Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ercüment Cengiz’den “Çellocu” Müziğin romanı “Gırnatacı”yla Everest İlk Roman Ödülü’nü alan Ercüment Cengiz, ikinci romanı “Çellocu”da kıskançlık, muhafazakârlık, aidiyetlik ve mülkiyet çerçevesinde edebiyatın müzikle ilişkisini tözel ve biçimsel boyutlarıyla ele alıyor. Metnin dilini, anlattığı zamanın ve kişilerin kültür atmosferine göre biçimliyor. r Fadime USLU rcüment Cengiz, Çellocu’da kahramanlarına tarafsız bir noktadan yaklaşırken söz konusu onların iç dünyalarını yansıtmak olduğunda serbest dolaylı anlatımın olanaklarından da yararlanarak kişilerin duygu ve düşüncelerine yön veren itkinin içinden bakıyor. Kişiler çevrelerini nasıl görüyorsa o görüşün dilini kuşanan Tanrı anlatıcı, özgürlüğünü de iradesini de roman kişilerine teslim ediyor böylece. MÜZİK VE EDEBİYAT TARTIŞMASI Cengiz, Çellocu’da müziğin görüntüsünü oluşturmayı hedeflemiş ve roman sanatının olanaklarını bu hedef için seferber etmiş. Romanı bir bütün olarak konçerto biçiminde tasarlamasının yanı sıra kahramanına diyaloglar aracılığıyla melodiyle görüntü yaratmanın, resim ve müziğin dilini düzyazıya aktarabilmenin mümkün olacağını belirtiyor. Kurgunun kahramanlarından çellist Dante, ders verdiği Melek’e sanat görüşünden söz ederken şunu söyler: “Bir senfonik eser çalarken tepede tek başına kalmış bir çınar ağacının kahırlı uğultusunu hissediyorsam ve o ağaç gözümün önünde canlanıyorsa dinleyenlerin de bu uğultuyu hissetmelerini ve benim gördüğüm ağacı onların da capcanlı görmelerini isterim… Hayallerine o ağacın resmini çizmek isterim çellomun ezgileriyle” (s. 165). Dante, müziğin tasvirle bağlantısını, görme duyusunun yanı sıra herhangi bir atmosferi bütünleyen duyumları yansıtan bir üst dil olduğunu, sözcüklerle olan ilişkisini sıklıkla dile getiriyor. Thomas Mann da “Doktor Faustus”ta müziğin göz ile bağlantısına değinir. Romanın bir yerinde notaya alınmış müziğin resme atfedilerek nasıl göründüğünü tarif ederken “anlayan birisi için bu resimlerin kompozisyonun ruhu ve değeri hakkında kesin bir fikir edinebileceğini” açıklar. Yazar, roman kahramanına şunları söyletir: “Mozart’ın bir partisyonunun görsel olarak resminin anlayan bir göze nasıl büyüleyici bir zevk verebileceğini anlattı. C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I E ‘Aşkın sırrına ermişler bilir gözleriyle duymayı’ diyerek Shakespeare sonelerinin birinden bir alıntı yaptı ve bestecilerin her zaman, bölümlerin notalarının arasına kulağa hitap etmekten çok okumayı bilen gözler için bir şeyler gizlediklerini ileri sürdü” (Thomas Mann, Doktor Faustus, Çev. Zehra Kurttekin, Can Yay, 2013, s. 93). Cengiz, kitabında geçmişten günümüze müziğin edebiyatla ilişkisini doğallıkla kurulmuş diyaloglarla anıştırıyor. Sözgelimi çellist Dante, yine diyalogların birinde “her şeyden önce o vardı kâinatta, yani ‘ses’ vardı. Tek başına doğdu ve kimseden yardım almadan kendi içinde büyüdü, gelişti ve kendini yarattı” der. Bu, müziğin edebiyata olan üstünlüğüyle ilgili eski bir tartışmaya götürür bizi. Hatırlatmak gerekir ki henüz on sekizinci yüzyılda dilin kökeni üzerine yapılan tartışmalarda arkaik dilin şiire, çağdaş dilinse düzyazıya ait olduğu görüşü yaygındı. Rousseau, Herder, Vico gibi yazarlar, şiirin düzyazıya üstünlüğünü savunmuş; bu ilkecilik, şiirin bir “ilk dil” biçiminde tanımlanmasına neden olmuş, sembol ve alegoriyle hayatı taklit eden düzyazının da modernliğin dilini temsil ettiğini savunmuştu. Söz konusu görüşe göre düzyazı “kasıtlı”, “soğuk” ve “rasyonel” olduğundan modernliğin gerçek dili. Aynı noktadan bakıldığında şiirle müzik bir tutulmuş ve müziğin düzyazıya, edebiyata karşıt olduğu düşüncesi, postsembolist estetikte bir klişe haline gelir. Meseleye ironiyle yaklaşan Proust, Mahpus adlı eserinde müziği (Çev. Roza Hakmen, YKY, İst. 2005) “ruhun” bütünlüklü, preanalitik “iletişimi” diye tanımlar; müzik, “insanoğlunun sözlü ve yazılı dil gibi başka yollar seçtiği için devamı gelmeyen bir olanak olarak 1328 görülür” der. On sekizinci yüzyıl estetik teorisindeki hiyerarşi tersine çevrildiğinde müziğin resme karşı üstünlüğü savı çıkar karşımıza. Müziği ilişkiler oyunu biçiminde gören Rousseau ise bu oyunun öznesini duyum ve bilinç düzeyinde mevcudiyet iddialarına dayalı olmayan katıksız ilişkiler sitemi olarak açıklar (J.J. Rousseau, Melodi ve Müziksel Taklit ile İlişki İçinde Dillerin Kökeni Üstüne, Çev. Ö. Albayrak, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İst. 2007). Klasik on sekizinci yüzyıl teorilerinin “müzik tutkuları çizer” vurgusuyla müziği ve şiiri resim konumuna indirgemeye çalıştığı bilinir. Paul de Man bu düşüncenin temelinde “sanatın asıl işlevinin görünmezi görünür kılma, sadece hayal edilebilir olana mevcudiyet kazandırma” yöneliminin yattığını belirtir. (Körlük ve İçgörü, Çev. F. Burak Aydar, Cem Soydemir, Metis Yay., İst. 2008). Sonuçta gözle görülmeyenin temsil edilebilirliğini ortaya koyup onun mevcudiyetini kanıtlamak binlerce yıldır bir ihtiyaç işaret eder. Erkle biçimlenen iktidar kalıplarının yerleşik olduğu düzenlerde olay ve olguların karakteristik ifadesinin arkasında bir kanıta, çoğu zaman kanıtın yeniden bir başka temsil ile güvenilir olduğunun ispatına ihtiyaç var. Bu temsil bütün boyutlarıyla Cengiz’in romanında “çello” ile ifade bulur. AZ MALZEMEYLE İLERLEYEN YAZAR Çello, hem kahramanların kader çizgisini değiştiren nesne hem romanın estetik kaygılarıyla kurallarını açıklayan tözel bir imge. Kurguda çellonun sesi sanat tutkusuyla özgürlüğün özbilgisi ve satırlar 3 0 arasında duyulan çellonun sesinden zevk alan kahramanlar, okuru yaşamın neşeli, aydınlık yüzüne yaklaştırırken sesini yadırgayanlar içinse yok eden kıskançlığın, esaret altında tutma yetkisinin yıkıcı, karanlık yönünü gösterir. Çello, dört telli bir enstrüman. Romanın da dört ana karakteri var ve karakterlerin eylemlerine yön veren, olay örgüsünü ilerleten kişilerin birbirlerine duyduğu aşk ya da mülkiyete dayalı kıskançlık. Paşa, ikinci karısı Melek’i Dante’den ve Melek’in özgür ruhundan; Paşa’nın karısı Hatice Hanım kocasını, yani bir zamanlar sahip olduğu sınırlı gücü Melek’ten; Fevzi Efendi Dante’yi Melek’ten kıskanır. Arkaik bir dil olarak kabul edilen müzikle ilkel bir dürtü ya da patolojik bir durum, bir hastalık olarak görülen kıskançlığı güçlü bir matematikle bütünleştirerek anlatır Cengiz. Bunu yaparken az malzemeyle boşluğun içine doğru aşama aşama ilerleyip derinlerdeki doluluğu gün yüzüne çıkaran Zen ustaları gibi davranır. Çello nasıl ki dört telle mucizevî sesler çıkarıyorsa ki sık sık insan sesine en yakın sesin çellonun sesi olduğunu vurgular Dante Cengiz de dört kahramanla insanlığın değişmeyen çelişkisini; iktidar olma özlemini, buna sahip olduğunda gücü sürdürme arzusunu, sanatsal yaratma gücüyle onun karşısına konumlanan yıkıcılığı; aidiyetliğin görünen görünmeyen çelişkilerini anlatır. İlk bölümlerde romanın başkahramanının Melek olacağı, hikâyenin onun tarafında gelişeceği izlenimi yaratılırken bunu hızla kırar yazar. Kişiler hikâyeleriyle birlikte usulca konumlarını değiştirir. Abdülmecit dönemi saray hazinesinin muhasebecisi Mustafa Âli Paşa, batılılaşma politikasının uzantısı saray orkestrasına davet edilen İtalyan çellist Dante, orkestranın sürekli müzisyeni Fevzi Efendi... Bu dört kahramanın her biri Osmanlı’nın en kritik, kırılma noktası yaşadığı dönemindeki sosyal, politik bir nosyonla donatılmış romanın payandaları aynı zamanda. Müziğin alanı zaman, resminse mekân. Edebiyat da yarattığı uzamda müziğin ve resmin sunduğu imkânları bünyesinde barındırmaya arzu duyar. Ercüment Cengiz, Gırnatacı’da cümle kuruluşları ve anlatı yöntemiyle (zamanı yavaşlatıp hızlandırarak) oluşturduğu ritimle müzikal bir yapı kurmuş; romanın meselesini de müzik odaklı kurgulamıştı. Çellocu’da da aynı yönelim olmakla birlikte farklı düzeylerdeki tekrara daha sık yer veriyor yazar. Tekrar, bir metinde düzenleyici bir işleve sahip ve müzikal eserlerde melodinin; edebi metinde ise sözün, sembolün, betimlemenin aralıklar verilerek peş peşe gelmesiyle kendini gösterir. Yazar, Çellocu’da özellikle benzetmeleri ve betimlemeleri tekrar ederek bir konçerto havasındaki romanının temposunu düzenliyor. Öte tarafta, edebiyatresimmüzik bağlamında geçmişten günümüze tartışılan konunun ana hatlarına değinip konuyu değerlendiren düşünürleri, sanatçıları fikirleriyle anıştırarak bir anlamda onların hayaletlerini romanında ağırlıyor ve parıltılı tiyatro sahnelerinin ruhu çekilmiş kulislerine benzetilen İstanbul’un loş, envai çeşit kokulu, tekinsiz sokaklarında onlarla söyleşerek insanlık sahnesindeki değişmeyen çelişkileri örüyor. n Çellocu/ Ercüment Cengiz/ Everest Yayınları/ 358 s. 2 0 1 5 n S A Y F A 9 T E M M U Z