14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

19 MART 2006 / SAYI 1043 11 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Hemingway’li bir düş... Ataol Behramoğlu 1972 yılının kış ya da büyük olasılıkla güz aylarından birinde, Moskova’da, (yerine bir gökdelen yaptırılmak üzere birkaç yıl önce yıktırılan) büyük ve tarihi Moskova Oteli’ndeki odamda, bir gece Hemingway’li bir düş görmüştüm... Daha doğrusu Hemingway düşüme girmişti... Kızıl Meydan yakınlarındaki bu belki en eski ve ünlü otelin, yüksek tavanlı, döşemesi ağır bir halıyla kaplı geniş odasının, yine ağır ve şatafatlı perdelerle kaplı büyük pencereleri caddeye açılıyordu. Düşümde Hemingway, tam karşıdaki binanın pencerelerinden birinde, en çok bilinen fotoğraflarından birindeki gibi üzerinde omuzlarından yukarısı görünen bisiklet yaka gömleği, bronzlaşmış kederli yüzü; beyaz ve kıvırcık sakalı ve saçıyla, pencereyi tümüyle kaplayan kocaman bir baş olarak göründü... Ve güçlükle kıpırdanan kupkuru dudaklarından şu sözler döküldü: “İnsan Moskova’da intihar etmez de ne yapar!” Hemingway Moskova’da intihar etmedi. Ama ben Moskova’daydım... Otuz yaşımdaydım... Bir buçuk yıldır yaşadığım Paris’ten, acılar vererek süren ve daha da acılarla biten bir ilişkinin ardından, kendimi Moskova’ya atmıştım... Beni oraya uluslararası bir yazarlar toplantısına katılmak üzere çağıran Sovyet Yazarlar Birliği aracılığı ile, Moskova Devlet Üniversitesi’nde Rus edebiyatı konusunda çalışma yapmak üzere bir burs sağlanmasını istemiştim ve yaklaşık bir aydır yanıt bekliyordum. ONLAR DA CANLI... Nilüfer Zengin talay Veteriner Kliniği, dört kişilik dev ekibiyle mütevazı kliniklerinde sokak ve ev hayvanları için didinip duruyorlar. İbrahim ve Zeliha Atalay, diğer veteriner hekim Meral Korkmaz ve yardımcıları Sadiye Hanım arı gibi çalışıyorlar. Kendi hayatlarını kazanmanın ötesinde, dışarıdaki hayatın acımasızlığına en ağır biçimde maruz kalan hayvanları bazen sağaltıyor, bazen de mümkün olan en konforlu biçimde ölümün kucağına bırakmak zorunda kalıyorlar... Kimilerimiz hayvanları “değersiz” ve telef olmaya mahkum bir tür, kimilerimiz onları “güzel şeyler” olarak görüyoruz. Oysa acı çekiyorlar, mideleri bulanıyor, yaşlanıyor, çirkinleşiyor hatta kanser oluyorlar... En çirkin suratlı kedilere dikkatli bakın, en güzeller onlardır aslında... İbrahim ve Zeliha Atalay’la meslekleri İbrahim ve ve hastalarıyla ilgili söyleştik... Zeliha Atalay’ın İnsan veteriner olmaya nasıl karar veriyor? Ya da siz nasıl karar verdiniz? cep telefonları İbrahim Atalay: Veterinerlik fakültesini isteyehiç kapanmıyor. rek seçenler, hayvan sevgisi olan insanlardır zaten. Ben de içimde bu sevgiyle büyüdüm. Zeliş’in baÇünkü, her an bası da veterinermiş, o da hep hayvanlarla büyübir kedi ya da müş... Çok zor ya da karmaşık bir karar değil, hayat oraya götürüyor sizi... köpek Veterinerlik eğitiminde nasıl süreçlerden gehastalanabilir. çiliyor? Onların Koyun, inek, sığır, at, keçi, domuz, tavuk... Hepsinin derslerini görüyoruz... Öğrencilik dönehayvanlarla mi zor. Mezun olduktan sonra herkes kendi seçiilişkileri mini yapıyor. Kimi tavuk çiftliklerinde, kimi ilaç sektöründe çalışıyor. Veterinerliğin yüzde otuzu “sevmek”le eğitim, yüzde yetmişi pratiktir. A ması, durumunu yakından takip etmesi gerekiyor. Zor çalışma koşullarımıza rağmen gerekli takdiri aldığımız da söylenemez. Avrupa’da veteriner hekimlerin algılanışı, onlara verilen değer bambaşka. Bir de nankör bir meslek aslında, hasta ölür kötü olursun; iyileşir unutulursun. Sokak hayvanları en çok hangi vakalarla geliyorlar? Bir getiren olursa tabii... Z. Atalay: En çok araba çarpması ve köpek saldırılarıyla karşılaşıyoruz. Ama sokak bu, hiç beklenmeyen şeyler de olabiliyor. Hayvanlarla çok ilgili olmayan insanların da sokak hayvanlarına dolaylı olarak yardımları oluyor mu? Hastalığı tedavi edilmeden ameliyat edilemez. Mesleğin en tatminkâr yanı? İyi, dürüst çalışmak, hak ederek yaşamak. İnsana muhtaç bir hayvana sağlık kazandırmak, karnını doyurmak, ev sağlamak. Manevi tatmin. Hamilelik sürecinde evdeki hayvanlar hep tartışma konusu olur. Hem işin uzmanı hem de yakın zamanda bebeği olmuş bir çift olarak ne diyorsunuz? İ. Atalay: Benim eşim hamileliği boyunca çalıştı. Aşısı var ya da yok, birçok hayvanı tedavi etti. Her işin bir riski vardır. Eğer bir hayvanın aşıları tamamsa bulaşıcı hastalık anlamında risk çok düşüktür. Çocukta alerji riski anlatılmayacak kadar güçlü... BU İŞİN BİR SAATİ YOK “Eğer bir hayvan satılacaksa Siz kliniğinizi ne zaman açtınız? Çok sayıda veteriner kliniği görüyoruz, bir kliniğin tutunabilmesi neye bağlı? bile” diyorlar Zeliha Atalay: Kliniğimizi 97’de açtık. Bu işte “Onun bir canlı tutunabilmek kliniğin teçhizatıyla ilgilidir öncelikle. Donanımlı bir kliniğe sahip olmak gerekir. olduğu Tabii klinik hekimlerinin hastaya yaklaşımı da çok unutulmamalı”. önemli bir faktör. Akşam eve gidince hastalar konu olur mu? İ. Atalay: Evde her zaman hastaları konuşuyoruz. Sonra biz 24 saat çalışıyoruz. Cep telefonlarımız her zaman açık. Sabahın üçünde, dördünde her an hastaya gitmemiz gerekebilir. Peki, yersiz paniğe kapılmalara bağlı gereksiz telefonlar geliyor mu? İ. Atalay: Tabii geliyor ama kimse bunu bilinçli yapmıyor. Durumun ciddi olup olmadığını bilmedikleri için arıyorlar. İşimiz bu, gerekli gereksiz diye düşünmeyiz. Veteriner hekimliğin diğer tıp dallarıyla karşılaştırıldığında zorlukları nelerdir? İ. Atalay: En belirgin zorluk hayvanların dertlerini anlatamıyor olmaları. Hasta sahibinin, hastanın ağzı dili ol Meral Korkmaz, Zeliha ve İbrahim Atalay, Cazibe’nin dikişini alıyor... İ. Atalay: Bu çok zor. Tabii kimseye konserveyi çöpe atma, kediler çöpten yemek yiyor, bir yerleri kesilir diyemeyiz. Sokak hayvanlarına fayda ancak içten gelen bir sevgiyle mümkün. Evinde hayvan beslemeyen ama dışarıdaki hayvanları besleyen, onlara ihtimam gösteren çok insan var. Yine de radikal çözümler ancak toplu bir bilinç oluşturmakla üretilebilir. Sivil toplum örgütleri, belediyeler ve özel klinikler ortak bir hareket planı hazırlayıp, bunu harekete geçirmeliler. Bazen sokak hayvanlarıyla ilgili çok acımasız öneriler sunuluyor. Öldürmek de bunlardan biri... İ. Atalay: Bunlar korkunç şeyler. İlkemiz şudur: Bir sokak hayvanı hem uyuz hastası hem de kısırlaştırılması gerekiyorsa, önce uyuzu tedavi edilir, sonra kısırlaştırılır. vardır. Buna karşı bir şey yapılamaz. Kediyle köpek hep karşılaştırılır... Kedi seven köpek sevmez filan ya da tam tersi... Nedir bu işin aslı? Köpek insana çok bağlıdır. Sadıktır ve her zaman sahibinin yanında olmak ister. Kedinin kendine özgü bir dünyası vardır, köpekler kadar zekidirler. Özgürlüklerine düşkündürler, itaat etmezler ama nankör değildirler. Pet shop’larda hayvan satılmasına nasıl bakılmalı? Bir hayvan satılacaksa bile onun bir canlı olduğu unutulmamalı, aşıları ve parazit ilaçları ihmal edilmemeli. Sizin evde hayvanınız var mı? Cankız bizim köpeğimiz işte... (Cankız hep bankonun arkasındaki sandalyede oturur ve kedileri çok sever) Hemingway Ben ülkeden ayrıldıktan birkaç ay sonra Türkiye’de 12 Mart darbesi olmuş ve şimdi Moskova’ya gelişimle de ülkemle bağlarım tümüyle kopmuştu. Sıkıntı ve keder dolu günlerdi... Çok geçmeden burs isteğim kabul edilmiş, Moskova Oteli’ndeki büyük ve kasvetli odadan Moskova Devlet Üniversitesi’nin öğrenci yurtlarında yaklaşık bir buçuk yıl geçireceğim küçük ve şirin odaya geçmiştim... Hemingway’li düş ise, o günlerden bu günlere otuz yılı aşkın süre geçmiş olmasına karşın Moskova Oteli’ndeki o keder dolu yalnızlık günlerinin bir anısı ve simgesi gibi, akıl ve duygu belleğimdeki yerinde duruyor... Bu düşü neden anımsadım şimdi? Bilgi Yayınevi, yeni bir basımını yapacağı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?”a bir önsöz yazmamı istedi... Çok yıllar önce okuduğum bu romanı, elimdeki basım öncesi prova sayfalarından (ve her halde bir başka çevirisinden) bir kez daha okurken “yitik kuşağın” temsilcilerinden Ernest Hemingway’in büyük ve imrenilecek yazgısını düşünüyordum... Yirminci yüzyılın en acımasız deneyimlerinde pişip çelikleşmiş bir yazarlık yeteneği... İnsan nedir, nasıl olmalıdır, ne olabilir sorularını didikleyen, fotoğraftaki bronzlaşmış ve kederli yüz gibi, araştırıcı, eylemci, tedirgin bir ruh... O benim ergenlik düşlerimin (Steinbeck, Istrati, J. London gibi) en sevgili yazarlarındandı. Çok sonra, bilinçaltının akıl sır ermez bir kurgusuyla Moskova’da görünmüştü bana... Şimdi, yine bir o kadar yıl sonra, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?”u notlar alarak okumaktayken, bir kez daha karşılaşmış oluyoruz... Düşlerimizin, sorularımızın ve yanıt arayışlarımızın yakınlığını daha derinden duyumsayarak... ataolb@cumhuriyet.com.tr Cenazeme teşrifiniz ricasıyla... Sevgi Can Yağcı lüm bir vedalaşmadır, adını bile koyamadan yüzleşmek zorunda kaldığımız bir ayrılık. Zorunlu, dönüşsüz, ne zaman başlayacağı çoğunlukla bilinmeyen bir yolculuk. Kendi ölüm törenini yaşayamıyor insan, ölümü yaşamak, ona tanıklık etmekten ibaret kalıyor. Uğurlayanların boğazında bir düğüm oluyor bu tanıklık. Peki ya uğurlananlar? Bu sorunun yanıtını alabilmek bugüne kadar mümkün olmadı, en azından tüm insanoğlunu tatmin edecek şekilde. Ne zaman öleceğini bilmek değişik bir durum, bir ayrıcalık belki. Bu ayrıcalık, acının içinde hızla yok olmaya Ö Péter Halász için de hazırlandı. Çağrının olağandışılığı, karaciğer kanseri nedeniyle son günlerini yaşayan Péter Halász’ın kendi törenine ev sahipliği yapacak olmasıydı. Kimilerince muazzam olan girişimi, kimileri fazlasıyla tuhaf karşıladı. Péter Halász’ı ve yaşam serüvenini bilenler içinse, bu tam da ona yakışır bir vedalaşmaydı. Péter Halász 1970’li yıllarda kurduğu alternatif tiyatro ile Macar Tiyatrosu’nda bir döneme damgasını vurdu. 1969’da, Anna Koós ile birlikte o zamanın ünlü Üniversite Tiyatrosu’ndan ayrılarak, birkaç genç oyuncuyla birlikte Kassák Ev Stüdyosu, amatör tiyatro topluluğunu Macaristan avangart tiyatrosunun öncüsü Péter Halász, 10 Mart’ta öldü. Kendi cenaze törenini sahnede 6 Şubat’ta tüm sevenleriyle birlikte yaptı. Hep birlikte güldüler, ağladılar, vedalaştılar... da yol açabilir, gerçeğin yırtıcılığını ve absürdlüğünü gülümseyerek göğüslemeye de. Péter Halász ikinciyi seçenlerden. Tıpkı hayatta ve tüm varlığını adadığı tiyatroda seçtiği gibi. Macaristan’da gelenektir; evlilik gibi ölüm törenleri de davetiyeyle bildirilir, ilanların yanı sıra. Bunlar düğün davetiyelerinin tersine, sevince değil acıya ortak ederler elbette ve soğuk renkli kartonlara basılırlar, ama düğün davetiyeleri kadar zarif ve özenlidirler. İşte böyle bir davetiye Macaristan’da alternatif tiyatronun kurucularından oluşturdu. Böylece köklerini siyasal ve sanatsal avantgardizmden alan, alternatif tiyatro arayışları Macaristan’a da ulaşmış oldu. Altmışlı yılların çalkantılı kültürel ve politik dönüşümleri, tiyatroda da devrime, geleneksel olanla çatışmaya yol açmıştı. 197376 yılları arasında, ev tiyatroları Budapeşte’de önemli kültür hareketlerine dönüşmüştü. Bu dönemde Doğu Bloku ülkelerinde, özgür ve yeni sanat arayışlarının peşinde birçok sanatçı, politik baskıları gerekçe göstererek, Batı’ya göçtü. Halász’ın tiyatrosu da Amerika’da çalışma izni alana değin, önce Paris’te, bir süre Hollanda’da geçici sürelerde çalıştı ve Squat Theatre adıyla New York’un en önemli kültür merkezlerinden biri haline geldi. Péter Halász sahnede her şeyi denedi. Kişisel, kamusal alanlara girdi, yaşam ve oyun arasındaki sınırları altüst etti. Hayattaki ve sanattaki her dogmayı, kendi yarattıklarını da, yeniden ve yeniden sorguladı. Duygulu ve keskin ironisiyle, kendi tarihini de izleyiciyle paylaşmaktan kaçınmadı. “Bütün yaşamımı sahneledim ben, ölümüm neden sahnelenmesin?” diye sorabilmesi, bu işe kalkışabilmesi belki de bundandı. Ve son gösteri... “...Tören sade ve kanımca ilginç olacak, insanlar böylesi bir töreni, bir araya gelmeyi, beni farklı gözlerle de görebileceklerini kolay kolay kabullenmek istemediler.. Bu sahneye son çıkışım... Gösteriden birkaç gün ya da hafta sonra göçüp gideceğim...” (Halász Péter’in BBC’ye verdiği röportajdan.) Budapeşte Sanat Galerisi’nde 6 Şubat’taki tören Saat 22.00’de başladı. Péter Halász’ın sevenleri ve bu ilginç gösterinin meraklıları salonu doldurmuştu. Halász sahneye kurulan tabutta yerini almış, kendi cenaze törenini izliyordu. Kendini uğurlamaya gelenleri dinleyerek, zaman zaman sessizleşip zaman zaman gülümseyerek ve arada bir yerinden doğrulup suyunu yudumlayarak... Duvara yansıtılan görüntüsüyle, izleyiciler, tabutu ve “ölü”yü yakın plandan izleyebiliyordu. Tabutun yanına kurulan kürsüye konuşmacılar ve gösteri yapacak olanlar bir bir çıktı, tabut başında nöbetler tutuldu, anılar anlatıldı, veda sözleri söylendi. Can Togay: “62 yıl, evet tam 62 yıl! Sen tiyatrocu değilsin, tiyatronun ta kendisisin” diye seslendi bir zamanlar oyuncularından biri olduğu topluluğun kurucusu ve dostu Péter Halász’a. “Bakın ölüye nasıl da kıpırdıyor!” esprisi “ölü”yü güldürdü. Başka bir dostunun sözleri üzerine salon sessizleşti: “Gidiyor olman çok acı!..” Péter Halász öldü. Bugüne değin yaşamı ağırladığı sahneye bu kez kendi ölümünü taşıyarak son arzusunu da gerçekleştirdi. Ölmenin olağanlığıyla yüzleştirdi izleyenleri. Dehşete düşürdü, düşündürdü, hatta belki güldürdü. Hem ölü, hem tanık olarak insan düşleminde olanaksız olanı olur kıldı. Tiyatro sahnesinde hayatla olduğu gibi ölümle ilgili kabulleri de tepe taklak etti ve yine başardı. Bu son gösteri ölümü değil, ölümsüzlüğü anlattı. CUMHURİYET 11 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle