25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ORHAN PAMUK’TAN “KIRMIZI SAÇLI KADIN” cular, bu palavralara gülüp geçiyorlardı. CAN EROK ‘Konumuz suç!..’ Orhan Pamuk romanlarını okumak için uzun bekleme sürelerine alışkın okur bu kez şaşıracak çünkü Nobel’li yazar, geçen yıl yayımlanan “Kafamda Bir Tuhaflık”tan sonra, yeni romanıyla karşımızda: “Kırmızı Saçlı Kadın”. Pamuk’la yeni romanını konuştuk. TURHAN GÜNAY ERAY AK afamda Bir Tuhaflık için sizi ziyaret ettiğimizde ve yine bu masada konuşurken; kısa bir roman yazmak istiyorum, kısa bir hikâyede kendimi denemek istiyorum demiştiniz. Bu roman, o roman mı? n Aynen öyle. Bu roman, o roman. Geçen sene, Kafamda Bir Tuhaflık’ın bittiği günlerde, Patrick Modiano Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştı. Öncesinde birkaç kitabını okumuştum Modiano’nun ama Le Figaro gazetesinin editörü İstanbul’a gelip Modiano röportajı yapalım sizinle deyince bir süre daha Modiano okuması yaptım. Modiano kısa romanın üstadı. Okurken de kafamın bir yanıyla ben de bir kısa roman yazabilir miyim diye soruyordum kendime. n Peki romanın fikri nasıl çıktı ortaya? n Derdim, otuz yıldır üzerinde düşündüğüm bir konuyu felsefi roman düzeyine çıkarmaktı. Otuz yıl evvel, Heybeliada’da Kara Kitap üzerine çalışırken komşu arsada, bir kuyucu ve çırağı çalışıyordu. Aynen romanda anlattığım gibi akşam beşte tencereyi taşın üzerine koyup, altına da odun ya da tüp yerleştirip tencere yemeği yapıyorlardı. Ben de izliyordum onları. Sonra yemeklerini yedide ateşten alıyor, hava kararırken yemeklerini yiyor, televizyonu açıyor, sohbet ediyor, sonra bir de çarşıya gidiyorlardı. Bu beni etkiledi. Aralarındaki arkadaşlığa kulak verirdim. Aynı şekilde K ben de giderdim çarşıya karımla o zamanlar. Geri döndüğümüzde onlar uyumuş olurdu. Çünkü güneş doğunca yeniden başlamak zorundalardı çalışmaya. Öğle sıcağında biraz ara verirlerdi. Sonra onlar da bize yakınlaştı. “Elektriği kullanabilir miyiz, su alabillir miyiz” derken arkadaşlık başladı; ne kadar olursa. Bir röportaj yapabilir miyiz diye sordum. Bu romanın başlangıcı da o röportajdır. n Romanla ilgili çalışma süreci de o zaman başladı diyebiliriz yani? Kırmızı Saçlı Kadın’ın araştırma evresi nasıldı peki? n Evet. Bir röportaj yapmak, o romanı yazmak anlamına gelmez tabii, öyle bir sürü tasarım var. Roman haline gelebilmesi için üzerine otuz yıl düşünmem gerekti. Çıkış noktam otoriter bir yönetici, usta, ustaçırak, babaoğul, bir işi yapmak için başta otoriter, “baba gibi” bir adam lazım ama ona isyan da edersin... Amacım işte bu konuları tartışmaktı. Sonra Oidipus malum; biz onu ta lise yıllarında okuduk. Sonra Sührab’ı geleneksel İran, Müslüman ve Doğu hikâyeleri arasında dolaşırken okudum. Ardından kafam, bir köşesinde bu iki hikâyeyi karşılaştırmaya koyuldu ve roman şekillenmeye başladı. Kitabın ilk seksenyüz sayfasında gerçekçi düzeyde çalıştım; Fransızların “comtefilosofic” dediği, felsefi düşünce romanı şekline geldi. Diderot’nun ve Voltaire’in yaptığına benzer bir yanı da var romanımın. Özgün bir şey... n Artık unutulmuş bir alan olan kuyuculukla ilgili çok detay bilgiler de var romanda... n Çok zor değil ki. Çalışarak halledile “SUYUN OLDUĞU YERDE MEDENİYET VAR” biliyor. Artık bu konuda profesyonelim ama şöyle bir yanı da var; kuyucular, Sivas’ın kuzeyi ve Ordu civarından İstanbul’a gelenler. Kuyuculuk, ‘88’de yan bahçemde kazı yapan kuyucuları izlerken zaten bitmek üzereydi. Artezyenler başlamıştı artık. ‘80 askerî darbesi de kuyuculuğun bitmesinde önemli etkide bulundu; dinamite kolay ulaşımı engellediğinden. ‘70’lerde, ben teknik üniversitedeyken öğrenciler olaylara çatapat atarmış gibi dinamit atarlardı. Dinamiti kontrol altına aldılar. ‘80’lerin sonuna doğru artezyen iyice yaygınlaşınca da o iş bitti. Ama o kuyucular, bozacılık ya da yoğurtçuluk bittiğinde işsiz kalanlar gibi olmadı çünkü kuyucu ustası aynı zamanda kalıp yapmayı bilir, kazma kullanmayı bilir, inşaatta çalışabilir. Ki öyle de oldu, başka işlere geçtiler. n Bir yandan da saygı gören bir meslek... n Evet, bunu anlatmak isterim. Saygı görüyorlar çünkü su çok kıymetli bir şey. Suyun olduğu yerde medeniyet var. Bir yerden çok ucuza bir arsa alıyorsun ya da hiç kimsenin oturmadığı dağ başından bir yer alıyorsun, su çıktığında herkes yanına komuşu olmaya başlıyor. Arsanın değeri artıyor. Tarım yapıyorsun. Zenginleşiyorsun. Ama suyu da kuyucu ustası buluyor ve nereyi kazacağına o karar veriyor. O kadar önemli bir adam olduğu için de kendisine şamanlar gibi doğaüstü güçler vehmediliyor. n Kuyular da o nedenle mi “mübarek” addediliyor? n Evet, kuyular o nedenle “müberek” addediliyor ama benim konuştuğum kuyu n Dikkatimizi çeken bir nokta da şu oldu: İstanbul’un taşrasına ilginiz devam ediyor. Bu kez bir kasaba hikâyesiyle başlıyorsunuz romana. n Fakat daha sonra kasaba yutuluyor İstanbul tarafından. n Aynen öyle. Hatta “orası artık Öngören değil İstanbul” diyorsunuz siz de. Bu bağlamda şunu sormak istiyorum: Nasıl bir çatışma var kent ve kasaba arasında? Aynı şekilde kentli ve kasabalı arasında... n Bir dönem Bayramoğlu Sahil Mahallesi’nde geçirdim yazlarımı. Gebze’ye çok giderdim. Kitapta da Gebze’ye gidiyoruz ya zaten. Aslında ben bunu Gebze’de gördüm. Küçük bir kasabaydı Gebze. Şimdi Gebze İstanbul oldu, evler bitmiyor. Bir boş arazi yok ve bu bana ilginç geliyor. Kafa karıştırıcı geliyor. İstanbul civarında arazi kalmayışı, şehrin her yerinin ev oluşu ki daha da çok olacak bütün bunlar kafamı karıştırıyor. Bende metafizik huzursuzluk duygusu uyandırıyor. Şehrimin artık sınırları belli olsun, bu anlamda daha fazla büyümesin istiyorum. Ama bunlar benim küçük dünyamdan küçük isteklerim. Tarih, benim fantezilerimden çok daha güçlü bir şey. n Romanın kahramanı Cem’in otuz yıllık hikâyesi içinde, İstanbul’un bu değişimini de izliyoruz zaten değil mi? n Evet ama bunun İstanbul’un değişimi romanı olmamasına çok dikkat ettim. Hatta bazı noktalarda editör arkadaşlar uyardı; Kafamda Bir Tuhaflık’ta bunları yaptınız, tekrara düşmeyin dediler, hak da verdim. Buradaki konu başka. Burada İstanbul, bir arka plan olarak yer alıyor. n Kırmızı Saçlı Kadın’ın konusu ne peki? Neleri sorgulamak istediniz bu romanda? n Bu romanda; hayat, anneyebabaya bağlılık, otorite, özgürlük, devlet gücü, otoriter baba gücü, usta gücü, bireysel özgürlük, hayal, sorumluluk, kahramanın çocuk dediğimiz sorumsuz kişiden yetişkin dediğimiz sorumlu kişiye evrilirişi, gençlik suçunun seni belirlemesi, bir suçu kendinden bile saklayarak olmamış gibi yapma üzerine düşündüm daha çok. Bu konuları severim. Bunlar hep ödipal meselelerdir. Kehanetten kaçarken kehanete yakalanmak, kafanı meşgul eden bir kelimeyi kafandan bir türlü çıkaramamak gibi konular. Bunları severim. Suçluluk duygusuyla ilgili olduğunu düşünürüm hepsinin. n Bunları sorgularken bir yandan Türkiye’deki gençlerin kaderini yaşayan bir kahramanınız var; yazar olmak isterken, mühendis oluyor. Böyle bir kahramanın özel bir nedeni var mı ya da sizde bir anlamı, karşılığı? n Çok güzel... Ama orada bir ayrıntı var. Babası solcu, fedakâr ama kendisinin öyle idealist bir tarafı yok. Bunları yazıp bu farklılıkları gösteriyorum ama “Bak baban solcuydu, sen ise sadece para kazanmayı düşünüyorsun,” diye de yargılamıyorum. Kahramanlarımı olduğu gibi kabul ediyorum. Babası gibi solcu olmadı diye onu ayıplamıyorum. Çocuk zaten kendini ayıplıyor, suçluluk duyuyor. Konumuz suç. Konumuz kahramanların duyduğu suçluluk duygusu, yazarın duyduğu suçluluk değil. Yazar, kahramanların duyduğu suçluluğu kendisi de yaşamış belki bunları anlatıyor ve bu suçluluğu “ARTIK ŞEHRİMİN SINIRLARI BELLİ OLSUN İSTİYORUM” >> 14 11 Şubat 2016 KITAP
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle