22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 MURAT UYURKULAK Etrafınıza bir bakın, sizce de kıyamet kopmuyor mu? Özlem Altunok T ol, bir intikam romanıydı. Türkiye’nin 50’lerden 90’lara uzanan siyasi tarihi sert ve ironik bir dille anlatılıyordu. Yazarı Murat Uyurkulak, “Okuyanın ruhunda gürültüyle gelip geçen bir tren etkisi yaratsın istedim” diyordu. Yarattı da. Uyurkulak şimdi yine yakın geçmişi anlattığı, yine üç harften oluşan “bir kıyamet romanı” yazdı: Har. Bu kez yenilenlerin, adaletsizliğin dünyasını, dünyanın şuursuzlaşma halini, fantastik bir dille anlatıyor. “Çünkü,” diyor, “tahammülü zor acıları anlatmak ‘doğrudanlığı’ kaldırmayacaktı”... Murat Uyurkulak’la Metis Yayıncılık’tan bu hafta çıkacak kitabı, Tol’un sonrasını ve Har’ın öncesini konuştuk. İlk kitabınız hatırı sayılır bir ilgi gördü, oyunlaştırıldı ve Almanca’ya çevriliyor... Tol’un bu başarısı, ikinci kitabı yazarken üzerinizde bir baskı oluşturdu mu? Har’ı yazarken Tol’un ağırlığını hissettim. En azından yazı sürecinin ilk başında, özgüven eksikliği ve tedirginlik yaşadım. Hatta bu tedirginliği Har’ın başlarındaki bir bölümde hikâyeleştirdim de, ama sonra rahatladım, Tol’u unuttum ve gönlüme göre yazdım Har’ı. Kitap bitince bir kez daha başladı özgüven krizleri. Tol’la ilgisi yoktu bunun, sadece Har’ın umduğum kadar iyi bir kitap olmadığı kuşkusuydu. O kuşku hâlâ duruyor ve üstelik Tol’a da sirayet ediyor. Şimdi arada bir Tol’un da söylendiği kadar iyi bir kitap olmadığı kuşkusunu taşıyorum. Sanırım bu krizlerle yaşamaya alışmam gerekiyor. Har’da, yaradılıştan başlayarak kaosa uzanan kıyamet halini, paralel bir hikâyeyle, yani bugünle ilişkilendiriyorsunuz. Bugünün içinde sahte kahramanlar, kalpazanlar, kaçaklar, yenilenler, deliler var. Nasıl bir kıyamet yerinde yaşıyoruz sizce? Ben hep iyimser bir devrimcikomünist oldum, fakat giderek o iyimserliği yitiriyorum, Ernest Mandel’in “devrimci kötümserlik” kavramıyla nitelediği cenaha doğru kayıyorum ve bu beni hasta ediyor... Çokuluslu şirketlerin vahşeti ve milyarlarca insanın zifiri sefalete mahkum edilmesi, küresel ısınma, çevrenin tahribi, nesli tükenen türler, nereden çıktığı meçhul yeni yeni virüsler, ezilen azınlıklar, dünyevi mezarlara gömülen kadınlar, beden faşizmi, on beş saat çalıştırılan küçücük çocuklar, cinsel istismar, tüketim manyaklığı, savaşlar, işgaller, yüzlerine pislik haz sırıtmaları yerleşmiş, tıkınmaktan tıksıracak hale gelmiş insanlar... Bunlar kıyamet alameti değilse, nedir? Bunlara bakıp delirmiş ejderhalar misali öfke kusana mı, yoksa susup salak salak oturana mı normal insan denir? Har, bir kıyamet romanı. Çünkü “Kudurtan bir hayatın içinde sürünüyoruz” diyor yazarı Murat Uyurkulak. Bu ikinci kitabında da dünyanın gaddarlığına, vahşetine, adaletsizliğine öfkeyle karşı duruyor. Kıyamet alametlerini ise fantastik bir dille anlatıyor. Har da, Tol gibi “ağır” bir roman. Yine Türkiye’nin yakın tarihini anlatıyorsunuz ama bu kez fantastik öğelerle, semboller ve karikatür karakterlerle bezeli, şifreli bir dil var. Bunun nedeni anlatılanın ağırlığını hafifletmek için miydi? Har’da sürekli tekrarlanan bir nida var: Edebiyat yapma! Bu ülkenin şaibeli ve dehşetli tarihinde beni derinden sarsan iki meseleyi yazmak istiyordum. İlkini Tol’da yazmaya çalıştım ve orada anlattığım, yani “sol”un son yarım asırlık trajik macerası, benim “edebiyat yapma” cüreti gösterebileceğim, şahsi bir tarihti. İkincisini, yani bu ülkenin Kürtlerle yaşadığı meseleyi, inşa ettiği resmi tarihle onlara ve başka azınlıklara dayattığı “yok”luğu ve bu meselenin son yirmi yılda, bütün taraflara yaşattığı tahammülü zor acıları anlatmak, “doğrudanlığı” pek kaldırmayacaktı. Sanırım bu yüzden fanteziye, şifrelere ve simgelere sıkça başvurdum. Ama zaten bu, benim sevdiğim de bir tarz... SİSTEMİN YAMULTTUKLARI... Kıyamet alametinin yaratıcıları hem Büyük A, Başşal, Tefail gibi yukarıda çalışanlar, yönetenler, hem de yeryüzünde acı çeken, kaybeden 13, Numune, 35, yamuklar gibi faniler... Neredeyse kitaptaki tüm karakterler aymazlık, şuursuzluk hali yaşıyor, neden? Şair Süha Tuğtepe’nin “Yaşamak beni kudurtuyor” diye bir dizesi vardı. Kudurtan bir hayatın içinde süründü ABD EVİNE DÖN! Elif Su BD askeri gücünün, yani askerlerin evine dönmesini isteyen bizzat ABD’de yaşayan savaş karşıtları, asker aileleri. Uzun bir süredir kampanya yapıyorlar, nineler sokağa çıkıyor, askerlerin anneleri Bush’a tepki göstermek için kendilerini Beyaz Saray’ın kapılarına zincirliyor. Yüz binlerce savaş karşıtı sokaklarda protesto gösterileri örgütlüyor. ABD’nin evine dönmesini isteyen en önemli, en can yakan haykırış ise kuşkusuz Irak’tan yükseliyor. Irak halkı, Bush’un “Savaş bitti” açıklamasını yaptığı 1 Mayıs 2003 tarihinden beri onuru için mücadele ediyor. Ne seçimler ne de anayasa referandumuna katılım işgalci güçlerin Irak’taki varlığının onaylanması anlamına gelmiyor. 10 Aralık’ta İngiltere’de gerçekleşen Barış Konferansı’nda konuşan Tarık Ali’nin söylediği gibi: “Irak’ta yapılan bütün kamuoyu yoklamaları, hatta emperyalistlerin yanında olanlar tarafından yapılanlar bile, halkın yüzde 6070’inin işgale karşı olduğunu gösteriyor. Şiilerin çoğu, kendileri adına konuşan politikacıları desteklemiyor.” Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu (Küresel BAK) temsilcisinin de katıldığı Barış Konferansı’nın sonuç deklarasyonu, 1819 Mart’ta tüm dünyada, Irak işgalinin üçüncü yılında küresel protesto gösterileri düzenlenmesinin önemini vurguluyordu. BAK uzun bir süredir 18 Mart’ta yapılacak küresel eyleme hazırlanıyor. “ABD evine dön” kampanyası, Türkiye’deki askeri üslerin ABD’ye kullandırılmasına karşı eylemler, toplantılar, film gösterileri, işyeri ve okullarda gerçekleşecek tüm gösterileri kapsıyor. BAK’ın öncelikli bir sloganı A Saddam Hüseyin’i kimyasal silah kullandığı için suçlayanların kimyasal silah, beyaz fosfor adı verilen bir silah kullandıkları açığa çıktı. ‘İncirlik kapansın\ABD evine dön’ kampanyası, bu yüzden çok önemli”. Karakaş, ABD’nin aylardır İran’ı da tehdit ettiğini daha var: “İncirlik Üssü kapatılsın, İncirlik Üssü ve anımsatarak şunları söylüyor: diğer askeri üsler ABD’ye kullandırılmasın”. “Irak işgalinin dünyayı içine soktuğu çılgınlık Küresel BAK, 18 Mart’ta 5 şehirde gösteriler hallerini hatırladığımızda, İran’ın ABD tarafından gerçekleştirecek. Trabzon, Adana, Ankara, İzmir ve bombalanmasının yaratacağı küresel gerginliği İstanbul’da tüm savaş karşıtlarının, “ABD’nin evine tahmin etmek güç değil. Ortadoğu ve dünyada dönmesini” isteyen tüm barışseverlerin birleşik istikrarsızlık daha da derinleşecek. Beklenmedik protesto gösterileri gerçekleşecek. tepkiler, intihar eylemleri, patlayan bombalar ve akan kan daha yoğun biçimde küresel bir gündem İNCİRLİK KAPATILSIN... haline gelecek. Bu seçenek, Irak gibi İran’la da sınır komşusu olan Türkiye’yi çok yakından ilgilendiriyor. “Bush’un Teksas’ta çiftliği olabilir, ama ne Irak ne Yeni bir işgal hazırlığı, Türkiye’nin yeniden de İncirlik Üssü Bush’un çiftliği” diyor Küresel işgalcilerin bir parçası olması olasılığını gündeme Barış ve Adalet Koalisyonu Yürütme Kurulu üyesi getirecek. Askeri üsler istenip, bu üslerden kitlesel Şenol Karakaş ve ekliyor, “Irak’ı kitle imha silahları ölümlere neden olan harekâtlar yapılmaya olduğu için işgal ederler kanlı bir şaka yapar gibi, çalışılacak.” kendileri Irak’ta kitle imha silahı haline geldiler. Küresel BAK, hem Irak’ın işgali hem de İran’ın tehdidine dikkat çekecek bir buluşmaya da imza atıyor. 4 Şubat’ta Mecidiyeköy Kültür Merkezi’ndeki Barış Buluşması’nda İngiltere ABD’nin Irak’ı işgali üçüncü savaş karşıtı hareketinden Yvonne Ridley yılına giriyor. Savaş ve Irak’tan Musalla Halis Esari birer karşıtları da üç yıldır konuşma yapacaklar. 1 Mart’ta, işgalin bitmesine tezkerenin reddinin yıldönümünü kutlamak için Taksim’de bir çabalıyor. BAK’ın basın açıklaması, 4 Mart’ta da öncelikli Bilgi Üniversitesi’nde bir Iraklı, sloganı ise bir Amerikalı asker ailesi, iki İngiliz ve “İncirlik Üssü düzinelerce Türkiyeli savaş karşıtı kapatılsın, konuşmacıyı bir araya getirecek olan İncirlik Üssü ve “Savaşsız Bir Dünya İçin Uluslararası diğer askeri üsler Buluşma” sempozyumu gerçekleştirilecek. ABD’ye Ayrıca, 18 Mart öncesinde onlarca kentte Şenol Karakaş toplantılar, etkinlikler düzenlenecek. kullandırılmasın”. ğümüzü düşünüyorum. Kudurmak halinin de pek “şuurlu” bir hal olduğu söylenemez. Dünyanın gaddarlığı, yalancılığı ve rezilliğine sadece saf bir bilinçle karşı koyamayız artık. Delilere, yamuklara, kuduruklara her zamankinden fazla ihtiyacımız var. İnanca ihtiyacımız var, yeter ki sivil, dürüst ve insani olsun. Hayat tepeden tırnağa maddileştikçe, “mallaştıkça”, bizim daha fazla “manevileşmemiz”, nesnelerden uzaklaşmamız gerekiyor. Yani bir tür şuur kaybı, yamulma, “uçma” hali... Sanırım Har’ın gökyüzü ve yeryüzü ahalisi de benim gibi düşünüyor... “Yamuklar”, yani “sistemin yamulttukları”, Büyük Sinema’da türlü hikâyeyle, kâh korsan kitap, kâh sahte para basarak, film çekerek dünyaya düzen vermeye çalışıyorlar. Büyük Sinema’daki bu “yeryuvarın en mutlu işçileri” hakikate neden “sahte” aracılığıyla kafa tutuyorlar? Muktedirlerle ezilenlerin hakikati ayrı dünyalarda yaşıyor. Sözgelimi Ankara’nın göbeğinde oturup kaderimize karar verenler “Kürt” kelimesini hâlâ zikretmekten bile imtina ederken, Diyarbakır’da, Van’da, Hakkâri’de her 21 Mart’ta milyonlarca insan bir halkın bütün nitelikleriyle, renkleriyle, kelimeleriyle, şarkılarıyla meydanları dolduruyor. Plazaların toplantı salonlarında “serbest piyasa”dan, “küresel rekabetten” falan dem vurulurken, beş kilometre ötede lağımlar evlerin arasından akıyor. Bunlardan birinin hakiki olması gerek, öyle değil mi? Bir yanda Kürtlere “kart kurt” muamelesi yapmaya hâlâ can atanlar var, öbür yanda o halkın temsilcisi olduğunu söyleyen siyasi partinin yüzde 70 oranında oy aldığı kentler. Bir yanda kadınlara “yaşlanmayı durduran” mucizevi kremler kakalamaya çalışan reklamlar var, öbür yanda parası olmadığı için hastanelerde sapır sapır ölen kadınlar... Bunların hangisi daha hakiki geliyor sana? Kremler mi, ölü kadınlar mı? Har’la alakalı olarak şöyle bir paralellik kurabiliriz belki: Düzenin yamulttuğu kadınlar, artık hastanelerde ölmemek için, zaten sahte olan o kremlerin sahtesini yapıyor... SİLAHLAR VE KELİMELER... Har’a hakikatin kitabını yazmak isteyen “Sonyamuk” karakteriyle siz de dahil oluyorsunuz. Bu ipucundan yola çıkarsak edebiyat, öfkeli ama umutlu bir yazar için nasıl bir güç, kışkırtıcılık taşıyor? Bu soruya Leo Ferre’in bir sözüyle cevap vermek isterim: “Silahlar ve kelimeler aynı şeydir, ikisi de gebertir!” Benim insanları gebertmek gibi bir niyetim yok, elbette. Benim gebertmek istediğim sahtekârlık, zalimlik, sömürü, haksızlık, zorbalık, adilik... Tol’daki sert, ironik, küstah ve acı dili Har’da da görüyoruz. Tıpkı iki kitabın da bir hızlanıp bir yavaşlayan, başı sonu belirsiz bir yolculuk hali taşıması gibi. Bu, tek heceli ve tok iki kitaptan sonra Murat Uyurkulak’tan okuyucuyu şaşırtmasını, yeni şeyler denemesini bekleyebilir miyiz? Tol’u yazdıktan sonra, kafamda Har dönmeye başlamış olsa da, onu yazıp yazamayacağımdan emin değildim, ama yazdım. Şimdi de var kafamda dolaşan bir şeyler, ama yine emin değilim. Tol ve Har ile ilgili şunu söylemek isterim: Becerdim beceremedim o ayrı, ama neticede gönlümdeki iki meseleyi yazıp bitirdim. Yeni bir şey denemek olarak tarif edilebilir mi bilmiyorum, bundan sonra bir kitap daha yazabilirsem muhtemelen birçok bakımdan farklı olacak, ama sertlik ve “küstahlık” bakımından farklı olacağını sanmıyorum... CUMHURİYET 04 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle