02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

29 OCAK 2006 / SAYI 1036 5 Babamı kimin için öldürdün? Berat Günçıkan ynı tarihlere denk düştü, iki kadına bir kez daha babalarının katillerinin gölgesi vurdu. Biri Nükhet İpekçi’ydi. Babası Abdi İpekçi’yi öldüren Mehmet Ali Ağca’nın salıverilmesi üzerine, hukukun kurallarının işlemesi, yani Ağca’nın yeniden tutuklanması için cesaretle gövdesini ilgili kurumların ve medyanın önüne taşıdı. Diğer kadın Rahşan Yorozlu Anter ise babası Musa Anter’i katledenlerden biriyle görüştü. Amacı, dönemin, 1990’lı yılların karanlığını biraz daha aralayacak bilgiler edinmek, bu bilgileri demokrasi ve hukuk devleti kuralları içinde yaşanılması için toplumla birlikte kullanmaktı. Ancak iki kadın da yalnız bırakıldı, Ağca yeniden cezaevine konulsa da, söyledikleri büyük suskunluğu kıramadı. Oysa her iki cinayetin üzerindeki yamalı örtüyü kaldırmak mümkündü ve... Rahşan Anter’i, babasına 20 Eylül 1992’de, Diyarbakır’da suikast düzenleyen beş kişiden biri olan Abdülkadir Aygan’la buluşmaya götüren de işte bu istekti, gerçeğe ulaşmak ve kayıtlara “faili meçhul” olarak geçen cinayetlerin faillerinin çok da “derin”lerde olmadığını göstermek... 11 Ocak’ta İsveç’te, Borlange’de buluştular. Bu buluşmaya Hürriyet Gazetesi’nden Ersin Kalkan da katıldı ve görüşmeyi yayımladı. Böylesi bir görüşme ilkti, ancak Aygan’ın itirafları 1994’te Ülkede Özgür Gündem gazetesinde bir yazı dizisi olarak yayımlanmış, daha sonra “Acı Bir Susurluk Öyküsü” başlığı altında kitaplaştırılmıştı. İtiraflar doğrudan JİTEM’i hedef alan bir davanın açılmasını sağladı, ama davanın takibi toplumsal bir sorumluluk olarak algılanmadı. Cinayetin aydınlatılmasının yükü yine aileye bırakıldı. Oysa Aygan’ın olup bitenin belki bir bölümünü bildiği gerçekleri anlattığı kısa sürede kanıtlandı. 1994’te bir kayıp olarak kayıtlara geçen Murat Aslan’ın nasıl öldürüldüğü, cesedinin nerede olduğu itiraflarının arasındaydı ve belirtilen yerde yapılan araştırmada ceset bulundu, DNA testi de cesedin Aslan’a ait olduğunu doğruladı. Diyarbakır Başsavcılığı’nın açtığı davanın ilk duruşması önceki gün yapıldı. Aygan gıyabında da olsa üç kez ömür boyu hapis cezasıyla yargılanmaya başladı. A Rahşan Yorozlu Anter, babasını katledenlerden Abdülkadir Aygan’la İsveç’te görüştü. Amacı, kayıtlara “faili meçhul” olarak geçen cinayet hakkında daha fazla bilgi toplamak, yargıya aktarmaktı. Türkiye’nin gerçekleri örtbas etmesine öfkeli Anter. Aygan’ı değil, ona bu cinayetleri işletenleri sanık sandalyesinde görmek istiyor... yargılanmayı talep ediyor, “Ben adil bir adam değilim ama” diye haber gönderiyor, “Adil yargılanmayı talep ediyorum”... Gelelim buluşma gününe... Rahşan Anter her ne kadar “Faili meçhul cinayetleri kimin işlediğinin değil, işlettiğinin peşine düşmeliyiz” dese de Aygan’la kendisini “kurban” olmakta eşitlese de, buluşma yerine tedirgin gidiyor. “Perişan haldeydim” diyor “Bir tek derdim vardı, bugüne kadar söylediklerinin dışında bir şey söylemesi. Buluşmak isterken, ‘neyi öğrenmek isterse, anlatırım’ diye de haber yollamıştı, yani bana yeni bir şey söyleme ümidi vermişti”. Ancak yeni bir şey söylemiyor Aygan, JİTEM’e nasıl girdiğinin, Musa Anter’i kimlerin, nasıl öldürdüklerinin dışında. LÜTFEN KATİL DİYE YAZMAYIN Görüşmenin başında tutup, Rahşan Anter’in elini öpüyor Aygan, terliyor, kezlerce özür diliyor. Aygan tek bir şey istiyor Anter’den, “katil” diye adlandırılmamayı. “Beş çocuğum var, onlar etkileniyor, onlardan utanıyorum” diyor. Anter, önce PKK’li olan sonra JİTEM’e geçen Aygan’a, “JİTEM’e geçeceğine neden intihar etmedin” diye soruyor, o “Bunu yapmak o kadar kolay değil" diye yanıtlıyor, Anter “Aramızdaki fark bu işte” diye devam ediyor, “Ben olsam, kendimi vururdum”. Görüşmemiz sırasında Aygan’a verdiği sözü tutmak için çırpınıyor Anter, “Lütfen, katil diye yazmayın” diyor. O, Aygan gibi itirafçı, muhbir tiplere pek de şaşırarak bakmıyor, aslında. Çünkü daha 60’lı yıllarda “Kürt Konsolosluğu” diye adlandırılan Suadiye’deki evlerinde, hastalık ya da öğrencilik için İstanbul’a gelip de onlardan yardım isteyenler arasından da çıkmış muhbirler... Aygan’la görüşmesini anlayamayanlara da babasının yapısını örnek gösteriyor, “Babamı tanıyanlar bilir” diyor, “O düşmanına bile bakabilen biriydi, hadi oğlum derdi, anlat, sana bunları yaptıran neydi”. Fotoğraf: VEDAT ARIK ye Musa Anter’in katledilmesiyle ilgili olarak suçu üstlenip, sorumluluğu da sahipleniyor. Cinayetin hemen ardından, o yıllarda sağ olan eşi Hale Anter’in sayısız başvurusunu yanıtsız bırakan Türkiye AİHM’deki dava için “dostane” bir çözüm öneriyor: 15 bin Avro. Anter, kendisine ulaşan tebligattan değil, bir gazete haberinden öğrendiği bu öneriyi reddediyor, “Değil 15 bin, 15 milyar Avro da verseler, biz bunun peşinde değiliz” diye yakınıyor “Biz hâlâ ne demek istediğimizi anlatamıyoruz. Babamı devletin öldürdüğünü söylüyorlar, devletin içinde binlerce adam var, bu işi Ahmet mi, Mehmet mi, kim yaptı bunu bilmek, bu adamları sanık kürsüsünde görmek istiyoruz...” “AFFET BABA, BAŞARAMADIK” Rahşan Anter’in umudu, davanın bundan sonraki seyrini tüm sivil toplum örgütlerinin, toplumun izlemesi, sahip çıkması. Babasını öldürenlerden biri olan Şırnaklı Hamit’in hâlâ Şırnak’ta olduğuna ve koruculuk yaptığına ilişkin ihbarların değerlendirilmesini, “Devlet için silah tutan benim için kahramandır” diyen dönemin başbakanı Tansu Çiller’in yargılanmasını istiyor. Babasından kalan bütün mirası bir araya getirip bir vakıf açmayı, çocuk okutmayı düşlüyor... Ağabeyi Anter Anter’in babasının ölümünden bu yana neden Türkiye’ye sokulmadığını, neden Yeşilköy havaalanından Belçika’ya döndürüldüğünü bilmek istiyor, Batman’da yaşayan kardeşi Dicle Anter’in başına bir şey gelmeyeceğine inanmak istiyor. Her 20 Eylül’de gittiği babasının mezarından artık “Affet baba, başaramadık” demeden dönmek istiyor... Sonunda şöyle diyor: “Bu benim, babamın, Kürtlerin sorunu değil, bu Türkiye’deki demokrasinin sorunu. Babamı ağzınızda sakız gibi çiğnemekten, ne iyi insan olduğunu söylemekten vazgeçin, onun ve diğerlerinin katillerini, bu cinayetleri işletenleri ortaya çıkarın.” SUÇSUZ DEĞİLİM... Şimdi, Aygan hakkında bir dava da, Rahşan Anter’in başvurusu üzerine İsveç’te açıldı. İlk duruşmanın ne zaman yapılacağı henüz belli değil, ancak gelin AyganAnter görüşmesinin öncesine bakalım: Rahşan Anter’in bir arkadaşı tesadüfen Abdülkadir Aygan’la karşılaşıyor. Bir süre konuşuyorlar ve konuşmanın akışı içinde arkadaşı Musa Anter’in kızını tanıdığını söylüyor. Bunun üzerine Aygan vicdan azabı çektiğini söylüyor. “Ben tetikçi değildim, cinayeti organize ettim, ama bu katil olmadığımı göstermez” diyor “Suçsuz olmadığımı biliyorum”. Aygan, Musa Anter’i daha önce tanımadığını, kimi öldürdüklerini öğrendiğinde çok üzüldüğünü de sözlerine ekliyor. Rahşan Anter, Aygan’ın görüşme isteğini geri çevirmiyor, çünkü AİHM’de süren davada kullanılabilecek yeni bilgilere ulaşabileceğini umuyor. Aslına bakarsanız, Türki Musa Anter’in öldürülmesinin üzerinden 14 yıl geçti. Katilleri henüz bulunamadı... ği üzerinden duyurmakla kalmıyor, cinayet ve işkenceye bulaşmış bu suçluları yargılamaları gerektiğini vurguluyor. Rahşan Anter de İsveç’te binin üzerinde savaş suçlusu olduğunu doğruluyor, Arjantinli, Şilili, Afganistanlı, Türkiyeli, Iraklı, İranlı suçlular bunlar. Aygan da dahil hepsi İsveç vatandaşlığına alınmakla kalmıyor, sosyal fonlardan aktarılan paralarla da destekleniyorlar. Anter de bir İsveç vatandaşı olarak hem kendisinin hem diğer İsveçlilerin çalışarak savaş suçlularını beslemelerine itiraz ediyor. Hallen’ın yazısı üzerine Aygan hakkında soruşturma açılıyor ama bu bir davaya dönüşmüyor, çünkü dışarıda işlenmiş suçlar İsveç’te dava konusu edilemiyor... Rahşan Anter, Aygan’dan davacı oluyor elbette, çünkü hem o İsveç vatandaşı, hem de suçlu. Henüz savcılık bir karar vermiş değil, ama eğer Aygan İsveç’te yargılanırsa bu bir ilk olacak ve diğer savaş suçlularının da yargılanmasının yolu açılacak. Aygan da SAVAŞ SUÇLUSU BESLİYORUZ! Aygan’la Anter’in görüşeceği günlerde İsveç gazetelerinde birbiri ardına yazılar ve röportajlar çıkıyor. Aygan’ın “bir savaş suçlusu” olarak İsveç’te olduğu yazılıyor. Serbest gazeteci Eşref Okumuş, bir otel odasında, altı buçuk saat süren bir röportaj yapıyor Aygan’la. İsveç’in en çok okunan gazetelerinden Metro’da Jonas Hallen imzalı bir yazı yayımlanıyor. Hallen İsveç’te yaşayan savaş suçlularının varlığını, Aygan’ın kimli PAZARIN PENCERESİNDEN Levrek ile fare Selçuk Erez areli Köyün Kavalcısı öyküsünü bilmeyen var mıdır? Grimm Kardeşler’in derledikleri eski Alman masalları arasında yer alan bu öyküde Hemlin kentinde 13. Yüzyıl’da gerçekleşmiş bir olay anlatılır: Her yeri fare basmıştır: Her tencerede, her teldolapta, her yatakta bu yaratıklar cirit atmaktadır... Ekine ve ambarlara verdikleri zarar sonsuzdur. Günün birinde rengârenk yamalı giysisiyle dikkati çeken bir kavalcı çıkagelir: Hemlinlilere, belli bir ücret karşılığında onları farelerinden kurtarabileceğini söyler ve ardından acayip bir beste çalar; kentin tüm fareleri ardına düşer ve onu izleyerek Weser Irmağı’na kadar gider, suya atlar ve yok olurlar. F Kavalcının bundan sonra ücretini alamayınca başka bir melodiyle çocukları da ardına takıp dağlara götürdüğü, hiçbir çocuğun geri dönmediği de bilinir ama bizi asıl ilgilendiren farelerin boğulmalarıdır: Çünkü fare boğulmaz ki yüzer! Fare de sıçan da bal gibi yüzer. Bu kemirici yaratıkların 400 metre ve kuşkusuz daha fazla yüzdüklerini yansıtan ciddi araştırmalar vardır. Öyleyse bu fareler, bir süre kulaç attıktan sonra kavalcı uzaklaştığında niçin geriye dönmediler? Çocukluğumda dinlediğim bu öykü, beynimin bir köşesinde çöreklenmiş ve bu güne dek bu sorunun cevabını aramışımdır! Bir süre önce Sarıyerli balıkçı reislerinden Garo Dayı’dan mesleğinin ilginç yönlerini dinliyordum: “Levrek,” demişti, “en iyi canlı fare yem olarak kullanıldığında yakalanır!” Garo, bunu geçenlerde bir röportajda da tekrarlamış ve meslektaşlarının eleştirisine uğramıştı: “Yahu bu açıklanır mı?” demişlerdi balıkçılar, “levrek satışlarımız azaldı!” Oysa bu pek bilinmeyen bir şey değildir; gidin bakın: Amatör balıkçılararası “chat” yani “gevezeleme” kanallarında levrek yakalarken “satacaksanız fare, yiyecekseniz çekirge” kullanmanız önerilmektedir. Bunu duyan Hırant Dink dostum, Burgaz Adası’nın arkasında levreklerin, karada, deniz kenarında dolaşan farelere saldırdıklarını, bunları alıp götürdüklerini gördüğünü söylemişti. Öyleyse, kavalcının peşine düşen farelere ne olmuştu? Bu zavallılar boğulmamış, onları, denizden buraya gelen levrek benzeri balıklar yemiş, bitirmişlerdi! Tatlı sularda yumurtlayan Tırsi balığının Grimm Kardeşler zamanında ve daha eskiden Weser Nehri’nde bulunduğu bilinir. Öyleyse bugünün anne ve babalarına sesleniyorum: Küçük çocuklarınıza Fareli Köyün Kavalcısı’nı okurken akıllarında oluşacak soruları cevapsız bırakmayın; onlara bu bütünleyici bilgileri de mutlaka aktarın! Bir ricam daha olacak: Onlara bu güzel öyküleri toplamış olan Grimm Kardeşler’in hukuk okuduklarını, Göttigen Üniversitesi’nde kütüpheneci ve profesör olarak görevlendirildiklerini ve 183’te hürriyetleri güvenceye almış bir anayasayı yürürlükten kaldıran Hanover Kralı I. Augustus’a karşı çıktıkları için görevlerinden uzaklaştırıldıklarını da anlatın. Çocuklarınıza, Grimm Kardeşler’in bugün, derledikleri öyküler yanında, yöneticilerin baskılarına karşı çıkmış, boyun eğmemiş onurlu üniversite öğretim üyeleri olarak da saygı ile anıldıklarını da söyleyin! CUMHURİYET 05 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle