Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Deniz Tarsus’tan “İt Gözü” Pastoral fantezi Deniz Tarsus’un üçüncü öykü toplamı “İt Gözü”ndeki hikâye çatısı, meseller ve mitler üzerinden kurgulanmış çok boyutlu bir duygu evreninin izlerini taşıyor. r Özkan Ali BOZDEMİR eniz Tarsus; Ozo Ozo Çakta, Babam Bir Astronot ve Ayrıkotu kitaplarının ardından, şimdi de İt Gözü adlı öykü kitabıyla edebiyatın bakir topraklarında mistik bir gezintiye çıkarıyor okuyucusunu. İt Gözü’nde, henüz yirmi sekiz yaşında olan genç bir yazar tarafından kaleme alınmış sekiz öykü yer almakta. Kitabın büyüsü, yalnızca genç yazar vurgusunda aranmamalı elbette. Her biri ustalıkla kotarılmış bu öyküler, edebiyatımızda eşine sıkça rastlamadığımız bir anlatı geleneğini sunuyor bizlere. İt Gözü’ndeki hikâye çatısı, meseller ve mitler üzerinden kurgulanmış çok boyutlu bir duygu evreninin izlerini taşıyor. Bu çatının en önemli iskeletini, yazarın kır diyalektiğini bütün imkânlarıyla ortaya çıkardığı, zorladığı bıçkın dili oluşturuyor. Hikâyelerdeki kır hayatı, kentte yaşayanların yabancısı olduğu bir yaşam alanını işaret etmesi bakımından önemli. Kırda geçen hikâyeler, zaten uzak görüldüğü için, böyle olayların yaşanması ya da yaşanma ihtimali de epey uzak görünüyor. Dolayısıyla böyle bir mekân tasviri, okuyucunun ilgisini diri tutmaya yetiyor. Üstelik bu uzak coğrafyada bir de gizemli ve gerçeküstü olaylar yaşanıyorsa okuyucu hepten dâhil oluyor hikâyeye. Olayların arka planında her ne kadar ‘uzak bir kır yaşantısı’ yer alıyormuş gibi gözükse de öykü bütününe bakıldığı zaman kırda yaşanan durumların, metropoldeki meselelerle tümden farklı olmadığı, hatta birbirlerine görünmez iplerle sımsıkı bağlandığı rahatlıkla anlaşılıyor. Bu çelişkinin en açık örneği, kitabın birinci bölümünde yer alan “Can Kuşu” ve “Mengü” adlı öykülerde görülebilir. Kitabın aynı zamanda açılış öyküsü olan “Can Kuşu”nda, bir maden dağında çalışan kömür işçilerinin sonu felaketle biten yaşamları konu ediliyor. Öykünün bir yerinde, madende ‘kaçak’ çalıştığını oğluna itiraf eden babanın hüzünlü konuşması yer alır. Madenciliğin sonunun ‘ölüm’ olduğunu bilen ve oğlunun bu mesleği seçmemesi için ona nasihatlerde bulunan babanın, içinde bulunduğu çöküntüyü fark etmiş olması bu mesleğin vahametini açıkça gösteriyor. “Mengü” adlı öyküde de yine maden işçiliği üzerinden kapitalizmin korkunç gerçekliği sorgulanıyor. Bir gün, olaysız bir kasabaya ziyarete(!) gelen adamların, oradaki halkı zaman içinde kandırıp yaşadıkları yerde maden ocakları açmaları anlatılıyor “Mengü”de. Bir sonraki ziyaretlerinde eşlerini ve çocuklarını D da kasabaya getiren adamlar, oradaki halkın meslek seçimlerine müdahil olup yaşam biçimlerini de tümüyle değiştirecektir. Adamların eşleri kasabadaki kadınları, adamların çocukları kasabanın çocuklarını yavaşça değiştirecek ve sonunda kapitalizmin dalga dalga yayıldığı her yerde olduğu gibi o olaysız kasabada da büyük felaketler boy gösterecektir. DOĞANIN İZİNDE Doğa tasvirlerini önde tutan anlatılarda bu durum bir handikap gibi görülse de bazen hikâyelerin tesiri o tasvirlerde saklıdır diyebiliriz. İt Gözü’ndeki öykülerin kahramansız olması, bu anlamda önemli bir kusur gibi algılanabiliyor. Her öyküde öne çıkan bir hikâye yer alsa da yazar hikâyelerini ete kemiğe bürünmüş karakterler aracılığıyla dile getirmiyor. O yüzden karakterlerin silik veya noksan olduğu düşünülebilir. Fakat bu durum, yazarın özel tercihi gibi geliyor bana. Öykülerin baş kişisi, aslında doğanın kendisidir. Esas meseleyi öykünün dışında tuttuğumuzda, betimlemelerin ve dolayısıyla dilin gücü zaten öyküyü çekip çeviriyor. Dolayısıyla öykülerdeki tek gerçek karakterin doğa olduğunu söylemek, sanırım abartı olmayacaktır. Bu karakter bazen toprağı yarıp insanı yutan bir deprem, bazen güçlü bir flaşör gibi çakıyan yıldırım, bazense kalın gövdeli bir çam ağacı olabiliyor. Böyle bakıldığı zaman da tek güçlü karakterin kırsal veya kent fark etmeksizin doğa olduğu apaçık anlaşılabiliyor. Belki de öykülerdeki felaketlerin bir pamuk ipliği gibi bağlandığı doğa, bu anlamda son sözü söyleyen en baskın karakterdir. Çünkü doğanın bozulması dengenin de bozulmasıysa, bu bozgundaki en büyük tahribatı da ne yazık ki yine insan görecektir. n İt Gözü/ Deniz Tarsus/ Can Yayınları/ 112 s. 1337 1 E K İ M 2 0 1 5 n S A Y F A 2 1 C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I