25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

msaslankara@hotmail.com www.sadikaslankara.com Görünmüyorum, o hâlde yokum... Varlığını kanıtlamanın tek yolu görünür olmak mıdır? Başka yolları yok mudur bunun? Görünürlük, kalıcılık sağlar mı peki? Aristoteles, “konuş ki seni görebileyim,” diyordu da neyi anlatmak istiyordu? İnsan varlıkla yokluk arasında bu yaşamın neresinde? Yazınımızın büyük değeri Kâmuran Şipal’e saygıyla, sevgiyle… Y azının başlığı, Tayfun Atay’ın o harika kitabına verdiği addan geliyor: Görünüyorum O Halde Varım / ‘Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan (Can, 2017). Atay, nicedir farklı başlıklar altında dillendirilen toplumsal hastalığımız olan bu çılgınlık hâlini âdeta masaya yatırıp neşterliyor. Çok değil elli yıl önceleri geleneksel nitelikte hatta mahallelik olgusu nedeniyle içe kapalı yaşanan, daha dar ama daha doğal, ötesinde doğayla bütünlüklü hâlde sürdürülen yaşam, “toplumsal yaşam biçimi” olmaktan çıktı da hayal bile edilemez oldu artık. Kimi yapıtlarda, önceki yaşamdan yazarların anlatılarına sızan serpintilerin hâlâ bu bağlamda değerini koruması da ilginç. Sözgelimi Ayfer Tunç’tan Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek / 70’li Yıllarda Hayatımız (2001), “Ömür Diyorlar Buna” (Can, 2007), Can Kozanoğlu’ndan Acemi Eğitimi (2005), Yalan Yıllar (Can, 2015) vb. yapıtlar birlikte süpürdüğümüz bu “görünmez görünür” yıllarımızın verileriyle bezeli. Değişen zaman içinde yaşanan çevrintiler, hem Tayfun Atay’ın yapıtında hem de görece Can Dündar’ın Yıldızlar / 2000’lerin Popüler Kültür İkonları (2004) türündeki “yardımcı” kitaplarda gözden geçirilebilir. Sonunda gelinen yeri özetliyor zaten Tayfun Atay. “Andy Warhol’un, ‘Bir gün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak’ öngörüsünün âdeta gerçekleştiği günlerin içindeyiz,” notunu düşüp ekliyor: “Meşhur olmanın yolu da gözler önünde olmaktan, yani ‘görünmek’ten, dolayısıyla (televizyonu, Facebook’u, Instagram’ıyla) ‘ekran’lardan geçiyor.” “Görselliğin her şeyin önünde ve üstünde yer aldığı, görünmenin ve görünür kalabilmenin temel düstur hâline geldiği, ‘seyrin iktidarı’nın yaşandığı bu çağda, ‘göze gelmek’ sakınılan değil istenen bir şey artık” (16). Atay, “Aslında her şey, nasıl bir hayat yaşadığımızla ilişkili denilebilir,” (43) saptamasının ardından o ironik göndermeyi yapmaktan geri durmuyor: “Her canlı şöhreti tadacaktır!..” (46) Ama “Şöhrette Düşeni Yeme(nin) Kanun” olduğu, herkesin “Ölüm, Adın ‘Şöhret’ Olsun!” “Atları da vururlar,” dercesine ölümüne yarıştığı bir arena bu. GÖRÜNMEZ GÖRÜNÜRLÜK… Cumhuriyet Kitap’ta ilk yazım 11 Mayıs 1995’te okur önüne çıktı. Neredeyse çeyrek yüzyıldır dergimizin yazarıyım. Gazetedeki, o sıra pazarları yayımlanan Cumhuriyet Dergi’deki yazarlığımsa 1989’a geri gidiyor. Ancak yazın kamuoyu yine de, elli yıl önce Cumhuriyet’te 19651967 arasında, “Olaylar ve Görüşler” bölümünün yanında, “Tartışma” başlığı altında yer alan çok sayıdaki yazımdan ötürü duydu sanırım adımı. Örneğin Asım Bezirci, İkinci Yeni Olayı’nda (1974) 1967’de yayımlanan bir yazımı almıştı kaynakçasına. Günyüzüne asıl çıkışımın Cumhuriyet Kitap’la gerçekleştiği kesin. Önceleri de yazınımızın önde gelen dergilerinde yazıyordum sürekli ama 20 Şubat 2003’te “Kitaplar Adası” başlığıyla yazmaya koyulunca çok daha geniş bir kitle, öykülerimle romanlarımdan çok neredeyse bu yazılar aracılığıyla öğrendi adımı. “Köşe yazarı” deniyor ya, bir açıdan bu da vitrinle ilgili, işte bunun yol açtığı algı rol oynuyor bunda. Süreyya Su, “algı” üzerinde de durduğu Güzelin ve Çirkinin Ötesinde / Estetiğin Halleri (Can, 2017) adlı doyurucu yapıtıyla apaçık kılavuzluk yapıyor bu bağlamda. Örneğin şu satırları gelin birlikte okuyalım: “İçinde bulunduğumuz simülasyon evreninde gerçeklikle, hakikatle bağı kopmuş, duyarsızlaşmış insanlarda anlık da olsa bir algı yaratmak, tepki vermesini sağlayacak bir his uyandırmak, sanatın daha fazla ilgi alanına giriyor. Tabii bu arada kapitalizmin kapma aygıtının varlığını da göz ardı etmemek gerekiyor. Kapitalizm, sanatın bu yeni gücünden daha fazla istifade ediyor belki. Sanat aracılığıyla bilinç yönetimi, bilinçaltının manipülasyonu da geçerlidir bugün 1960’lardan bu yana içine girdiğimiz tüketim ve gösteri toplumlarından oluşan görsel dünyada görsel sanatlar merkezi bir konuma yerleştiler” (213). Süreyya Su, Varlık ve Sanat” başlığı altında Heidegger’den kalkarak oluşturduğu yazısında düşünürün, “modern dünyanın teknoloji çılgınlığına ‘yeryüzünün ruhsal çöküşü’nün bir tezahürü olarak bak(tığını)” söyleyip ekliyor. “Ona göre bu çöküş o kadar ilerlemiştir ki ülkeler bu süreçte çöküşü görmeyi ve onu bir çöküş olarak değerlendirmeyi mümkün kılan son ruhsal enerji parçasını da yitirmek üzeredirler” (108). Oysa “kendine özen gösterme ilkesi, Yunanlar için yaşama sanatı bakımından büyük değer verilen temel kurallardan biridir. Tüm kadim felsefede, kendiyle ilgilenmenin, hem bir ödev hem de bir teknik olarak; bir temel kural ve titizlikle hazırlanmış etik yordamlardan oluşan bir bütün hâlinde ele alındığı söylenebilir” (134). BİR ŞİŞME BEBEK OLARAK YAZINIMIZ… Tiyatromuzdaki öncülüğü tam anlamıyla henüz kavranamamış bir yazarımız olarak Aziz Nesin, Çiçu’yu ilk kez 1969’da yayımlasa da 1950’de “Üsküdar Paşakapısı Cezaevinde” kaleme aldığını söylüyor. Altmışyetmiş yıl önce “şişme bebekle” henüz tanışmamışken toplum, Aziz Nesin, büyük öngörüyle bireyin derin yalnızlığını bunun altındaki dramatik gerçekliği gözler önüne sermişti alabildiğine. Şimdi gerek Atay’la Su’yun gerek öteki yazarların vurguladığına benzer kendi yalnızlık batağında çırpınan, çırpınırken ille görünüp var olmak için debelenen bir edebiyatçı kesimi, “kendine özen göstermek” yerine yazın sanatının git gide gölgelenmesine, kişisel “yazar meşhuriyetleri” için her değeri ayaklar altına almaya yeminli hâlde âdeta kol geziyor. Kendi payıma, “Kitaplar Adası”nda on beşinci yılımı doldururken bense şaşkınlık içinde, avanakça bakınıyor, bu arada cümlemizin de Atay’ın güzel göndermesiyle bir gün şöhreti tadacağımıza inanıyorum. Bu yüzden hadi diye kalkındım, biraz da ben görüneyim… Beş yıl önce 14 Mart 2013’te “Kitaplar Adası”nda yayımladığım “Zorunlu Açıklama”yı geri çekme kararı aldım. Şöyle demiştim o notta: “…Şimdiye dek üstlendiğim seçici kurullardaki üyeliklerimin tümünü de artık bırakmış bulunuyorum. Son üç yıldan bu yana hiçbir ödülde seçici kurul üyeliği kabul etmediğim gibi verim alanlarımın hiçbirinde herhangi yarışma için adaylığım da söz konusu değil.” Yok yok, vazgeçtim. Seçici kurul üyeliği, panel, söyleşi, imza şu bu, varım artık. Baksanıza, görünmeyince adamı yok sayıyorlar. Neme gerek, öldü falan derler sonra. İyisi mi, Tayfun Atay’ın o güzel seslenişiyle bağırayım: “Görünüyorum, o hâlde varım!” Not: Sevgili Murat Gülsoy’dan bir ileti aldım, “‘Öykünün’ Hikâyesi…” başlıklı yazıma “ek” bağlamında göndermiş. Biraz uzunca olduğundan, uygun haftada yer açacağım buna. “Öyküdenlik” kalkmadı, son iki yazı uzun olduğu için kaldı ne yazık ki. 8 Mart’ta bu kez salt öyküyle birlikte olalım, ne dersiniz. n www.sadikaslankara.com, her perşembe öyküroman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor. 26 22 Şubat 2018 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle