25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

ANDREW SCULL’DAN “UYGARLIK VE DELİLİK” ‘Meczupluğun’ kültürel geçmişi Andrew Scull, uzun yıllar süren araştırmalarının ürünü olan “Uygarlık ve Delilik”te, deliliğin Antik dönemden bugüne gelene kadar nasıl algılanıp “tedavi” edilmeye çalışıldığını anlatırken günlük yaşamda ve kültürde yer alış biçimlerini aktarıyor. alİ bulunmaz alibulunmaz@cumhuriyet.com.tr D arian Leader, geçen aylarda Türkçeye çevrilen Delilik Nedir? isimli kitabında (Çev. Barış Engin Aksoy, Encore Yayınları, 424 s.), deli denen kişinin, kopmadığı gerçekliği ters yüz ettiğini söylüyor, bunun ateşleyicisi olarak da hezeyanı gösteriyordu. Yazar, böyle bir psikotik öznenin tedavisinde en izlenmeyecek yolun, klinisyenin hastayı kendi gerçekliğine çekmesi olduğunun altını çizmişti. Çoğumuzun “normalleştirme” dediği tedavi anlayışını eleştiren Leader, klinisyenlerin bu hareketle ancak “yerli halkları kendi iyiliği için eğiten bir sömürgeci haline geleceğini” ifade etmişti. Yukarıda bahsi geçenler, on dokuzuncu yüzyılda psikolojinin boy vermesiyle şekillendi. Daha doğrusu, bu biçimde ifade edilmeye başladı. Andrew Scull ise Uygarlık ve Delilik’te, konunun tarihçesine yönelip deliliğin öyküsüne odaklanıyor. MANEVİ, TOPLUMSAL VE TIBBİ “ŞİFA” “Sağduyu dünyasına yabancılaşma” şeklinde tanımladığı deliliğin, bilincimizi ve günlük hayatımızı sarstığını söyleyen Scull, “akıl hastalıklarının”, insanın hayal gücünde sürekli yer kapladığından bahsediyor. Psikiyatrların karşı çıkmasına rağmen delilik sözcüğünü, konuyu efsaneye indirgeme niyetiyle değil, tarihsellikle bağlantılı olarak kullanıyor. İki bin yıllık bir tarih bu; yani deliliğin, dile yerleştiği zaman dilimi. Dolayısıyla kültürel bir bağlamı var. Böylece kanı, kanaat ve yorumların iç içe geçtiği bir hikâye yürürken öte yandan da gerçeklerin yer aldığı bir tarihle karşı karşıyayız. İşte tam da bu yüzden Scull, genç psikiyatri tarihi yerine çok daha eskiye uzanan deliliğin tarihini yazmayı uygun görüyor. “Kötü ruhların”, hayatın akışını tersine çevirdiğine dair görüş, kadim inanışlardan günlük hayata dek, yaşamdan kopuşu veya gerçeklerle yüzleşmeyi maskeledi. Antik dünya insanları, bu maskelemenin farkında bile değildi. Deliliği lanetlenmeye bağlama, Yahudi geleneğinden (İsrailoğullarından) doğdu. Scull’ın “keder”e ve “içe kapanıklığa” yaptığı gönderme, “lanetlenen kişiye huzur vermeyen kötü ruhlar”ın bir yansıması. Devlet yönetimindeki talihsizliklerin, günlük hayatın tehlikelerinin, dinsel ve doğaüstü biçimde açıklandığı zamanlarda, deliliğin yarattığı dönüşümler ilahi hoşnutsuzluğa, büyülenmeye ve kötü ruhlara bağlanıyordu. Antik Yunan’da savaş durumunda kızışan delilik, destanlara ve efsanelere konu olmuştu; ilahi öfkeyle delilerin öfkesi birbirine karışıyordu. Hippokrates’ten sonra, deliliğin fizyolojik açıklamasına geçildiğini söyleyen Scull, böylece önceki dönemlere göre daha sistematik ve bilimsel sayılabilecek yorumlar getirildi ğini belirtiyor. Bununla birlikte delileri, katil olanlar, zırvalayanlar ve fitne peşinde koşanlar diye sınıflandıranlar da çıkıyor. Cinnete, melankoliye, cinlere, histeriye ve hatta sara hastalığına bağlanan delilik, Antik dünyada gerçek dışını, gerçek olarak algılama biçiminde tanımlanmıştı. Scull’ın aktardığına göre bu, kişide aklı ve idraki bulandıran bir dengesizliğe yol açıyordu. Scull’ın bahsettiği dengesizliğin en büyük kaynağı melankoliydi. Hatta bu hal, bedensel bir bozukluk olarak görülüyor; melankolinin, hayal gücünü bozduğu, beynin işlevini yerine getirememesine neden olup yanlış bildirimlerde bulunarak kişiyi delirttiğine inanılıyordu. On yedinci yüzyılda hayli yagın olan söz konusu inanç, dönemin ileri gelen doktorlarınca “bilimsel” bir kisveye büründürülüp sanrılar ve hezeyanların kaynağı sayılıyordu. Daha çok görgülü, bilgin ve dahilerin muzdarip olduğu bu ruhsal bozukluk için art arda açılan hastanelerde çeşitli hizmetler sunuluyordu. Yazar, kurulan ilk hastanelerde bu kişilere şiddet uygulamanın rutin bir “tedavi” yöntemi olduğunu da not ediyor. Aynı dönemlerde, tehlikeli görülmeyen delilerin toplumun insafına bırakılarak “serbestçe” dolaşmasına izin verilmesi de benzer bir uygulama. Bu durum manevi, toplumsal ve tıbbi “şifa”nın birlikteliğini simgeliyor. Bir tarafta hastanelerde “şifa” arayanlar söz konusuyken öte yandan sanatta deliliğin yansımaları görülüyordu. Scull, özellikle 1600’lerin sonu, 1700’lerin başından itibaren tımarhane sahnelerinin tiyatroda epey yer kapladığından bahsediyor. Herkese açık olan tiyatrolarda, cahillerin özümseyebileceği şekilde deli portreleri sunulurken tımarhanelere kapatılan meczuplarla ilgili doyurucu bilgilerin ayaküstü verildiğini de yazıyor Scull. KAPATMA “TEDAVİSİ” Tıbbi çalışmalardan çok, dinî kurumlarca yürütülen “tedaviler”, hatta >>ibadethanelerde yatıp kalkma ya da cin kovmanın, deliliğin “çözümü” sayıldığı dönemde cadılar, Scull’ın anlattığı delilik türleri ve kapatma “tedavileri”, meselenin sadece tıbbi değil kültürel olduğunun da göstergesi. Kitaptaki tüm örnekler, kadim inanışlardan günümüze “deliliğin” algılanışını yansıtıyor. 20 13 Ekim 2016 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle