25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

DERGİLERLE, KİTAPLARLA GEÇEN BİR ÖMÜR... Enver Ercan ve çılgın kaplan Enver Ercan, Yaşar Nabi Nayır’ın mirasını belki de en doğru anlayan isimdi ve edebiyatı bir “hareket” olarak düşünüyordu; kültürel, siyasi, nasıl derseniz deyin bir hareket işte. Metni kâğıda sabitlenmiş bir şey olarak düşünmekten hoşlanmazdı. Dergiler de ansiklopedi gibi rafta durmamalı, hayata karışmalıydı. MEHMET ERTE T emmuz 2002. Varlık Yayınları’nın Çemberlitaş’taki ofisine ilk gelişim. Kafamda tek bir derli toplu cümle yok ama buraya niçin geldiğimi biliyorum: İş arıyorum. O güne dek ikisi Varlık’ta olmak üzere on ikion üç şiirim yayımlanmıştı. Üniversitede fizik bölümünde beşinci yılımdı, bir yıl sonra mezun olacaktım ve öğretmenlik yapamayacağım kesindi, yayıncılık alanında çalışmak istiyordum. Enver Ercan cam masada, bilgisayar başında oturuyor, “Bir sandalye çek” diyor. Odada bir masa daha var, Yaşar Nabi Nayır’a aitmiş vaktiyle; kocaman, eski, üstü kitaplarla, dosyalarla, dergilerle dolu. Etrafta sandalye görmediğim için bu kalabalık masanın önündeki üç küçük koltuktan birini alıp Enver Ercan’ın karşısına kuruluyorum. Aramızda bir metre ya var ya yok, böyle yakın oturucunca hâliyle insan hemen konuya girmesi gerektiğini düşünüyor, sessizlikten rahatsız oluyor ama o bana sormuyor, ben de ağzımı açmıyorum. Aslında ziyaretçilerini hemen konuşturan, sorular soran, hikâyeler anlatan hoş sohbet biri olduğunu ileriki günlerde, aylarda öğreneceğim. O gün karşılaştığım portresi kendisine bir hafta kadar önce telefon ettiğimde sesinin bende uyandırdığı fikirle tamamen uyum içinde: “Ağır” bir adam. Sonradan yıllarca tanık olacağım üzere o masada Enver Ercan dikkatle şairyazarlardan, okurlardan gelen epostaları okuyordu, bu onun en önem verdiği işlerden biriydi, arıyordu çünkü yeni şairi, yeni yazarı, dergide işlenecek yeni dosya konusunu, yeni ne varsa onu. Bir söyleşisinde dediği gibi “rahat bir insan değil”di, “üstelik hep canı sıkılır”dı, ille yeni bir şey bulmak, onun peşinden koşmak zorundaydı. Bir editörün asıl işinin yeniyi bulmak olduğunu düşünüyordu ama yeniyle her gün karşılaşılmayacağının da farkındaydı, yine de bu hedeften vazgeçmemeliydi. Herkes tanınmış şairlerden, yazarlardan metinler alarak “toplama” bir dergi çıkarabilirdi. Özgün olma imkânına sahipken “merkeze oynayan”, sayfalarında ünlü isimlere yer veren taşra dergilerine, fanzinlere çok kızıyordu. Enver Ercan bilgisayar başındaki işini bitirip Yaşar Nabi Nayır’dan miras masaya geçerken bana “Çay içer misin?” diye sordu. Baktım kendisi mutfağa gidiyor, “Otur abi” dedim, “ben getiririm.” O sırada odaya bir hanım girdi (hâlâ Varlık Yayınları’nda grafikerlik görevine devam eden Reyhan Koçyiğit), onu da düşünerek üç çay alıp geldim. Üç çayı tek elimde taşıdığımı görünce Enver Ercan’ın yorgunluğu gitti, keyfi yerine geldi. Bana Tophane’deki gençlik günlerinden, bir kahvede çalıştığı dönemden bahsetti, ben de iki yıl otobüs terminalinde bir kafede çalışmıştım. Böyle ayrıntılara şüphesiz özel bir önem atfediyordu ama akşama kadar da bunlardan konuşacak değildik ya, gençtim, sabırsızdım. Sancısını çekti Enver Ercan için dergiler “toplama” olmamalıydı ama bir hareket için toplanma mekânı olmalıydı. Bu nedenle insanların hep çatkapı uğrayabileceği, istediği zaman arayabileceği biri oldu. Aksi durumda şahdamarı kesilmiş gibi kan kaybederdi, onun kaynağı “insan”dı. ğim konuyu gözlerimden anladı. “Merak etme Mehmet kardeş” dedi, “birlikte çalışırız.” BİR BESTE YAPAR GİBİ... Bu hikâyeyi böyle anlatınca Selçuk Altun ve Taner Ay şaşırmıştı, “Bu kadar mı?” diye sordular; Enver Ercan’ın benim birikimimi, yeteneklerimi merak edip etmediğini öğrenmek istiyorlardı. Hayır, etmedi, daha doğrusu Enver Abi bu türden cevapların sorularla elde edilebileceğine inanmıyordu; o dener ve görürdü. Ayrıca onun hakkında yazarken şunu önemle belirtmek gerekiyor: Her ne kadar hep doğaçlama konuşuyor ve sezgisel kararlar veriyor gibi görünse de hayatın hiçbir sahnesine hazırlıksız girmezdi; görüşmemize aracı olan Süreyyya Evren’den muhakkak hakkımda bir iki şey öğrenmişti (belki şiirlerimin nerelerde yayımlandığını, çok kısa bir süre YKY’ye gidip geldiğimi falan; hakkımda daha fazlasını Süreyyya da bilmiyordu), gerisini zaman gösterecekti. Bir de bilgi ve deneyim kadar, hatta daha fazla tutkuya değer verirdi, çalışma arzusu olan bir insanın bilmediği her şeyi kısa sürede öğreneceğine inanırdı. O Temmuz gününü, on beş yıllık çalışma arkadaşlığımızın, abikardeş ilişkimizin başı sayıyorum. Enver Abi ilk olarak benden Varlık ve o dönemde ilk sayısının yayın hazırlıklarını yaptığı Yasakmeyve dergilerinde kısa kitap tanıtımları yazmamı istedi. Bir iş verdiğinde onun neden gerekli olduğunu anlatırdı, nasıl yapılacağını değil. İşin gerekliliğine inanmayan bi rinin yeterli olgunlukta bir ürün ortaya çıkaramayacağını söylerdi. Herkes kendi yöntemlerini bulmalı, kendi yolunu açmalıydı. Dergi hazırlamayı bir beste yapmak gibi düşünüyordu, şüphesiz o ayki dosya konusunun ne olduğu, nasıl işlendiği önemliydi ama bestenin diğer kısımları da iyi olmazsa gövdesi ayakta duramazdı. Bu sözlerden sonra nasıl bir ciddiyetle kısa kitap tanıtım yazıları ka leme aldığımı tahmin edersiniz sanırım. Enver Abi’yle sonraki günlerde Varlık Yayınları’nda, haftanın bazı günleri çalış tığı İnkılâp’ta gene görüştük. Başta yar dımcısı Tülin Er olmak üzere, İdil Önemli ve Ilgın Yıldız gibi Varlık’a gelip giden, derginin hazırlığına şu veya bu şekilde katkıda bulunan kişilerle tanıştım, ya yımlanacak yazıları okudum, düzelttim. 2002’nin sonu muydu, emin değilim, bir gün “Yasakmeyve toplantısını The Marmara’da yapacağız” dedi. Bir sürü şairin, yazarın katılacağını, çok önemli şeyler konuşacağımızı düşünmemiştim ama “The...” deyince ofisteki bir toplan tıdan fazlasını beklemiştim hâliyle. Bir baktım, Enver Abi, Tülin, ben... Başka kimse yok. O, giyim kuşam, kalem, defter vb. nesneler dışında lükse çok meraklı biri değildi, herhangi bir mahalle kahve sinde saatlerce zaman geçirebilirdi ama dostlarıyla buluştuğunda onlara en iyi şekilde ikramda bulunmak isterdi, bura da buluşmamızın başka bir nedeni yoktu. Yasakmeyve’nin ilk sayısı planlan dığı gibi Ocak’a yetişmedi, ŞubatMart 2003’te yayımlandı. O yılın yazında olmalı; Tülin Er, Everest Yayınları’nda çalışmaya başlayınca iki dergide de onun yerine ben geçtim, sorumluluğum arttı. Yasakmeyve’nin dördüncü sayısını der ginin kapak tasarımını da yapan grafiker Nazlı Ongan’la birlikte yayına hazırla dım, sonraki sayıları Ebru Grafik’te Gök han adlı bir arkadaşla. Enver Abi, elime dergide yazıların, şiirlerin akışını kabaca belirlediği bir çizelge tutuşturuyor, geri sine karışmıyordu. Kontrollü biri olduğu hâlde birlikte çalıştığı kişileri sıkı dene tim altında tutmazdı kim özgürlük tanı madığı gençlerden beslenebilir ki. Evet, o beslenmek istiyordu, kullanmak değil; işçi çalıştırmıyordu, arkadaş ediniyordu. Bu arada Ankara Han’ın beşinci katın da Yasakmeyve’ye bir ofis tuttuk. Enver Abi’yle beş kat yukarı dergi taşıdığımız da oldu, matbaadan kamyona dergi yük lediğimiz de. Birlikte dergi paketledik, etiket yapıştırdık, postaları adreslerine bıraktık, fatura kestik, tahsilata gittik... Bir işi diğerinden ayırmazdı; patron da işçi de oydu. Bir gün olsun yukarıdan konuştuğuna, iş buyurduğuna tanık ol madım. Bir yıldan uzun süre haftanın iki günü Ankara Han’daki Yasakmeyve’nin ofisin de, üç gün de Varlık’ta çalıştım, ardından tamamen Varlık’a geçtim. Varlık Yayınları’nın sahibi Filiz Nayır >> 16 22 Şubat 2018 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle