05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ÖYKÜDENLİK… Sürdürülebilir bir dünya için edebiyat... Dünyayı kuşatan ağır sorunlar, kuşkusuz bütün edebiyatı, türleri çeşitleriyle öteki sanat alanlarını derinden etkiliyor. Bu arada olgu ekoeleştirel bakışı geliştirirken böylesi ana sorunsallar karşısında yazınsal kurmacalar da giderek kol kola giriyor. İ çinde debelendiğimiz, kabaca yüzde doksan beşi bilinmezlerle örülü bu evrende, sakalı kapitalizme kaptırıp neredeyse kendimizden geçerek el birliğiyle yok etmeye giriştiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Sayın ki, evrenin bir dalına tutunmuş, yaşamaya çabalıyoruz. Ama Hoca Nasrettin’in pek güzel gösterdiği üzere, bindiğimiz dalın üzerinde onu kesmek için testereyi sıkı sıkıya tutmuş iştahla bekleyen zavallılarız. Böyle bir fotoğraf karesinde yine de umut yok değil. Öyle ya son birkaç on yıldır sorunsal olarak yoğun biçimde gündeme getirilen sürdürülebilirlik, tür çeşitliliği, yenilenilebilir enerji vb. başlıklar çevresinde ısrarla farkındalık yaratılmaya çalışıldığı bir gerçek… Öte yandan yine bununla örtüşen bakışla mitolojik hikâyelerden menkıbelere, Gılgamış, Homeros vb. ilkçağ metinlerinden Nuh söylenine, kutsal kitaplara, daha yakın zamanların Binbir Gece Masallarından Decameron’daki hikâyelere, Yunus’tan Shakespeare’e, Cervantes’e, daha nicesine tümünün kanonik değerlere yaslanan bir sanat kavrayışı temelinde yükseldiği görülebiliyor zaten. SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR EKO EDEBİYAT DÖNEMİ Alan olarak insanlığın yaşamında geniş yer tutmaya başlayan ekoeleştiri, işte tam böyle bir evrede daha net, keskin bakışlarla yolumuzu aydınlatmaya koyulmuş durumda. Böylelikle hem ekoen bir edebiyatın ortaya çıkıp gelişmesi, hem bu yönde kendisine daha geniş bir beslenme alanı yaratabilmesi anlamında kuramsal zemin oluşmasının, alana dönük verimlerin estetik değerce yükselmesinin önü alabildiğine açılıyor. Nitekim son olarak Zeynep Göğüş’ten okuduğum Zeytin Kuşu (Everest, 2019) adlı roman, işte bizi bir kez daha bu karmaşık sorunsalla yüzleştiriyor. Daha önceleri Buket Uzuner, Aslı Perker vb. yazarlar, kimi romanlarıyla ekoeleştirel bir estetik somutlayış getirmemiş değildi. Toplumsal altüst oluşlar, göçler vb. sorunsallar da yine aynı şekilde Ayla Kutlu, Gülseren Engin vb. yazarların romanlarında kendilerine geniş yer bulmuştu. Son olarak bunlara Zeynep Göğüş de Işık Ülkesinden (Everest, 2018) adlı romanıyla katılmıştı bana göre. Zeynep bu kez ekoen bir romanla geliyor önümüze. Kurmacada bu tür sorunsalları herhangi roman çatısı içinde işleyip tezli roman yazmak, kuşkusuz kimi sorunlarla da yüz yüze getirebiliyor yazarı. Özellikle yazınsal dil/mantık bağından kopup iletişim dili/mantığı düzlemine kayma türünde bir tehlikeden söz edilebilir ilk ağızda. Buna eklemlenebilecek öteki tehlike yine bunun kadar can alıcı; anlatıda sorunsalın yazınsal izlek yönünde işlenilmesinden uzaklaşılıp çizgiselliğe kayılması, gerçektenlik duygusunun zedelenmesi. ZEYNEP GÖĞÜŞ’TEN ZEYTİN KUŞU... İkinci Yeni şairleriyle 1950 Öykücü Kuşağı yazarları dışında kalan ama 1950’lerde üçüncü ana gövde olarak döneminde çok sayıda ürünle temsil edilen Köy Enstitülü kuşağın kimi yazarlarında bu doğrultuda kopuş örneklerine rastlandığı hiçbir zaman unutulmamalı. Zeynep, Zeytin Kuşu’nda, yerli yerine oturttuğu ana oğul ZetaBulut karakterleriyle bu tehlikeyi savuşturuyor denebilir. Zeytin Kuşu’nda, denize kıyı Zeytinliköy’ün “verimli tepeleri(in)de”, “mermer ocağı açmaya kalkış(an)! (14) kıyımcılarla, zeytinliklerini korumak için çabalayan köylüler arasında yaşanan gerilim, çatışma odaklanıyor. Bu işin başını da ki bir sanat koleksiyoneri çekmektedir üstelik. Zeta bu köydendir. Başlangıçta Balkan göçmeni yoksul bir ailenin “Ye ter” adlı son kızıyken, “kâhyalığını yaptığı zeytinliklerin eski sahibi ölünce arazileri mirasçılardan peyderpey topla(yan)” (24) bir baba aracılığıyla bunların sahipliğine soyunmuş mülkiyeli oğul Nuri’yle aşk evliliği yapıp onun taktığı adla “Zeta” olmuş, sonrasında felsefe bölümünü de bitirmiş bir kadın. Ancak Zeta, kendisinden yirmi yaş büyük Nuri’yi yitirmiştir, oğlu heykeltıraş Bulut’la ana oğul olarak kıyı köy arasında yaşamlarını sürdürür. Bu arada kıyıda ayrıca “kentsel dönüşüm”le boğuşmaktadır ikili. Zeytinlikler arasındaki taş evde yaşayan bir yazarın konukları aracılığıyla direnişçilerin bu halkaya katılması gecikmeyecektir. Sökülen zeytin ağaçları başında gelişen direnişe duyarlı eylemciler, sosyal medyayla birlikte olayı köpürtecek, katılanlar “boynunda yeşil atkılar” (126) Zeta’ya “destansı rol” (61) biçmekte gecikmeyecektir. Yapıtta zeytinin mitik öğeye dönüşmesi, anlatının âdeta bir zeytin ritüeli çevresinde sürdürülmesi romandaki başarıyı köpürten önemli bir öğe. Öte yandan romanın özellikle ZetaBulut aracılığıyla ana oğul ilişkisine dönük psikolojik oluntular temelinde akarken Zeta’nın, “Nuri’den sonra abuk sabuk adamları (da) hayatına sokması” (82), kocasının arkadaşı bir gencin “kalp atışlarını hızlandırm(ası)” (116), yaşadığı bu farklı ilişkilerle Bulut ve sevgilileri arasında kurulan bağ, yaklaşım, yapıtı alabildiğine yükseltiyor. Yanı sıra farklı okuma zenginliği de sunuyor ayrıca. Çizgiselliğe kaymasa gerçektenlik duygusunu yitirmese bile dolgu ayrıntı yığışması, olup biten ne varsa tümünün aktarılmaya çalışılması romanı zaafa uğratmıyor değil. Demek yapıt, eksilti, sıçrama bakımından gerekli yoğunluktan, kıvamdan görece uzak. Sözgelimi Nuri’nin yaşamındaki kimi belirsizliklerin aslında anlatıya kıvraklık kazandırdığını görebilseydi yazar, örtük tutma gibi yaklaşımların romana yükseklik kazandıracağını kestirebilirdi pekâlâ. Yine de sevgiyle okunan, ekoeleştirel tavrı, ekoen yapısıyla dikkati çeken bir roman Zeytin Kuşu. n Kadri Öztopçu; “Kimsenin Bilmediği İnsanlar”… Ö yküde kendisine yer açmayı başarmış yazarlarımızdan Kadri Öztopçu, son öykü kitabı Kimsenin Bilmediği İnsanlar’da (Can, 2019), Zeynep’in Zeta karakteriyle roman evrenine taşıdığı ekoeleştirel tutumu bu kez yaşamın kıyısına atılmış kişilerden kesitlerle öykülerine taşıyıp bunlar aracılığıyla sorunsalın bu yanıyla bir kez daha yüzleşmemizi sağlıyor denebilir. Sıcak, kavurucu öyküler Kadri’nin verimleri. Hüzünlerle yumaklanırken kara anlatıya kaçmayan, buruk gülümsemelere yol açmaktan da geri durmayan anlatı omurgası kuruyor yazar, yaşamın kıyısındaki bu insanlarla. Dengede, eksiği fazlası bulunmayan, kendi doygunluğunda kayan öyküler. Gerçekten de “kimsenin kimseye (‘ölümden başka’) sunacağı hiçbir şey yoktu(r)”. (25) “Hayat, sanki sert bir poyraz, söylenememiş sözcükleri, dışa vurulamamış duyguları, es geçilmiş, kaçırılmış güzellikleri belki de, önüne katmış esmektedir, o ıssızlıkta.” (97, 98) Kadri, öykülerini “Kör Kuyularda”, “Kimsesiz Yollarda” başlıkları altında toplarken bunların ortasına “Kısa Bir Ara” başlığıyla öykücükler yerleştirmiş. Nalan Barbarosoğlu’nun daha önceleri kitaplarında böyle bir yoldan gittiğini atlamış. Ama yine de kimsenin bilmediği bu insanlar, sürdürülebilir bir dünyanın öteki canlılarının yok oluşuna benzer bir kaderi paylaşırken içimizde bu yönde tortu bırakıyor. Okuyun içli birer şiir gibi örüntülenmiş bu öyküleri, seveceksiniz. www.sadikaslankara.com, her perşembe öyküroman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor. 12 6 Şubat 2020
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle