon kurallarını ihlal ediyor, ışık, kadrajı kullanırken bile isteye fotoğrafı bozuyorsunuz. Bu, oradaki yaşamı yansıtmak için zorunlu oluyor. Bu, zaten bir tercih gibi görünüyor, yani “bozulmuş” ya da “farklı” olanı seçmek. Bu noktada estetiği nereye koyuyorsunuz? Konu ön planda ise özellikle aykırı kadrajlar, bilinçli bir bozma gerekiyor. Bunu yaparken gereksiz bir müdahale yerine olanı vermeye çalışmaksa, estetiği koruyor. Oraya ait güzelliği doğallığında, ama elbette içindeki ayrılıklarla beraber verebilmek, önemli bir denge. Sonuçta fotoğraf bir rastlantı değil, bir anı yorumluyorsunuz. Bunu yaparken de oradaki insanlarla beraber kayboluyor, işin düzgünlüğünden çok, gerçeğin peşinde oluyorsunuz. Bir projeye ne kadar zaman harcıyor, nasıl bir ön çalışma yapıyorsunuz? Timurtaş Onan, insan hikâyelerinin peşinde pek çok eve, sokağa, kente konuk olmuş. Kaleiçi’nden Dolapdere’ye, Adana’dan Isparta’ya görüntülediği bu sade hikâyeleri, şu sıralar İFSAK’ta sergileniyor... Özlem Altunok Mesela “Kaleiçi Satılık” serisi, oranın değerlerinin yok edilmeye çalışılmasını görmemle başladı. Bunu fark etmek için planlı programlı bir gözleme zaten gerek yoktu. Uzun zaman sokaklarında dolaştım, 40 yıllık muhtarı, kaptanı, çarıkçısıyla zaman geçirdim. Oradaki değişimi, hüznü vermeye çalışmak için senin yaşanmışlığın, hayata karşı ürkek olmaman, bakışın da önemli. Hayata uzaktan baktıysan, kitaplardan okuduysan oradaki sadeliği vermek de güçleşiyor. “Sonsuz Görüntüler”in bütününe hüzün hâkim diyebilir miyiz? Denilebilir, ama her seri, biraz da o mekânın Fotoğraf: VEDAT ARIK atmosferiyle şekilleniyor. Mesela Gül yağının hikâyesine, Isparta insanının neşesi, coşkusu, güler yüzü de yansıyordu. Adana ise daha matrak, dostluğun, sosyal hayatın güçlü olduğu bir yer. “Kaleiçi Satılık”da ise Antalya göç aldığı için, o oturmamışlığı, ilişkilerin zayıflığını koklayabiliyorsunuz. “Dışardakiler” serisi ise her şeyi içine alan Beyoğlu’nun travma yemiş, hüzünlü insanlarını, hepimizin kıyısından dönebileceği, gücünü yitirebileceği ince çizgileri yansıtıyordu. Sergi 2 Haziran’a kadar İFSAK’ta görülebilir.Tel: 0 212 2924201 CUMHURİYET 04 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle