Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Alan Duben ve Cem Behar’dan bir araştırma ‘Aile toplumdan soyutlanamaz’ Prof. Alan Duben ve Prof. Cem Behar çok önemli ve literatürümüzde eksikliği hissedilen bir çalışma içerisine girip 18801940 arasındaki dönemin İstanbulu’nun evililik, aile ve doğurganlık hayatına ışık tutan bir çalışmaya imza attı: “İstanbul Haneleri: Evlilik, Aile ve Doğurganlık 18801940.” Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından yayımlanan tarihi hazine niteliğindeki bu kitap, anlatılan dönemin aile, doğurganlık, evlilik, kürtaj, hayat pahalılığı gibi başlıklar çerçevesinde toplumsal ekonomik temellerini inceliyor. Üstelik tüm bunların yanında o dönemin aşk anlayışı da çalışmaya ayrı bir renk katmış. Kitabın hikâyesini ve o dönemin algılarını Duben’le konuştuk. r Sibel ORAL u kitabın temelleri nasıl atıldı? 1980’lerin başında Boğaziçi Üniversitesi’nde hocaydım. İstanbul’da aile konusu üzerinde sosyal antropolojik bir çalışma yaparken daha derinlemesine ailenin tarihsel boyutlarını merak etmeye başlamıştım. O sıralarda yeni oluşan Avrupa aile tarihi literatürünü taramıştım. Disiplinlerarası, kısmen antropolojik, sosyal tarihsel, tarihsel demografik ağırlıklı bu alan beni heyecanladırmıştı. Türkiye odaklı daha kapsamlı bir araştırma yapmaya karar verdim. O sıralarda Türkiye’nin üzerine önemli çalışmaları bulunan duayen demograf Fredric Shorter’le konuyu konuşma fırsatım oldu. Shorter, aile tarihinin demografik açısının önemini vurgulamıştı ve Türkiye’de bu alanın çok az araştırıldığını anlattı. Örneğin 1930’ların İstanbulu’nda doğurganlık oranlarının Anadolu’ya nazaran çok düşük ve kadınların evlenme yaşının yüksek olduğunu işaret etti. Bu olguların demografik önemini anladıkça konunun ilginç bir sosyokültürel altyapısının olabileceğini düşünmeye başlamıştım. O aralarda araştırmanın demografik yanını Boğaziçi’nde hoca olan Cem Behar’la tartıştık ve neticede ortak bir araştırma yapmaya karar verdik. Neredeyse sekiz yıl süren bu çalışmanın sonunda ikimiz de kendi özalanlarımızı aşıp disiplinlerarası bir çalışmaya eğildik: Cem demografi dışında ailenin ekonomik ve sosyal tarihine, ben ise sosyal antropoloji dışında hane demografisi ve kültür tarihine yöneldim. “KENDİMİZİ CANLI TARİHİN TA KENDİSİYLE YÜZ YÜZE GELMİŞ BULDUK!” Böyle bir çalışma içerisine girmenizin tetikleyici nedenlerini anlatır mısınız? Kitabın birinci bölümünde meseleyi şu şekilde anlatmıştık: “Doğurganlık oranı kırsal kesimin üçte biri, evlenme yaşı da ondan aşağı yukarı on yıl geç olan İstanbul, birçok Batı Avrupa toplumunun yirminci yüzyıl öncesindeki demografik S A Y F A 4 n 3 1 çaltı yanları var. Esasında İstanbul’da Avrupa normlarına yakınlaşan birçok demografik değişiklik “Avrupai” yaşam biçimi olarak adlandırılmıyordu ama öbür tarafta Avrupai ya da başka değişle alafranga yaşantı Osmanlı’da açıkça tercih edilen elit bir yaşam idealiydi, daha sonra bu ideal Cumhuriyet’in ilk on yıllarında devlet politikası haline gelmişti. Sosyal bilimciler olarak bize çarpıcı gelen ve ancak disiplinlerarası bir çalışmadan anlaşılabilen şey şehrin bu tür ikili yapısıydı. “OSMANLI’DA AŞK TEHLİKELİ BİR KONUYDU” Aile her zaman toplumun temeli, belki öncüsü olarak görülür. Siz araştırmalarınız neticesinde bunun gerçekten de böyle olduğunu söyleyebilir misiniz? Neyi simgeliyor aile tarih boyunca? Aile toplumdan soyutlanamaz. Belli tip bir aile yapısı toplumsal bir simge ve bir ideal olabildiği gibi iktidar tarafından siyasi amaçla da kullanılabilir, Gökalp’in “milli aile” fikri gibi. Söz konusu dönemde makro düzeyde yaşanan büyük siyasi ve sosyal çalkantılar aynı zamanda mikro düzeyde “aile krizi” olarak tecelli ediyordu. Bu çalkantılı dönemde aile, kadın ve kuşaklararası çatışmalar gibi konular edebiyat ve basında sürekli olarak merkezde yer alıyordu. Cumhuriyet’in ilk on yılında gerçekleşen medeni kanunda yer alan aile ve evlenme konusundaki reformların bir çoğu Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’daki günlük yaşamda görülüyordu. Cumhuriyet’in amaçladığı aile tipi ve günlük yaşam tarzının batılılaşması bir çok bakımından Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’da siyasi müdahale olmadan gerçekleşmişti zaten. Bu olgu ancak belli başlı bazı büyük kentlerle sınırlıydı. O zamanki taşra çok farklı bir yapıya sahipti. İstanbul’un, Cumhuriyet’e geçiş sırasında geçirdiği değişim/ dönüşümün ağırlığını siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Kitabın son paragrafında meseleyi şu biçimde dile getirmiştik: “İstanbul sosyal ve kültürel yaşamının birçok alanı açısından özgün bir yere sahip olmasına karşın (...) Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti ve kültürel merkezi olan İstanbul, tüm toplumun kimliğini yeniden şekillendiren sosyal ve kültürel değişimlerin karmaşık kimyasının şekillendiği bir pota görevi görmüştür.” Osmanlı’da aşkın evcilleştirilmesinden bahsediyorsunuz. Bir tehdit miydi aşk? Kitapta bu şekilde anlamıştık: “Osmanlı’da Aşk tehlikeli bir konuydu. Sadece annebabanın otoritesine karşı geldiği için değil, aynı zamanda toplumun ahlaki temellerini sarstığı için de tehlikeydi. Otoriteye karşı bir tehdit olduğu gibi aile namusunu, bütünlüğünü, kişisel kimliği ve giderek toplumsal düzeni de tehlikeye atıyordu. Aşk ve özgürlük, sefahat ve belki, anarşi; aşk veya intihar; özgürlük veya ölüm: Bunlar kişisel konular olmaktan çıkmış, yoğun siyasal anlamlar kazanmıştı.” n sibelo@gmail.com İstanbul Haneleri: Evlilik, Aile ve Doğurganlık 18801940/ Alan Duben, Cem Behar/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 282 s. B özelliklerine sahipti. 1920’lere kadar İslam imparatorluğunun başkenti olan bir şehirde bu nasıl mümkün olabiliyordu? Durum uzun zamandır mı böyleydi? Değilse de buna ne sebep olmuştu?” Bu sorularla yola çıkmıştık çalışmaAlan Duben mıza. Kitabın araştırma ve yazım sürecinde sizleri en çok şaşırtan ne oldu merak ediyorum… Gerekli olan hem 1300h. (1885) hem de 1322h. (1907) tarihlerine ilişkin nüfus defterlerinin devlet arşivlerinde değil, burnumuzun dibindeki ilçe nüfus müdürlüklerinde bulunması bizi şaşırttı. Ayrıca 1907’de eski yazı başlıklı olarak açılan defterlerin 1980’lerin başında bile günlük kayıtlar için kullanılmakta olduğunu görmek bize çok ilginç geldi. Kendimizi canlı tarihin ta kendisiyle yüz yüze gelmiş bulduk! Bir de çok özel ve hoş bir sürprizle karşılaşmıştım. 1980’lerin ortalarında kitabımız için sahaflarda eski aile fotoğrafları ararken tesadüfen kayın validemin 1926 tarihli orta okul sınıf fotoğrafına rastlamıştım, tabii kitaba dahil ettik (bkz., s. 232). Fotoğrafta yer alan sakallı öğretmenin kitabın evlenme bölümünde sözü edilen Said Bey olduğunu geçen yıl öğrendim ve çok hoş başka bir tesadüfle Said Bey’i SALT’ın düzenlediği Said Bey sergisinde yakından izleme fırsatım oldu. 1900’lerin başında İstanbul’da kadınların ortalama evlilik yaşı 20,5 iken 1930’lara geldiğimizde kadınların ortalama evlenme yaşının 23,7’ye yükseldiğini görüyoruz. Hep daha erken (1516 mesela) evlendiklerine dair bir kanı Cem Behar vardır aslında ama 2 0 1 4 gerçekte öyle değilmiş. Siz neler söylersiniz bununla ilgili? Buna benzer bir olgu da Avrupa aile tarihinde de var. İnsanlar geçmişle ilgili amprik olarak kesinlikle bilemeyeceği birçok olguyu sanki gerçekmiş gibi birbirlerine aile hikayeleri üzerinden aktarıyor. Aktardıkça tek tek kişilere özgü bu hikâyeler bir toplumsal “gerçeklik” olarak perçinleniyor: Aileler çok genişti, kızlar 1415 yaşında evlendiriliyordu. Paradigmatik hale gelen buna benzer birçok anlatı toplumsal bilinci bir şekilde oluşturuyor. Burada da ninelerin hikâyeleri, romanlar vs. “delil” sayılıyor. Ne var ki toplumsal düzeyde ancak demografik ve sosyal tarihsel bir çalışmayla bu konuda gerçeklerin öğrenilmesi mümkün. İstanbul’daki ailelerin batılılaşma dönemiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz? Batılılaşma olarak adlandırılan bu olgunun hem bilinçüstü hemde bilin Fotoğraf: Kaan SAĞANAK T E M M U Z C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 1276