01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 30 EKIM 2005 / SAYI 1023 Sonyaz'dan izlenimler Ataol Behramoğlu KAFKA'NIN KENTİNDE rag'da saat on ikiye geliyor. Eski belediye binasının tarihi kulesinin dibine toplanmış insanlar. Az sonra küçük kapılar açılacak, figürler dışarı çıkacak, çanlar çalacak. Fotoğraf makineleri ayarlanmış, bekleşiyor Amerikalılar, Japonlar ve ötekiler... Birden Arnavut kaldınmı yolda nal seslerı. Kara bir fayton görüniiyor. Üstü açık. Adar kara, melon şapkalı faytoncu da. Sadece yolcuları beyazlar içinde. Gelinle damat, ellerinde çiçekler iki de küçük kız. Kulenin tam dibinde duruyor atlar. Aynı anda çanlar başlıyor çalmaya. însanlar heyecanlanıyor. Bir kıpırdama. Kulenin açılan küçük kapılarından ölümle azizler çıkıyor peş peşe. Yüzlerce fotoğraf makincsi aynı anda birkaç bin fotoğraf çekiyor. Sonra çanlar susuyor. İnsanlar ağır ağır dalıyor kentin sokaklarına. Büyük alana doğru yürüyoruz. Sıra sıra faytonlar, üstü açık tarihi otomobiller gezdirecek Prag'da turfstik müşteri bekliyor. Kocaman binalar, boy boy yüksek sivri kudüğünleri, zengln leler. Insan nereye, ne zaman bakacağını şaşırıyor. Birkaç adım mağazaları, tarihi sonra Paris Caddesi'ndeyiz. Gebinaları da niş bir bulvar, ağaçlıklı. Prag, kocaman, tarihi, süslü, yüz yıllık görebilirsiniz elbet. yapılarıyla insana Budapeşte ile Viyana'yı çok anımsatıyor. HepPrag Baharı'nın si son yıllarda elden geçmiş, baIzlerini sürebilir, kımlı. Altlarında mağazalar, Paris'i aratmayan. Çoğunun sahiKafka'nın binin Amerikalı Yahudi olduğuMilena'ya aşkının nu söyleniyor. Demirperdenin kalkmasının ardından 30 bin takibini yapabilir Yahudi Prag'a dönmüş, Hitler'den kaçanların torunları. ya da var olmanın Ahmet Arpad P S onyaz, denir mi, bilmiyorum. Sözlükte bulamadım. Fakat "ilkyaz" denildiğini biliyorum. Can Yücel'in, yanlış anımsamıyorsam bir halk türküsüydü, pek güzel çevirilerinden birinde geçer: Ktrlarda bir ölü ceylan Otlar bürümüş üstünü Genç kızın düşiinde ilkyaz Peşinde bir haylaz oğlan Şiirin devamı da var. Yıllar önceden aklımda kalmış. Belki "ceylan", "oğlan" uyağının özgün güzelliğinden, belki ilkyaz sözcüğünden, belki şiiri oluşturan her şeyin toplamından... Özetle, ilkbahar için ilkyaz denildiğine göre sonbahara da neden sonyaz denilmesin? Belki böylece sonbaharı hüzün dolu çağrışımlanndan da bir ölçüde arındırabiliriz. Sonyaz her şeye karşın, "son" sözcüğüne karşın, yine de bir yaşanmışlık içeriyor... Yaz sözciiğündeki güneş, son'daki kederi hafifletiyor gibi... Büyükada'daki sonyaz güneşi, özellikle de ikindi güneşleri, çocukluğumun Kars'ının güneşlerini anımsatır... Belki de ıssızlığın ve güneşin bir arada oluşundan... Sansı bol, sarıbeyaz bir güneş. Adalılar ve îstanbullular için o sonyaz güneşi yerli yerinde duruyor henüz. Prag'da o akşamı ünlü birahanelerden birinde geçirmek istiyoruz. Wenzel alanına yakın U Fleku'ya gidiyoruz. îç avlular, arka bahçe, kemerli salonlar, uzun koridorlar insan dolu. Çoğu kocaman tahta masalara oturmuş, yer bulamayanlar ayakta. Herkes neşeli, kafayı çoktan bulmuşlar. Bira su gibi akıyor. Dünyada en çok birayı Çekler içiyor. Yanımızda duran yaşlıca, uzun boylu adamın da elinde bira kadehi var. Bize bakıp gülümsüyor. Az sonra sohbete dalıyoruz. Lâf lâfı açıyor. Praglı, fakat yurtdışında yaşıyor. "1968'de terk etmek zorunda kaldım Prag'ı," diye anlatıyor "Artık yaşlandım, son on yıldır sık sık geliyorum doğup büyüdüğüm bu güzel kente". Niçin Prag'ı terk ettiğini soruyoruz. Acı acı gülümsüyor. "Dört Varşova Paktı üyesi ülkenin ordularını peşine takan Rııslar o yıl 21 Ağustos'da Prag'a girmiş, tanklarını Wenzel Alanı'nda üzerimize sürmüştü. Artık nefes alamayacaklarını kavrayan iki yüz bine yakın insan kısa sürede bir yolunu bulup ülke dışına kaçmıştı. Yazarlar, akademisyenler, düşünürler, sporcular..." Sohbetimize boşalan masalardan birinde devam ediyoruz. Bugün Prag'da komünizm artık müzelik olmuş! Na Prikope Caddesi, 10 numarada, McDonalds'a birkaç adım ötede müzesi var... CAFE LOUVRE'DA GEÇMİŞ Prag'a gelip de kahvelerine, daha doğrusu kıraathanelerine uğramamak olmaz. Komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan bu mekânların düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu hissediyorsunuz. Kent merkezinden geniş Narodni Caddesi'nde yürüyüp Moldau kıyısına doğru uzanırken mutlaka Cafe Louvre'a bir uğramalı. 1902'de kapılannı açan, özellikle iki savaş arasında üst sınıf Praglıların, filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve halivakti yerinde hanımların da uğrad^ı Cafe Louvre güniimüzde geçmişi anımsatıyor. BrodKafka ikilisinin de sık sık düzenlenen edebiyat toplantılarına katıldığı Louvre 1992'den bu yana yine eski şıklığına dönmüş. Narodni Caddesi'nde yolunuza devam edip, nehir kıyısına vardığınızda Lejyonlar Köprüsü'nün girişinde Cafe Slavia'nın geniş salonları sizi davet ediyor. Nazik garsonların getirdiği içkinizi yudumlarken kocaman pencerelerden ağır ağır akan Moldau'yu, üzerinde dolaşan gezinti gemilerini, Karl Köprüsü'nü, karşı kıyının yemyeşil yamaçlannı ve kente hâkirrî kaleyi, devSt. Veit Katedrali'ni seyrediyorsunuz. Her yönden gelen kırmızı tramvaylar yine her yöne uzaklaşıyor...© dayanılmaz hafifliğini tadabilirsinlz. KAFKA'NIN DÜNYASI... Az sonra sokaklar daralıyor. Franz Kafka'nın dünyasına giriyoruz. Güney Bohemya'dan gelip Prag'a yerleşen Hermann Kafka'nın oğlu Franz yaşamını Yahudilerin gettosu Josefov'da geçiriyor. Praglı yazarlar Jarovlas Hasek ve Egon Erwin Kisch dostları. Fakat Kafka hep bu çevrenin içinde kalamıyor. Prag'ın başka semtlerinde ya^ ^ şıyor. Bu arada birkaç yılını Prag kalesinin gölgesinde uzanan Simyacılar Sokağı 22 numarada geçiriyor. Sonra yine taşınıyor, bir başka yere, nehre yakın havasız ve rutubetli iki odalı bir yere. Zamanla hastalığı ilerliyor. Prag'ı uzun süre için terk ediyor. 1924 yılında Viyana yakınlarındaki Kierling'de öldüğünde 41 yaşında. Prag'ın Zelivskeho mahallesindeki Yeni Yahudi Mezarlığı'nda yatıyor. Moldau kıyısında nıüzesi var... Eski gettonun sokakları dar, karmakarışık, düzensiz. Bir Franz Kafka heykeli. Kara. Dibinde, çiçekleri çoktan solmuş bir çelenk. Az ötede eskiyeni sinagog, iki saatli belediye binası, altı yüz yıllık bir mezarlık. 14391787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste. Şu sıra on iki bin taş sayılıyor diinyanın bu en eski Yahudi mezarlığında. Gettodan çıkıp, nehre doğru hızlı adımlarla yürüyoruz. Az sonra Karl Köprüsü'nün girişindeyiz. Kalabalık mı kalabalık burası. Turistten geçilmiyor. Satıcılar, ressamlar, müzisyenler, caz müziği ile dans eden turistler... Akşam oluyor Prag'da. Karşı tepede yükselen St. Veit Katedrali'nin sivri kuleleri arasında kıpkırmızı. î Sonbahar hüzünlerine bürünmek için henüz erken... Fakat bu sonyaz , îstanbul'dan uzakta yaşadığımız başka yaz sonu güzellikleri şimdiden anıya dönüştü bile... Öncelikle MilasÖren... Gökova Körfezi'nde, Melih Cevdet Anday'ın adıyla özdeşleşen bu sahil kasabası, orada, kumsalda, henüz açılmamış bir deniz kabuğu gibi ışıldıyor... Hiç açılmasın diyemem, ama çok açılmasını da dilemem. Çok yıllar öncenin AntalyaKemer'i gibi... Eylül denizinin ılıkserinliği, bitki örtüsünün görkemi, insanlarımn insancalığıyla... Cumhuriyet okurları ve yakınları önümüzdeki yaz ve belki yaz sonu için, MilasÖren'i, orada da Haluk Otel'i ( Deniz Yıldızı'nı ve başkalarını da) şimdiden mimlesinler derim... Mimlesinler ki MilasÖren yağmacıların, fırsatçıların eline düşmesin, Melih Cevdet Anday'a, oradaki evine ve anıtına yaraşırca sürdürsün yaşamını... 2005 sonyazından bir başka unutulmaz anı, Mersin'den, uluslararası müzik festivalindendi. Tam da Fransız parlamentosunda bir grup sağcı parlamenterin ülkemize sövgüler yağdırdığı bir sırada Mersin Kültür Merkezi'ni hıncahınç dolduran sanat severlerle, Gürer Aykal'ın efsanevi yönetiminde Bilkent Senfoni Orkestrası'ndan Batı'nın ve ülkemizin büyük ustalarını dinlemek olağanüstüydü. O büyük ustalardan Nevit Kodallı'yla tanışmak, Aykal'la, Kodallı'yla, sevgili Evin Ilyasoğlu'yla, festivalin önderi Tülay Bardakçıoğlu ve arkadaşlarıyla, bir şölen değeri taşıyan konser sonrası gece yemeklerinde buluşmak ayrıca güzellik ve esin doluydu. Ve Kızkalesi önündeki ekim denizi... Akdeniz'le ve 2005 yazıyla vedalaştığımız o sonyaz denizi, bir şiirin en güzel dizesi gibi, ışıltısını sürdürüyor, sürdürecek... • Bayram coşkusunu yaşamak... Aylin Kotü e güzeldir bayramlar, hele bir çocuk için. Çocukluğuma dair en güzel anılarım bayramlar. Bir çocuğun ileride sağlam bir kişiliğe sahip olmasında, iyi anılannın çok olmasının büyük etkisi olduğuna derinden inanıyorum. Aslında çocukken yaşadığımız bu güzel anıları farkında olmadan yaşayıveriyoruz. Bu tıpkı elindekinin değerini bilmemek gibi bir şey. Oysa yetişkin olduğumuzda o anıların güzelliği ve çokluğu ruhumuzu besliyor, bizi duygusal olarak tatmin ediyor. Bu konuda arkadaşlarıma göre bir parça daha şanslıydım. iki kültürlü bir evde büyüdüm. Noel ve paskalya gibi şeker ve kurban bayramları da kutlanırdı evimizde. Şanslıydım; hazırlıklar, hediyeler, heyecanlar, tatlı telaşlar daha fazla olmuştu hayatımda. Tabii annemle babamın birbirlerine olan derin saygılannı, ancak yıllar sonra büyüdüğümde tahlil edebildim. Annemin Protestan olmasına rağmen ramazanda, gündüz dışanda yemek yememesi, babama gecenin bir vakti kalkıp sahur hazırlaması, bayram N ziyaretleri, kurban bayramında diğer yengemlerle mutfağa geçip kavurma hazırlaması, babamın annemin her noeline özen göstermesi, noelden önceki dört pazar onunla özel yerlere gitmesi benim için çok normaldi. Ama hayat her şeyi olduğu gibi bunun normal bir şey olmadığını öğretti. Hatta son yıllarda bu uğurda terörün bile yapılabildiğini öğretti. Meğer ne lüks içinde bir çocukluk geçirmişim de haberim yokmuş. Mahallede en sevdiğim esnaf bakkal Garbis Amca'ydı. Annem beni her bakkala gönderdiğinde bana mutlaka şeker verirdi. O yaşlardaki bir çocuk için bundan daha güzel kalp kazanma yolu var mıydı? Tabii benim dönemimdeki çocuklardan bahsediyorum. Şimdi bir şekere kanacak çocuk bulmak oldukça zor. Bir de Cumhuriyet Bayramı vardı benim çocukluğumda farklı hazırlanan, okullarda harıJ hanl hazırlıkları yapılan. îlkokul öğretmenim Atatürk âşığıydı. Her 10 Kasım'da ağlardı. Idealistti, ilkeleri vardı. O yüzden bizim sınıf ayrı bir hazırlanırdı 29 Ekimlere.Evde de ufaktan bir telaş yaşanırdı. Çünkü 29 Ekim'de her yer kapalı olurdu. Açık tek bir bakkal bulamazdınız. Ekmek bile akşamdan alınırdı. 29 Ekim en büyük bayramdı, hiç çalışmak olur muydu? Ulusça yaşardık o coşkuyu, yüreğimizde hissederdik. Oysa 29 Ekim şimdilerde neredeyse sabahları 15 dakikalık törenlerle geçiştiriliyor. Her yer açık. Şimdilerde dini bayramlarda hiçbir yer kapanmasın deniyor, kampanyaya çağrılıyor herkes. 29 Ekim'de de birçok yer açık. Oysa ulus olarak en büyük bayramımız ve sadece bir gün. Düşündüm; geçmiş yıllarda dini bayramların tatilleri birleştirildi ve dokuz on günlük bayramlar halini aldı. Acaba onlar tatil olmayan günlerle birleştirilmese de üçdört günlük bayramlar olarak kalsa. Ama bunun yanında bizler bir günlük Cumhuriyet Bayramı'nı yaşasak ve hissetsek. Kapalı olsa bir günlüğüne her yer ve hepimiz bu bayramı kutlasak. Sadece resmi törenlerle değil halkın da katılacağı şölenlerle en büyük bayramın coşkusunu yaşasak. • [email protected] I
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle