22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

14 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 14 MAYIS 2006 / SAYI 1051 Unutamadığım çocuklar... Ataol Behramoğlu on haftalar birbiri üstüne yolculuklarla geçti. Öyle ki ajandadaki notlarıma bakmaksızın tarihleri bile anımsayamıyorum. “Unutamadığım Çocuklar”ın ilkiyle Ankara İl Halk Kütüphanesi’nde, Kültür Bakanlığı ve Kütüphaneciler Derneği’nce (mart ayının son haftasında) düzenlenen imza gününde karşılaştım. Fakat öyküyü en baştan anlatmalıyım... Katılımcı yazarlar için, imza öncesinde, kitaplığın avlusunda bir kır kahvaltısı düzenlenmişti. Nedim Gürsel, Sema Kaygusuz, başkaca arkadaşlarla tahta kır masasının çevresinde oturmuş söyleşmedeyken ilkokul çağında bir delikanlıcık yaklaştı yanımıza ve tam yanı başımda durarak “Çok heyecanlıyım...” diye başladı söze... “Neden?” diye sorduk... Doğrusunu söylemek gerekirse hepimiz kulak kesilmiş, hangimizden söz edileceğini bekliyorduk... O benim adımı söyledi ve beni nerede bulabileceğini sordu... Elinde tuttuğu kitabımı o zaman fark ettim. Aceleleri varmış, sınıfça kitaplarımı hemen imzalamamı rica ediyorlarmış... Kitaplığın bahçeye açılan kapısının yakınlarında, bayan öğretmeni ve ellerinde kitaplarla bekleyen öğrenci topluluğunu gördüm... Sınıfın belli ki sözcüsü ve öncüsüyle birlikte topluluğun yanına gittik. Bayan öğretmen ondan şiirimi okumamı istedi. O da, (dize sonlarındaki “kızım” sözcüğünün her yinelenişi öncesinde azıcık yutkunup sözcüğü “çocuğum”la değiştirerek) “Sevginin Önünde” başlıklı dörtlüğümü ezberden ve pek güzel okudu... Sonra imza için içeriye geçtik... İlk imza, doğal olarak, sınıfın öncüsü ve sözcüsüneydi... Böylece ilk kez adını sordum ve söyledi: Armen Salihyan... S İstanbul’dan bir Melek geçti... Hem babasını hem kocasını reddedip kendisine bir soyadı seçmiş Melek Kobra. İkisine öfke ve arzusunu günlüklerine akıtmış. Babası Muhlis Sabahattin’e kırgın, kocası Ferdi Tayfur’a arzulu. Operetlerde oynamış, uyuşturucuya alışmış, vereme yakalanmış ve beklemekten yorulmuş... Emine Çaykara nce Melek Muhlis, sonra Melek Tayfur, son olarak kendi seçtiği soyadıyla Melek Kobra... Ve hepsi Melek Kobra olarak imzalanmış üç defter... Ona özel, sırdaşı, önce sakınarak, sonra sakınmadan yazılmış defterler. Acaba yaşadıklarını o günkü duygularıyla kaydederken bir gün birilerinin o satırları okuyacağını aklından geçirdi mi? Yoksa bilinçaltının oyununa mı geldi? Yanıt ne olursa olsun, o günlükleriyle derinliklerine inmemize izin vermedi mi? 1915’te, sıkıntılı bir dönemde hayata gözlerini açmış Melek, ünlü bir bestecinin, Muhlis Sabahattin ile Seniye Hanım’ın kızı olarak. Annesiyle babasının evliliği uzun sürmemiş. Babasının topluluğunda oyunculuğa başlamış ama henüz ünlenmeye başlamış ki veremle tanışmış. İnce hastalıkla... Hani artık ancak melodramlardan hatırladığımız, dönemin ünlü hastalığıyla. Vereme yakalandığında yirmili yaşlarında. Melek, Muhlis Sabahattin’in topluluğuyla oyunculuğa adım attığında yıl 1931. Yani 16 yaşında. Bir dönem genç kızları için bugünden çok farklı anlamlar yüklü o meşhur güzellik yarışmalarına katılmış, birinde 13. olmuş. Kuzeni Keriman Halis, 1932’de Dünya Güzeli seçildiğinde neler hissetti acaba? Babası nedeniyle sanat çevresi içinde büyüdüğünden günlükleri, değişim içindeki son dönem Osmanlı yaşantısı, şehir tiyatroları, operet dünyasının insanları, sıkıntıları ve bir şeyleri yeniden inşa sürecinin izlerini taşıyor. Ö yor. Çek Melek, çek bakalım ne zamana kadar tahammül edebileceksin... Sağlam malmışsın doğrusu...” Yine umursamazmış gibi yaptığı ama belli ki gerçeği gizlediği eski eşi Ferdi Tayfur’a karşı duygularını ikinci ve üçüncü defterlerde kendine itiraf edebiliyor: “Bugün, yine seni en fazla istediğim günlerden biri... Seni istemek, istemek ne güzel, ne baş döndürücü bir arzu bu Yarabbi!” O kadar sahici oluyor ki hamisi, dostu Veli Bey’e aklından ne geçiyorsa söylüyor. “Muhterem Veli Beyefendi diye başlayan” mektuptaki tanımlamalarda bir dönemin yakıştırmalarını da görüyoruz: “Daha hâlâ yakası kadifeli, Tokatlıyan pezevengi kılıklı paltolar telebbüs etmekte devam ederseniz üzerinize konan ‘kart puşt azmanı’ damgasını silemezsiniz. Çifte perdah sinekkaydı traşınızın üzerine bir şakaktan bir şakağa buladığınız duvar kireci gibi pudra ile yüzü yıkanmamış sıvacı kalfasına benziyorsunuz. Sonra size halisane bir tavsiyem; gülerken daima ağzınızı sağ tarafa çarpıtınız ki, sol tarafta dökülen dişleriniz göze çarpmasın. Yemeklerde de biraz kanlı şeyler yemelisiniz ki, verem osuruğuna benzeyen benzinize kan gelsin.” AZRAİL’DEN BİR YAZ DAHA ÇALDIK! Melek Tayfur, kocası Ferdi Tayfur’la... (Yıl 1935) daha duyarlı, insancıl ve de şaşırtıcı bir dönüşümle edebi dilini kullanan... “Gece bütün esrarlı haşmetiyle odama doldu. Bu koyu karanlığa mermer elbise ören aydınlık hafifçe içeri süzüldü. Uzakta yavaş yavaş gün bize vedaını haber veren mor pelerinine bürünüyor ve yerini gecelerin sultanı olan karanlığa terk ediyor. Karşıki tepede parlayan elektrik hüzmeleri bir odaya gelişigüzel serpilmiş pırlanta parçaları gibi yanıp sönüyorlar. Ayın yanında bana göz kırpıp duran çoban yıldızına bakıyorum. O kadar çok bakıyorum ki, adeta o yerinden oynuyor gidiyor, tekrar geliyor zannediyorum. Bu güzel gecede her şey güzel, yalnız bu yalnızlık fena!” İlk defterinde babasıyla hiçbir ilişkisi yokmuş gibi yapan Melek gidiyor, babasına kızgınlığını gizlemeyen Melek beliriyor: “Annem gece bende kaldı, gece biraz rahatsızlandım. Neden bilmem, babam yine ne on para ne de kimse yolladı. Ellerimi açıp her aklıma geldikçe beddua ediyorum, beni burada inim inim inletti. Aç bıraktı, defolup gitti, bir defa uğramıZiyaretine gelenler azalıp geçirdiği ameliyatlar sonrası umudunu kaybetmeye başlayınca hayatı, mevsimleri farklı okumaya başlıyor. Ölümünden birkaç ay evvel, 6 Eylül 1939’da yazdığı satırlarda hüzünlü; ama ölümle dalga da geçebiliyor: “Sonbahar bizim gibi hastaları ürkütür zaten. Tabiat canlı, yeşil rengini kaybetti. Önümüzdeki bağ adeta kuru bir odunluğa döndü. Yaprakların arasından sarkan ayva kozalakları, sonbahar habercileri gibi geliyor bana! Deniz daha koyu görünüyor. Ve gökyüzü yazın olduğu gibi berrak değil, sık sık bulutlanıyor. Ve nihayet melun Azrail’den bir yaz daha çaldık!” Kendini kandırmıyor, itiraflarda bulunuyor: “Kemirici, isyânkâr ihtiraslarım yok artık. İstemekten yoruldum. Beklemekten yoruldum. İyi olmak istiyorum yalnız. Bu akşam, çok ümitsiz olduğum halde ölümden korktuğum akşamlardan biri! Yaşamak çok güzel, hayat çok çekici! Salome’nin dansı, Kleopatra’nın gözleri, Dalila’nın daveti kadar câzip bu hayat! Çok çabuk ayrılacağım bu mukaddes sevgiliden!” Gökhan Akçura’nın yayına hazırladığı “Melek Kobra/ Hatıratım” kitabı, dipnotlar ve açıklamalarla sözü geçen kişileri/mekânları ete kemiğe büründürerek zenginleştiriyor. Kitabın sonunda günlükleri okuyan üç ayrı kişi sahneye giriyor. Prof. Zeki Kılıçarslan, verem hastalığıyla, psikoterapist ve yazar İskender Savaşır, Melek’in psikolojisiyle, şair ve araştırmacı Serhan Ada ise Melek’in edebi üslubuyla ilgili yazılarıyla okurun kitabı üç farklı gözden bir daha okumasını sağlıyorlar. Melek Kobra, geride bıraktığı hatıratıyla bizi 1930’ların kadınlığına, ihtiraslarına, oyunlarına, bir dönem İstanbul ve Beyoğlu yaşantısına, insanlarına, sanatçılarına, doktorlarına (meşhur cerrah Nissen, Dr. İhsan Rifat), ölüme giden insanın hayatı algılayışındaki keskinliğe götürüyor. Hastalığın seyrini (kürlerin önemi), tedavi şekillerini (akciğer bölümüne gelen birkaç kaburga kemiği çıkarılıyor ve göğüs duvarı çökertiliyor! Ayrıca ana solunum kasının siniri kesiliyor!) izliyoruz, Melek’in edebi dilinden hastaneleri, ameliyathaneleri geziyoruz. Melek, günlükleriyle bize kendi yazdığı üç perdelik son oyununu oynuyor. Düşünün... Aradan yıllar geçiyor. Üç defterden oluşan Melek Kobra’nın Hatıratı fotoğrafçı Cengiz Kahraman’a ulaşıyor. Muhlis Sabahattin ile ilgili araştırma yapan Gökhan Akçura bir gün, bir sahafta Kahraman ile karşılaşıyor. Kahraman bu günlüklerden söz ederek elindeki fotoğraflarla birlikte bunları Akçura’ya emanet ediyor. Ve 67 yıl sonra Melek Kobra’nın defterleri okuyucuyla buluşuyor. İsterseniz siz hâlâ tesadüflere inanmayın!.. Onu 13 Kasım 1939 Pazartesi günü Yakacık’taki sanatoryumda üçüncü defterine yazdığı son satırlarla uğurlamayı öneriyorum: “Haydi Allahaısmarladık, görüşürüz.” Sibel O güneşli mart sabahının bana bir armağanı olan sevgili Armen Salihyan’ı hiç unutmayacağım... (Ankara İl Halk Kütüphanesi’ndeki bu toplantı, bütünüyle de bir çocuk bayramı, bir şölen olarak gerçekleşti. Türk Kütüphaneciler Derneği Ankara Şubesi Başkanı İsmail Arayıcı ve İl Halk Kütüphanesi görevlileri başta olmak üzere bütün düzenleyicileri kutlarım.) 7 Nisan akşamı İzmir Ekin Koleji’nin “Geleneksel Şiir Gecesi”ne katıldım... Her yıl bir şairin ürünlerinden bir sahne düzenlemesi yapılıyormuş... Bu yıl bu onurun bana verilmesi kararlaştırılmış... Yaklaşık bir saatlik pek güzel bir kurguydu... Elimdeki broşür, çalışmanın nasıl titizlikle ve tüm okulun katılımıyla hazırlanmış olduğunun bir kanıtı. Bu (danslı, müzikli) dört dörtlük sahne düzenlemesi için, okul yönetimini, “Şiir Gecesi Komitesi”ni oluşturan Türkçe, drama, resim, beden, bilgisayar, müzik öğretmenleri ve halkla ilişkiler görevlisini ve hiç kuşkusuz, “senaryo”da rol alan tüm öğrencileri içtenlikle kutluyorum... Ama bir tanesini, “sunucu”ların en miniği, o inanılmaz özgüveni ve mükemmel diksiyonuyla herkesi kendisine hayran bırakan Gülbey Balım Keskiner’i hiç unutmayacağım... Onu geleceğin çok sevilen bir sanatçısı olarak şimdiden kutluyorum... Unutamayacağım son çocukla, geçen hafta sonu, KarsAni Harabeleri girişindeki Ani Köyü’nde karşılaştık... Biz bir köylü ailesiyle söyleşirken o bir yerlerden bir kır çiçeği gibi çıkıp geldi... Dördüncü sınıf öğrencisi Sibel Ağdaş... Yoksul, ama tertemiz ve zevkli giyim kuşamı, halk ozanının dediği gibi “sırma saç”ları, apaydınlık yüzü, Kürtçenin sımsıcak vurgularıyla daha bir güzelleşen pırıl pırıl Türkçesi ve hepimizi etkileyen güçlü kişiliğiyle... Armen, Gülbey, Sibel... Günümüz Türkiye’sinden, unutmadığım, unutmayacağım üç çocuk imgesi, üç kimlik... İlk ikisinin yazgıları belirli, yolları açık, aydınlık... Sibel’inki şimdilik tuzaklarla, belirsizliklerle dolu. Ülkemizin (bu üç çocuk gibi apaydınlık olmasını dilediğim) geleceği onların yazgılarının buluştuğu, harmanlandığı, eşitlendiği yerde belirlenecek... ataolb@cumhuriyet.com.tr BU YALNIZLIK FENA! Melek, ilk sahne deneyiminin arkasından Muhlis Sabahattin ve Yusuf Sururi’nin yazdığı “Perde Arkası”nda Ayda olmuş... Meşhur “Ayşe Opereti”nde Neşe, “Asaletmeap”ta Prenses Leyla... Muhsin Ertuğrul’un “Söz Bir Allah Bir” filmindeyse Ayten... 1933’te çekilen, yine Muhsin Ertuğrul’un “Milyon Avcıları” filminde rol arkadaşı Ferdi Tayfur ile tanışmış ve evlenmişler. Ferdi Tayfur’un kendisini uyuşturucuya alıştırdığı, daha sonra tedavi gördüğü ve Tayfur’dan ayrıldığı bilinenler arasında. Sahnedeyken ağzından kan gelince hem kendi hem dönemin tüm sanat camiası illetiyle tanışıyor. “Masal kahramanı” gibi güzel Melek, yine de umut taşıyarak imrendiği hayatlara özlemini sürdürmüş. O yüzden Çamlıca’da, “Neriman’ın evinde” tutmaya başladığı ilk defterinde oldukça farklı bir Melek çizmiş. Hani bunları niye yazmış dedirtecek cinsten. İlk defterinde ona adeta hamilik yapan, masraflarını karşılayan Veli takma isimli dostuna karşı iki yüzyüzlülüğünü saklamıyor. İkinci ve üçüncü defterdeyse olanlar oluyor. Hastalığına karşı iyileşme umudunu yavaş yavaş kaybetmesiyle başka bir Melek çıkıyor hayat sahnesine; daha sahici, Muhsin Ertuğrul’un yönettiği “Söz Bir Allah Bir” filminden... (Yıl 1933) Melek Kobra ve Hazım Körmükçü (en sağda)... CUMHURİYET 14 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle