Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
anabiliriz bu noktada. Geleceği çok iyi görmüş ve aynı kertede karanlık bir roman. Aynı şekilde Melih Cevdet Anday’ın Gizli Emir romanı. Belki tamamıyla kara alay açısından yaklaşmış yaşananlara ama yazıldığında 80’li yılların kehaneti diye bakılmış. Şimdi 2015’te de Anday’ın yazdıklarının geçerliliği sürüyor. E.A: Dünden bugüne kavramların nasıl değiştiğini anlatıyorsunuz aslında bu söylediğinizle. Nâmık Kemal mesela zamanının “vatan hanini” iken bugünün “vatan şairi”. Böylesi değişimlerle de ilgili yüz yıl öncesiyle yüz yıl sonrasındaki olayalara bakış farkının doğuşu değil mi? S.İ: O tabii Nâmık Kemal’e yaklaşım biçimimizle ilintili. Romanlar üzerinden gidersek, Nâmık Kemal’den İntibah’ı aldım kitaba. İntibah’ta Mahpeyker bir yosma olarak takdim edilir. Belki romancı onu bambaşka düşünmüştür ama devrin koşulları onu bir “kötü kadın” olarak yazdırtmıştır Nâmık Kemal’e. Aynı karakterleri zaman içinde farklı insanlar farklı biçimde değerlendirmiş. Mahpeyker’i bir melodram yosması olmaktan kurtarmış, o yosmanın neden yosma olduğunu psikolojik temellere oturtmuş. Ethem İzzet Benice mesela. Tek bir romanını aldım kitaba ki o romanın da ismi Yosma zaten. Romanda, o yosma bir anarşizan kadın. Bozuk düzene karşı bedenini satarak ama o bedeninin satışından da kurulu düzenden itikam alması üzerine yazılmış bir hikâye. Nâmık Kemal’in devrinin çeşitli toplumsal ahlak anlayışı ile yazmaktan uzak durduğunu, sonrasında gelen yazarlar daha özgür biçimde yazabilmişler. “BU SÜRECİN ORTALARI BENİ ÇOK FAZLA ETKİLEMEMİŞ” E.A: Asrı aşan bir edebiyat yolculuğunu konuşuyoruz burada. Bu asrı aşan dönemde hangi kırılma noktalarından bahsedebiliriz peki? Ya da bir başka yönüyle hangi kırılma noktaları sizi daha fazla etkiledi, bu kırılma noktalarından doğmuş hangi romanlar sizi daha çok vurdu? S.İ: Baştakiler çok etkilemiş beni. Eylul mesela ya da Aşkı Memnu. Ama aynı şekilde Kiralık Konak da çok etkilemiş. Nur Baba da öyle. Ama, bu asrı aşan sürecin ortaları beni çok fazla etkilememiş. Cumhuriyet’in ilk yılları hariç 30’lar, 40’lar, hatta 50’ler; oralar vurmamış beni. 60’lardan sonra yine çok etkileyen romanlar var. E.A: Ama bir yandan baktığımızda 30’lar, 40’lar çok büyük bir değişimin de süreci. Bunların romana yansımadığını mı söylüyorsunuz? S.İ: Roman olarak değerlerini tartışmak istemem. Roman olarak tabii ki çok değerliler ama bir mutlu gelecek hayali var. E.A: Dertleri mi yok? S.İ: Hayır, aksine. Büyük derdi var. Mesela Samim Kocagöz’ün İzmir’in İçinde adlı 1970’lerde yazılmış romanı. Kocagöz 2000’lerde Marksizan bir rejimin geleceğini yazmış romanda. Gelecek günlerde ben görmeyeceğim ama Türkiye Marx’ın söylediği gibi olacak diyor. Yani bu tabii hüzün verici bir durum. Büyük bir şaşkınlık emaresi C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I aynı zamanda. T.G: 30’lu ve 40’lı yıllar arası zaten romanın gelişmediği bir dönem de sayılabilir. 30’lu yılların ortasından itibaren çok fazla roman da yayımlanmamış ayrıca. Yanlış hatırlamıyorsam 38’de bir roman, 39’da bir roman, 40’ta hiç roman yayımlanmamış mesela. S.İ: Bazı yıllar var aynen dediğin gibi... E.A: Kısır bir yayın mı yoksa hiç mi yayımlanmamış? Bir defa onları yeniden okuma fırsatı oldu. Sevgi Soysal’ın Şafak’ını okumak mesela çok hoşuma gitti ya da Adalet Ağaoğlu’nun Yazsonu’nu. İnişli çıkışlı bir süreç oldu açıkçası. Bazen dediğim gibi mutluluk verdi bazen bitmeyecek galiba, başıma bu belayı nereden çıkardım diye kaygıya kapıldığım da oldu. En çok da bunu niye yapıyorum diye düşündüm. Düşündükçe şu acı çarpıyor insanı. Çok değerli, çok büyük bir romanımız, roman birikimimiz var bence ğini de fevkalade kaleme getirmiş. Nur içinde yatsın, Fethi Naci’nin “Ne kadar ekemek, o kadar köfte, o kadar roman” sözüne hiçbir şekilde katılmıyorum. Müthiş bir roman birikimi olmuş. Günübirlik bir değerlendirmede o romanlar beğenilmeyebilir ama aradan kırk yıl geçtikten sonra çok şaşırtan durumlar ortaya çıkıyor. Bir başka durum da anlayışsızlıklar zihniyeti yüzünden devirlerin bazı öncü romanları es geçilmiş. Yakup Kadri’den “Yeni yorumlara mümkün olduğunca yer vermeye çalıştım. Hep olumsuzluk örnekleri göstermemek için, geçmişte o kitabı başka türlü değerlendirmiş bir yaklaşım varsa özellikle vurguladım. Son dönemlerde tabii biraz daha esnek, daha sanatkârca bakılabiliyor.” S.İ: Hiç! Bazı yıllar hiç yayımlanmamış T.G: Bu şundan kaynaklanıyor sanıyorum: O tarihlerde bir savaşın içine doğru gidiyor dünya. Onun kramsarlığı olabilir. Yayıncı da belki savaşın içine doğru giden dünyada parasını saklamak istemiş olabilir. S.İ: Bence bu daha doğru bir çıkarım. O yıllarda elbette tefrika romanlar yayımlanmıştır gazetelerde ama kitap olarak yayımlanmamış onlar. “HEPSİ KAYBOLUP GİTMİŞLER” E.A: Peki nasıl bir çalışma süreciydi bu? Nasıl bir çalışma sistemi izlediniz? Muhtemel yorucu da bir süreçtir ama işin keyif kısmını da işin içine katarak dinlemek isterim sizden bunu. Dile kolay; 229 roman... S.İ: İki buçuk yılın üzerinde bir zaman sürdü kitabın hazırlanışı. Aylarca çalışmadığım dönemler de oldu tabii. Bazen çok yorgun hissettim. Ancak son yılları yazarken çok mutlu oldum. 1312 bizim. Hepsi kaybolup gitmişler. Bir daha bunları hiç kimsenin okumayacağına eminim ben. Aralarında Sait Faik’in Havada Bulut gibi müthiş bir romanı mesela... Sait Faik uzun yazamadığı için kısa kısa hikâyelerini birleştirip roman yapmaya çalışmış. Bugün olsa yok postmodern, yok modernpost bir postunu bulup onu göklere çıkarırlar. O devirde adamcağızın yolunu tıkamışlar. Belki birkaç roman daha okuyacaktık onun kaleminden Bir de; bazı kitapların ve yazarların kaderleri ne yaparsanız yapın yol alamıyor. Mithat Cemal Kuntay ve Üç İstanbul mesela. Üzerine herkes yazdı ama yok. Buz gibi bir perde iniyor. Umarım bu kitap, o buzdan perdeleri eritmede bir nebze olsun katkı sağlar.. Bu tarz şeylerle de hesaplaşıyorsunuz. Bir de okumayan bir toplumuz zaten. Bunu görüyorsunuz. Roman falan okunduğunu düşünmüyorum ben açıkçası. İstediğimiz kadar rakamlarla okunduğu iddia edilsin genelde pek kimsenin romanla ilgilendiğini düşünmüyorum. E.A: Bu noktada daha çok nitelik tartışması söz konusu sanıyorum. Okuyoruz ama ne okuyoruz sorusu gündemde. S.İ: O niteliksiz addedilenlerin de okunduğunu düşünmüyorum. Çünkü onların içinde de her şeye rağmen sosyal endişeler var. Öncelikle siyasi çevrenin haberi yok. Yoksa bizim romanımız tehlikeyi de, gelecekte ne olup bitece9 N İ S A N gelirsek Hüküm Gecesi mesela bizde ilk defa kurgusal roman kişileriyle gerçek kişileri aynı potada eritme gayreti göstermiş bir roman. Bu çok yadırganmış. Halbuki Batı’da bunu yapan yığınla yazar var. Onlardan haberleri yok. Olmak zorunda mı değil ama yine de bunun bir saçmalık olmadığını idrak edebilmeleri lazım. T.G: Fransızca o dönem yaygın bir dil ve izlenmiş de aslında. Ama tabii Fransızca dışındaki romanı izleyebilmemiz 60’lardan sonraya denk geliyor. Biz Fransız romanı üzerinden beslenmişiz daha çok. S.İ: Evet, ölçüm noktası Fransız romanı ama bunun yanı sıra bir yazarın eserine karşı bir romancı hassasiyetiyle yaklaşılmamış. Eleştiri dendi mi onu illa ki hırpalamak gerektiği fikri yaygın maalesef. E.A: Eleştiriyi alımlayış biçimleri mi farklı? S.İ: Biraz öyle. Vedat Günyol çapında çok değerli bir yazar şüphesiz ki ama Peyami Safa’yı bir çırpıda harcayıveriyor. Bu da tamamıyla saflaşma meselesinin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Vedat Bey’in hor gördüğü Peyami Safa romanları, bugün baktığımız vakit roman sanatı açısından hâlâ çok önemli bir noktadalar. Veya aynı şekilde sağ cenahın görmezden gelişleri... Objektif bakabilme eksiliğinden kaynaklanıyor bu durum. Eleştiri tabii ki özneldir. Buna inanıyorum ama öznelliğin de kendi içinde bir nesnelliği 2 0 1 5 n S A Y F A 1 5