02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

25 EYLÜL 2005 / SAYI1018 Bilgiye giden yollar... Aylin Kotil İki kişilik mutluluk I ki birey arasındaki sımya nelere dayalı? "Kimin kimle olduğıından" çok "her birinin, kendini ilişkiye, yatırıma nasıl hazırladığına" bağlı bu simya. Bir çift, ilişkınin yürümesı için "Ikiz ruhumu bulmalıyım ki her şcy yolunda gitsin" diye değil "Bunun yolunda gıttnesıni istiyorum ve nasd yapacağımı bulacağım" diye düşünmelidir. Bir çift kendi kendini yaratır, hiçbir şey hazırlop edinilmez. Sorumluluktan sıyrılmamak gerekir: "Nasıl olsa bu yurümeyecek, sen Yengeçsın ben Ikizlerim" ya da "Sen öylesin, ben de böyle n'apalım"... Doğrusu, sayısız kişi "iyi partneri" 1 oluşturabilir Dahası, birlikteliğin başarısı, ötekıni kendine yakın tutmak için, her eşin öderneye hazır olduğu edere bağlıdır. Evet, doğru, gerçekten bağdaşamayacak kişılikler de vardır. Çoğu kez toplumsal köklerin ya da ayrı kültürel bağların sonucu olan; değerler, öncelikler, zevk anlayışlarındaki büyük uyuşmazhklar buna yol açar. Eşler arasında bağdaşırlık ya da bağdaşmazlığın bir başka öncelikli noktası da, "aile sistemidir"... Bu, kişinin özgeçmişinde toplu halde var olan kurallardan oluşmuş, söylenmeyen ya da bilincinde olunmayan bir şemadır. Bu sistemi hep akılda tutarak, çıftin her üyesı kendi alanını düzenleyebilir. Aile sistemleri uyuşmaz olduğunda, çatışmalar kaçınılmazdır. Öte yandan, bu sistem, karşılaşılan her yeni evrede yeniden sorun olur: Birlikte oturma, çocukların doğumu, anne ya da babanın kaybı... Bu durumdan kaçınmak için mucize reçeteler yoktur. Bir çirrin inşasında, her birinin kendi uygun bagajıyla yatırım yapması gerektiğini hesaba katmak gerekir, sadece... Eğer benim bagajımda kirli çamaşırlar varsa, bunları yoluna koymalıyım. Başka deyişle, kendi nevrozumla ilgilenmeliyim. Belki bir sağaltım yararlı olabilir. Kendi kendini sorgulamak da bazen yeterlidir: Gerçek arzularım ve gerçek seçımlerım Hj nelerdir? Kendi sorumluluk payım nedir? Bu noktada hangi araçlarla gelişebılirim. Bu soruları yanıtlamak, ilişkinin her evresınde pek çok bunalımdan çıkışa olanak sağlayacaktır. Ingmar Bergman, son filmı "Saraband"da, çıfti "samimi bir dosduk ve sağlam bir cınsellik" olarak tanımlıyor. Dayanıklı bir birliktelikte seksin rolü esas mıdır? Birlikte cinsellik içinde olmanın verdiği zevk, çiftin bağlaşıklığının temelidir gerçekten. Ote yandan, Bergman'ın tanımı çok kişiseldir. "Keyifli bir seksin" ne olduğu konusunda fikır birliğimiz yok. Ayda bir kez orgazm olmakla rnutlu olabilen de vardır, bunu hiç yeterli görmeyen de. Akıldan çıkarılmaması gereken bir başka gerçek ise cinsellik tanımımızın zamana ve ilişkinin akışına göre değiştiğidir. 30 yaşında ya da 80 yaşında cinselliği aynı tarzda ve aynı sıklıkta yaşayamayız... Herkes ikili yaşamı başarmak için aynı istekliliği gösteremez. Çünkü, başarı adına bahse girmek için, kendinin, arzularının, gereksinimlerinin bilincinde olmak gerekir. Ayrıca kendine, ötekine ve ikili olarak mutlu olabilmenin meşruluğuna güvenmelidir. Bazılan bunu 25 yaşındayken başarır, bazıları 50 yaşına değin başaramaz. Unutmamalıyız ki, "mutlu olmak hakkını" herkes elde edemez ve hep "her şey iyi olmalıdır" inanıcında olunsa da, iyinin yanında kötü de vardır! "îyi çift" doğruyu konuşabilen çifttir: Ne "Sanahazineler vereyim" ne de "Her şey mükemmel". Ama "Bu iyi değildi", gerektiğinde ise "Işte istediğim, senden beklediğim" denebilmelıdir... Nazik olmak değil, doğru olmaktır esas olan. Öncelikle, ötekiyle ya da kendi kendisiyle doğruyu yaşamak ve arzularının, gereksinimlerinin bilincinde olmak iyi biı çift oluşturmanın ana yolu... • Psychologies'den çeviren: EMRE ÇAĞATAY T arih, bilginin aktanmında farklı süreçler izledi. llk dönemlerde ınsanlar, annelerinin, babalannın ve atalannın yaptıklannı yaparak, bilgi akışını bir sonrakı kuşaklara aktardı. Bilgiler bu donemlerde eylem yoluyla geçiyordu. Gelenekle bilgi aktarımı söz konusu idi. Gelenekle aktarım daha sonra yerinı, daha çok rivayetle aktarıma bıraktı. Bilgi gelecek kuşaklara rivayetlerle aktarılıyor, kimi zaman da bu rivayetlere hem kendiliğinden bir şeyler ekleniyor hem de olmayan durumlar katılıyordu. Ama neticede bilgi akıyordu. Sonra daha elle tutulur bir şey oldu ve bilgi yazıyla aktarıma geçti. Bilgiler taşlara, kâğıtlara, kitaplara yazıldı ve bizler bu sayede bilgilendik. Çağımızda ise bilgi artık direkt olarak görsellikle aktarılıyor. Bilgiye istedığimız dakikada, istediğimiz kadar görsel olarak yaklaşabıliyor ve faydalanabiliyoruz. Bu bir yerde nimet olarak görülebilir ve bir yere kadar da öyledir zaten. Ancak bu aktarım şeklinde paylaşım yoktur ve görsellikle aktarımda bireysel olarak tecrübe vardır. Aldığımız bilgiyi başkalarıyla tecrübe edemeyiz. Neticede görselleştikçe de yalnızlaşan ve bencilleşen insanlar oluveriyoruz. Çünkü bilgi, görsel aygıtlara mahkum oldukça sadece hayran olma güdümüz gelişiyor. Bunda ise ıstırap duygusu olmuyor. Oysa ıstırap bencilliğin önündeki tek gerçek engel. Son zamanlarda dil ve bilgisayar kurslarının dışında sanat tarihi, antropoloji, dinler tarihi gibi daha da uzatabileceğim bir dolu kursların açıldığını görüyorum. Her tür bilgiye evimizdeki bilgisayarlardan bir tıkla ulaşılabilirken, bu tür kursların açılmasını çok sevindirici buluyorum. Günümüzde zamanla yarışan insan, bilgiye ulaşmak için yol kat ediyor, para veriyor ve zaman ayırıyorsa (ki bunlar şehir insanı için ayrı ayrı ıztırap unsuru), bencilliğini kırıyor ve yalnızlığa hâlâ direniyor demektir. Bilgisayarının başında yalnız kalmama çabası modern zaman insanının bilgiyi yakalama adına verdiği en güzel mücadele örneği bence. Bilgilenmek her tiirlü güzel ancak yalnızlaşmadan ve bencilleşmeden olanı daha da güzel. • [email protected] NEVROZUN İZLERİ... Bazıları sürekli olarak kendilerine uygun düşmeyen kişileri bulmakta özel yetenek sahibidirler. Çoğu kez söz konusu olan yalnızca çift değildir: Seçtiğimiz iş, dostlarımız, meskenimiz, ne olduğumuza ve gerçekten arzu ettiğimize denk düşmeyebilir. Bu, sorunun bizi kişisel olarak ilgilendirdiğinin kanıtıdır: ötekinin bununla ilgisi yoktur. Freud'cular buna "nevroz" diyorlar: Hayatımızdaki mutsuzluk ve acıların bir bölümünü örgütleyen kişisel nevrozlar herkesin başındadır. Ne var ki, hep kötülükler yaratmak ve her şeyin iyiye gideceğini reddetmek, sorunu daha derin ve karmaşık duruma sokar. \4 İş dünyasına girmeden son çıkış... Jenny Colgan Ingiltere'de çok satan yazarlar listesinin ilk sıralarında. Ama bunun bir öncesi var. Çalışma hayatını denemiş ama "uygunsuz" olduğuna karar verilmiş. O da çok geçmeden iş hayatının kendisine göre olmadığını anlamış... Eğer siz de çalışma hayatının kurallarıyla çatışıyorsanız elbette bir alternatif var... Kurslar bir çıkış olabilir... îşte Colgan'ın anlattıkları... ir büro işi herkese uygun değildir. Sağlık hizmederinde bir yönetici adayı olarak ne yapmak istediğimi bulmama yardımcı olmak için bana pek çok eğitim ve gelişim imkânı sunulmuş olsa bile, benim için bu kesinlikle uygun değildi. "Ideal çalışma ortamını gözünüzde canlandırın". Bir rehber amirimin böyle dediğini hatırlıyorum. "Neye benziyor? Üzerinizde ne var?" "Aslında, ideali benim oturma odam" dedim. "Üzerimde pijamalarım. Sanırım bir de köpek var." "Bunu daha ciddiye almalısın." Bu, benim temel sorunumdu: Daha ciddiye alamıyordum. Kalite onaylarını, sözleşme üzerindeki işaretlemeleri, tayin bütçelerini ve "insanlara yatırım yapma"yı gerçekten ciddiye alan insanlar görebiliyordum, sadece bunların benle ne ilgisi olduğunu anlamamıştım. B Düzenin içinde kendime bir yer kaptıktan sonra, diğer işe alınanlarla birlikte ilk görev yerimi seçmek için hastaneleri dolaşırken bile bir hata yaptığımın farkmdaydım. Büro pembe boyalı koridorun sonundaydı. Tüm yazı Edinburgh festivalinde, bir tiyatro ekibinde çalışarak ve hayatımın tecrübesini yaşayarak geçirmiştim. "Burası çalışacağınız yer" dedi donuk sesli kadın, dettol kokulu hücreciği gösterirken. Her yerde dosyalar vardı. Ilgilenir sesler çıkararak görev aşkıyla kadını takip ettim. "îşte bu kadar", dedi sonunda. "Sorunuz var mı"? "Hiç, yanlış bir kariyere girmekte olduğunuzu hissettiniz mi?" diye sordum. Kadın kısa bir süre bana baktı ve soruyu cevaplaması kendisine zor geldi. Tanrım, o işten nefret etmiştim. Her pazartesi, o günü göğüslemeden önce en az yarım saatlik bir ağlama seansı için gözden kaybolup tuvalete kaçıyordum. Yönetim felsefesi benim için anlamsızdı, kurumun organizasyonel dokusunun, fark edebildiğim kadarıyla, işin içindeki asıl kadronun (hemşıre ve doktorlar) hastalara nasıl davrandığıyla hiçbir ilgisi yoktu. Ve benim gibi düşünmüyorlardı da; yazımla ve sözünü sakınmaz tavnmla " uygunsuz daha iğrenç ve ahmak bir deyiş var mı bilmiyorum birisiydim". DAHA İYİ BİR ŞEY YAPABİLİRİM... Neticede, bir buçuk yıl sonra, kibar personelden biri bana acıdı ve oradaki bir fırsatı bildirdi. Idari işlerde olsam bile, meşgul, zeki, ilginç insanlarla çalışmaya gitmek çok büyük bir gelişmeydi, ama yine de "anlamamıştım ". Ve nereye gittiğimi ya da ne menem bir şey yapmak istediğimi ya da yapmaya yetkin olduğumu bilmiyordum. Muhasebecilik liyakatımı almah mıydım? Daha yaratıcı bir çizgide daha düşük ücretli bir iş mi amaçlamalıydım? ilk mülakata bile hak ka zanamadan, BBC eğitim kursuna başvurdum. "Sizin Paraşütünüz Hangi Renk" adındaki o aptal kitabı bile satın aldım. Sonunda, 25 yaşında, mağlubiyeti kabul ettim ve ev edindirme kredisi çektim. Geri dönüş olmadığını sanıyordum; gazetecilik kursuna gitmek için hiç şansım yoktu, ya da küçük bir tiyatroda işe başlayıp yılda 11,000 sterlin kazanma şansım da... Eğer şimdi 25 yaşında, hiçbir seçeneği olmadığını düşünenlerle karşılaşsam, içimden onları tokatlamak gelir, ama o zamanlar ben de kendimi çok kıstırılmış ve artık boyun eğmiş hissediyordum. Çıluş yolum akşam kurslanndan geçiyordu. Yaratıcı yazarlık, karikatür ve bana hayat verdiği sonradan anlaşılacak olan standup komedi dersleri aldım. Daha iyi bir şey yapma isteğiyle, bir roman yazmaya başladım. Kısa sürede roman diğer her şeye baskın geldi. Hafta sonları yazmaya girişiyor ve iş sırasında da düzenlemeleri yapıyordum. Pek çok çalışan, personel fazlası nedeniyle işten çıkarıhyordu ve sıradakinin ben olduğu gittikçe açık hale gelıyordu. Böylece romanı yazmak neredeyse benim büro işim haline gelmişti, hatta doğru açıdan bakıldığında iş gibi görünüyordu. Bilgi Işlem Bölümü'ndeki arkadaşım romanımın kayıp bölümünü benim için kurtardıktan sonra bile tüm bunları epey iyi bir sır olarak tuttuğumu düşünüyordum. Ta ki sevimli patronum bir gün çıkagelene kadar. "Hmm, Jenny" dedi, "Sanırım romanını fotokopi makinesinde unutmuşsun". Savunma olarak, roman müsveddemı şirket dışına gönderirken şirkete ait mektup damgalama makinesini kullanmadığımı söylemek isterim. Gerçi işten çaldığım saatler göz önüne alınırsa, bu pek de bir savunma sayılmaz. Bundan sonrası az çok bir peri masalı gibiydi: Gönderdiğim ikinci komisyoncu romanımı beğendi. Üçüncüsü de. Daha sonra ikincisi üstüne aldı ve bir müzayedeye gönderdı. " Amanda'nın Nikâhı" îngiltere'de en çok satan ikinci kitap oldu. Unutmadan söyleyeyim, gönüllü işten çıkarılma teklifini kabul ettim. Biliyorum, etik değil. Ama, eğer sizin de çalışma hayatıyla başınız derttcyse, aşağıdaki sözlerime kulak verin: Bulunduğunuz yerde eğreti kaldığınızı hissediyorsanız, harekete geçmek için bir şey herhangi bir şeyyapın. Akşam kurslan bunun için çok iyi bir başlangıçKeşke o zamanlar "mevkı" kariyerli insan sayısının çok ve değişik çalışma şekillerinin de var olduğunu bilseydim... Keşke hayatımın altı yılını harcamayıp, birkaç kuruş için garsonluğu deneseydim. Böylece gerçekten istediğim şeyi yapabilirdim. Bu bir yarış değil, hiç kimsenin 25 yaşında ev kredisine ihtıyacı yok. Ahlak şudur: Her zaman aşırı ahlaklı olmayın. Bazı durumlarda basbayağı şirketin fotokopi makinesini kullanmanız gerekebilır. • The Guardian'dan çeviren: VOLKAN ARAN
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle