01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 PAZAR SÖYLEŞİLERİ 16 EKİM 2005/SAYI1021 Prof. Dr. ACAR BALTAŞ Beden dili, duyguların dış dünyaya yansıtıldığı bir araç. Sözlerimiz de aynı amaca hizmet eder, ancak bedenimizi daha az kontrol edebiliriz. Bu diplomaside de böyle. Diplomaside, ortak bildirilerde iki tarah da tatmin edecek formül bulunana kadar çaba harcanır, her bir kelimenin anlamı vardır. Bu anlamda sözel olarak büyük bir kontrol hâkimdir. Bu beden dilinde de büyük oranda böyledir. 3 Ekim görüşmelerinde Ingiltere Dışişleri Bakanı Jack Stravv'un Abdullah Gül'ü coşkuyla karşılaması hem bu işi ıçin büyük çaba sarf etmesi nedeniyle coşkunun ifadesi hem de diplomatik bir mesaj olabilir. Yani hem saatlerdir uğraştığı bir sorun tatlıya bağlandığı için duygularını ifade etmiş hem de "Hoş geldiniz" vurgusunu daha güçlü yaparak mesaj vermiş olabilir. AB toplu resimlerinde ve diğer "aile fotoğraflarında" genelde kimin nerede duracağı bellidir. Bu belirlemenin nasıl yapıldığını tam olarak bilmiyorum, ama fotoğraflarda yüz yüze olmaları, birbirine dönüklükleri de birer mesajdır. Zaman zaman diplomatların, diplomasi diline pek de uymayan mesajları vardır. Beden dilinde de bizim "sızıntı" diye tabir ettiğimiz durumlar olabilir. Bunun nedeni, getirildiği pozisyona hazır olmama, yeterince hazırlık yapmama, konsantrasyon eksikliği ya da yorgunluk olabilir. Bence diplomat eğitiminde, bu başlık altında bir eğitim kullanılmalı. Bu eğitim aynı zamanda bir içgörü ve kontrol kazandırır. Insanlar nerede "sızıntı" olduğunu anlarlar, bu sayede ve istemedikleri, amaçlamadıkları mesajları vermemiş olurlar. AB ile beden dili uyumumuza gelince. Doğu kültürüyle olduğu kadar radikal farklar yok, ama yine de biz birbirimıze daha çok temas ediyoruz. Ancak Avrupa'da özellikle erkeklerin yanak yanağa öpüşmesi, kol kola girmesi ya da el ele tutuşması kesinlikle cinsel yönelim olarak algılanıyor. Oysa bu bizde kaygı paylaşmak, el ele verip dayanışmak ya da samimiyet göstergesi. Bir de başkalarının kız ya da erkek çocuklarını sevmek, dokunmak Avrupa'da büyük bir tehdit olarak algılanıyor. Erkekler çocuklara kesinlikle el süremezler. Bu konuda ısrarcı olursanız, başınız derde girebilir. Müzakereler başladı Ataol Behramoğlu P azar Söyleşileri'nin ilki Avrupa Birliği ile onca beklencn "müzakere"lerin başladığı bir tarihe rastladı. Böylece ilk "söyleşi"mizin konusu ve başlığı kendiliğinden belli oldu... Öncelikle, neden Pazar "Söyleşi"leri? Bizde bu söyleşi sözcüğü bir süredir lngilizce "interview" karşılığında kullanılıyor. Daha önce, yanılmıyorsam, görüşme deniyordu. Bundan başka, yazı dilinden çoktandır kalkmış gibi görünen "sohbet" diye bir sözcüğümüz daha var. Dostça, arkadaşça bir karşılıklı konuşma anlamına geliyor. Ben bu Pazar Söyleşileri'ni, pazar sohbetleri diye düşünüyorum. Gerçi konuşan sadece ben olacağım. Fakat okurla daha yakın, daha sıcak iletişim duygusu içinde... Gerçekten söyleşiyormuşuz gibi... "Pazar Söyleşileri"nde beni o anda ilgilendiren her konuya değinmek istiyorum. Dilden şiire ve sanata; günlük yaşamlarımızın küçük sorunlarından toplumsal ya da kişisel yaşamlarımızın daha karmaşık, daha büyük sorunlarına kadar her şeyden söz etmek. Bu arada okurların mektuplarını, konu önerilerini, değinilerini, eleştirilerini de önemle bekleyerek. Bu yazıların genel başlığı içinde yer alacak "söyleşi" sözcüğünden ne anladığımı böylece açıklamış oldum. Gelelim "müzakere" sözcüğünün içeriğine... "Müzakere" dilimizde, konuya ilişkin olarak AB belgelerindeki tngilizce "talk" (konuşmak, görüşmek) sözcüğünün karşılığında kullanılıyor. Fransızlar, Ingilizcede de bulunan "negociation" sözcüğünü yeğlemişler... Yani, görüşme, tartışma... Sözcüğün bir de ikincil anlamı var: Pazarlık... Bu ikincil anlam söz konusu olmasa, "müzakere" yerine, daha sıcak, açık, AB'NİN BEDEN DİLİ KRİTERLER Özgür Erbaş AB ile müzakerelerin başlamasına karar verilen 3 Ekim, diplomatik arka plan açısından enine boyuna irdelendi. Ancak Ingiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw'un Abdullah Gül'ü coşkuyla karşılaması, ikisi arasında bir türlü sağlanamayan uyum, Devlet Bakanı Ali Babacan'ın arkada kalması ve daha pek çok ayrıntı müzakere heyecanıyla görünmez hale geldi. Oysa tüm bunlar, beden dili alanında okunabilen ifadeler. Peki bunlar tam olarak ne diyor? Ya AB'nin beden dili kriterleri neler? Beden dili uzmanları sorularımızı yanıtladı. Görünen o ki Avrupalıları ikna etmemiz gereken ilk konu, saydam ve Türkçe "görüşme" sözcüğünün kullanılmasını yeğlerdim. Fâkat bu durumda "müzakere", özellikle "pazarlık" kavramının üstü örtülü ve kibarcası olarak yerini bulmuş sayilabilir... Dil konusunda söyleşmeyi bırakıp konunun içeriğine dönersek, Avrupa Birliği'ne katılmamız konusunda heyecansız olduğumu söyleyemem. Fakat şu "pazarlık" kavramı heyecanımı gölgeliyor. Pazarlık, sonuç olarak bir alışveriş, bir tecim olgusu olduğuna göre bir şeyler alınacaksa bir şeyler de satılacak demektir... Ülkemiz adına bu pazarhğı yürütmekte olanların kimlikleri ise "Avrupalı olmak" heyecanımı gölgelemekten deöte, karartıyor... Benim bildiğim ve inandığım en önemli değer, bireyler gibi ülkelerin de ancak kendi ayakları üstünde, kendi güçlerine güvenerek, kendi istençleriyle var olabileceğidir. Insan kendi ayakları üstünde nasıl durabilir? Her şeyden önce soru sorarak, irdeleyerek, kuşku duyarak, kendisine sunulanı sorgusuz kabul etmeyerek, kısaca kafasını çalıştırarak. Kimi aydınımız kendi ülkesinden o kadar bıkıp yılmış, kendi ülkesinden öylesine umudu kesmiş ki Avrupa Birliği ile tam üyelik "pazarlık"larına başlanmış olmasını bile bir can simidi, kurtarıcı bir umut olarak görüyor. Halkımız ise öncelikle geçim derdinde. Avrupa Birliği ve "müzakere" sözcükleri bana nedense Orhan Veli'nin Temmuz 1939 tarihli "Rönesans" adlı şiirini anımsattı: Yarın nbtıma gitmeli, Rönesans çıkacak vapurdan, Bakalım, nasıl sey Rönesans? • Kılıgı kıyafeti nasıl? Şık mı, sünepe mı? Siyasi mi, bastonu var mı elinde? Yoksa kâküllü, hıyıklı Hokkabaza mı benzıyor? Ambardan mı çıkacak, kamaradan mı? Yoksa atesçifilan mı? Çalışarak mı geliyor gemide? Günümüzün "Rönesans"ı Avrupa Birliği ile müzakerelerin başlamış olması, zengini daha zengin yapmaktan ve kuru laftan öte, çalışan insanımıza, emeğe, alın terine bakalım neler kazandıracak? • kucaklaşmanın eşcinsellik göstergesi olmadığı. AHMET ŞERİF İZGÖREN Diplomatik beden dilinin ne olduğuna ve nasıl kullanıldığına dair en iyi örnek, BBC, ABD'nin Irak'a girmesinden kısa bir süre önce ABD Başkanı George Bush'un yayin hazırlıklarını yanlışlıkla gösterdiğinde ortaya çıktı. Yayının başladığı söylenmemişti ve Bush'un saçları taranıyordu. Şakalar yapıyor, gülüyordu. Sonra yayına geçildiğini söylediklerinde derhal hazırlandı, yüzüne üzgün ve ciddi bir ifade verdi, "Biliyorum insanlar ölecek, ama bunu özgürlük için yapıyoruz" dedi. Bunun dışında, George Bush, bir devlet adamıyla görüşecekse danışmanlar gelip fotoğrafm ayakta çekilip çekilmeyeceğine, arka planın nasıl olacağına karar verirler ve Bush hep sağ tarafta olur. Çünkü fotoğraf gazeteye basıldığında sağ taraf ilginin daha çok yoğunlaştığı yerdir. Genellikle lacivert fonda konuşur çünkü bu renk, güç, resmiyet ve ciddiyet göstergesidir. Hatta AB bayrağının rengi de bu açıdan anlamlıdır. Ancak kültürel farklar vardır. Doğuya gittikçe kırmızı, Batı'ya gittikçe mavi artar. Türkiye'de yöneticiler hem bu konularla yeterince ilgilenmiyorlar hem de kalifiye değiller. Örneğin Mesut Yılmaz, Devlet Bahçeli ve Bülent Ecevit mermerin önünde toplantı yaparlardı. Oysa bunların ne kadar önemli ayrıntılar olduğunun farkında değiller. Ancak Tayyip Erdoğan bunu çok iyi kullanıyor ve insanlarda güven duygusu yaratıyor. Ama Tony Blair ve Jack Chirac en iyi örnekler, bence. Hatta Chirac'ın bütün fotoğrafları Mitterand'ı andınr. Ensesi arkada ve burnu hafif havadadır. Acemlertn birinin kendisine tepeden baktığını anlatmak için "Bana gıdığını gösterdi" sözü vardır. Bu duruş tam da bunu anlatır. Avrupa'nın beden dili kriterlerinde bizi en çok temas sıklığı zorlar. ABD'den Fethiye'deki köy düğününe gelen bir ABD'li "Türkiye ABD'nin çok ilerisinde. Pek çok tabuyu aşmışsımz. ABD'de iki lezbiyen bu kadar rahat asla dans edemez" demiş. Uçak gemisindeki bir subaydan aldığım el rehberinde, "Türkiye'de insanlar birbirine çok sarıhr. Bu çok rahatsız edicidir. Ancak bu eşcinsel olduklarını göstermez, kültürel bir özellik" yazıyordu. Yine de bence önümüzdeki yıllarda, kültürel bir beden dili farklılığı kalmayacak. Eğitime gittiğim yerlerde 4O'lı yaşlardakilere "hayır" deyin dediğimde, kafalarını arkaya atıyorlar. Oysa 20'li yaşlarındakiler tıpkı ABD'li ya da Avrupalılar gibi kafalarını iki yana sallıyorlar. Bu da beden dilinin tek tipleştiğini gösteriyor ki, bence çok büyük bir tehlike. Hissetmek önemlidir... Aylin Kotil D ünyadaki insan sayısı ne kadarsa o kadar da insan karakteri vardır diyebiliriz kabaca. înce eleyip sık dokumazsak. Çünkü her insanın da kendine özgü bir karakteri ve yapısı vardır, başkalarından onu ayıran. Dünyanın bir ucundakiler, eğer ellerinde çok büyük bir güç yoksa (ABD Başkanı gibi), dolaylı olarak bile yaşantımızı pek ctkilemezler. Bizi etkileyenler daha yakın çevremizdekilerdir. tşyerinde birlikte çalıştıklarımız, evde beraber yaşadıklarımız, akrabalar, arkadaşlar, bazen de tiyatro, sinema, dolmuş, otobüs gibi araçlarda kısa da olsa aynı ortamı paylaştıklarımız. Kısa anlarda birlikte olduklarımız ve sonra bir daha görmeyeceklerimiz de bizi çok etkilemez. Etkileseler bile bu anlık bir etkidir ve genellikle kalıcı olmaz. Yakın çevremizdekiler ise bize, hayatımıza neredeyse yön verirler. Kimisi bizde çok saygı uyandırır. Yaptıklannı sessizlik içinde takip ederiz. Kimisinin bilgisine kapılırız. Saatlerce konuşsa da dinlesek deriz. Kimiyle sadece eğlenmeye çıkarız. Çok iyi eğlence arkadaşı olurlar. Kimilerine dost deriz, sık görüşmesek bile her zaman kaldığımız yerden devam ederiz. Kimileri de bizi çıldırtmak için yaratılmıştır. Sabrımızı zorlarlar, ama şartlardan dolayı hayatımızın içinde olurlar kopamayız. Kimilerini ise eğitiriz. Öyle kalemdefterle değil, hareketlerimizle. Bazen hissettirerek bazen hissettirmeyerek. Ama öyle ya da böyle etrafımızdakilere karşı bir duygu besleriz. Saygı, güven, öfke... Kimilerine misyon yükler, kimileri için de misyon yükleniriz. Ancak tüm bu duyguları hissettiklerimizin dışında bir grubun daha olduğunu fark ettim. Bu fark ediş beni biraz ürküttü. Çünkü bende hiçbir his uyandırmayan, benim için hiçbir anlamı olmayan insanların olabileceğini hissettim. Varlıklarıyla yokluklarınm bir olduğu insanlar. Bu, bende öfke uyandırıp yanımda olmamasını istediklerimden daha dehşet bir durum. Düşünsenize, yakın , çevrenizde biri var, iyikötü belli bir zamandır tanıyorsunuz ve sizde hiçbir his uyandırmıyor! Onlar için üzülemiyor ve sevinemiyorsunuz. Duygu yüklenmek ve duygu yüklemek, olumlu da olsa olumsuz da olsa insan olmamızın, insan gibi hissetmemizin araçları. Ben de kendi kendime karar aldım, öfkelenip keşke hayatımda olmasalar dediklerimden uzaklaşmayacağım. Çünkü kızmaya ve öfkelenmeye de ihtiyacım var. Ancak bende his uyandırmayanların teşhisini koyup onlardan uzak duracağım. Gülüpağlayıp, neşelenipkızıp, öğrenipöğretip ve hatta saygı duyup, güven duyup, insan olduğumu hissetmeye devam etmek istediğim için. 0 [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle