25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

OKURL A R A homas Mann 1875’te Almanya’da doğdu. İlk öykülerini Schopenhauer, Nietzsche ve Wagner’in etkisi altında kalarak yazmış ve sanatçının yaratma sorununa odaklanmıştı. Sonrasında ise ünlü “Buddenbrooklar” adlı romanını yayımladı. Bir aile çevresinden hareketle toplumsal sorunlara eğilmişti bu romanında. Ardından çağdaş klasikler olarak nitelenen romanları gelmeye başladı. Hitler iktidarında Almanya’dan ayrıldı. 1936’da ABD vatandaşlığına geçti. 1955’te de Zürich’te öldü. Can Yayınları’nca yayımlanan “Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları”, Mann’ın ‘Anılar Birinci Kısım’ alt başlığıyla kaleme aldığı son romanı. Mann romanının devamını yazmayı tasarladıysa da bunu başaramadan yaşama veda etti. Mann’ın bu önemli romanını Eray Ak değerlendirdi. Prof. Alan Duben ve Prof. Cem Behar çok önemli ve literatürümüzde eksikliği hissedilen bir çalışma içerisine girip 18801940 arasındaki dönemin İstanbulu’nun evililik, aile ve doğurganlık hayatına ışık tutan bir çalışmaya imza attı: “İstanbul Haneleri: Evlilik, Aile ve Doğurganlık 18801940.” Hazine niteliğindeki bu kitap, anlatılan dönemin aile, doğurganlık, evlilik, kürtaj, hayat pahalılığı gibi başlıklar çerçevesinde toplumsal, ekonomik temellerini inceliyor. Üstelik tüm bunların yanında o dönemin aşk anlayışı da çalışmaya ayrı bir renk katmış. Kitabın hikâyesini ve o dönemin algılarını Duben’le konuştuk. Süreyya Berfe’nin toplu şiirleri “Kalfa” adıyla okurla buluşmuştu. Yakın zamanda genişletilmiş yeni basımı yapılan kitap, Berfe’nin şiir yolculuğunu ortaya döküyor aynı zamanda. Berfe’yle hem toplu şiirleri, hem şiirin genel hali hem de toplumsanat bağlantısının günümüzdeki durumu üzerine söyleştik. Bol kitaplı günler... Not: Geçen haftaki sayımızın 15. sayfasında, Giray Kemer’in fotoğrafçısı Vedat Arık olarak basılmış. Doğrusu, Emre Ergenç olacak. Düzeltir, özür dileriz. T P ritique dergisi 2013 güz sayısını “Sinemayazın”a ayırmış; göz atmakla yetindim, edinmedim. Bir bölümü sinemadeneme ilişkisine ayırmışlar, içeriden tanıdığım bir konu. Dünya edebiyatında kamera karşısında deneme yapan ilk yazarlardan biri olsam gerek: 1990’lı yıllarda, TRT’deki Okudukça’da, yaklaşık otuz deneme söyledim: Ortalama üçer dakika sürmüştü her biri, tümünün profesyonel kaydı var bende, bir buçuk saatlik bir DVD üretilebilir onlarla. İki fiil kullandım, yazmak’tan söz etmedim, doğal: O denemeleri yazılı not olmaksızın, kamera önünde irticalen gerçekleştirdim. (Belki bir ikisini, sonra, yazmış olabilirim; şimdi anımsamıyorum). Sinema değil televizyon, denilebilir, hayır: Kamera, sonuçta, biri ya da öbürü için aynı şeyi yapacaktım, yapardım. Kameranın önünden arkasına geçemedim buna karşılık, sinemadeneme bağlamında ne acz! Bir dolu iyi, çok iyi örnek izledim zaman içinde: Deneme kalemle ne kadar yapılırsa, kamerayla o kadar yapılabilecek bir anlatma biçimi. Söz eşlik edebilir (yazı da!), sözsüz gerçekleştirilebilir, büsbütün sessiz kalması düşünülebilir denemefilmin. Senaryosu olabilir mi denemefilmin, bir yan tür olarak evet. Sinemadeneme, öykü sinemasından bütünüyle ayrılıyor. Bir anlatım söz konusu burada, bir anlatı değil. Işığın, rengin değer katsayılarının yüksek tutulmasını isteyen yol: Siyahbeyazda da. Dolayısıyla, sanırım en zorlayıcı sorun, doğru mercek kullanımından kaynaklanır. Kalıyor geriye, hareket ve kurgu. Fotoğrafyazı işbirliğine sık başvurmuş bir yazı adamı, dural görüntüyle kurulan diyaloğun sinemadenemede uzak durulması gerekecek yaklaşım sayılacağını kestirir. Plati’yi çatarken, etrafında sancılanarak döndüydüm. Fazla söze gerek yok: Adım atılmalı, bir prova en azından, yapılmalı. * Chris Marker, Mémoire pour Simone’da (1986), bilebildiğim kadarıyla sinema tarihinde bir örneğine rastlanmamış bir çalışma gerçekleştirmiş: Film çekmeden film yapmak önemli bir deney. Simone Signoret’yi yaşamöyküsel kitabının ekseninden bir belgesele oturtuyor ervasız Pertavsız ENİS BATUR Sinema GünlüğüII C Chris Marker’ın Simone Signoret belgeseli bir portre denemesi... Marker. Söz kurmuş, özgün görüntü çekimi yapmamış, Signoret’nin arkasından kalan görüntü arşivine girmiş, seçmiş, yapıştırmış. Eski görüntülerin yeni bir söz kuşağı eşliğinde okunması, eski görüntülerin bütünüyle Marker’e özgü bir kurguyla akışa yerleştirilmesi filmi tartışmasız biçimde yönetmenin kılıyor. Signoret, ilk küçümen ‘rol’ünden son ‘büyük rol’üne (Mme. Rosa), cımbızla bütünlerden ayıklanarak portre denemesine akıtılmış. Araya amatör aile filmlerinden, haberröportajlardan, televizyon söyleşilerinden, kesyapıştır, eklemeler bindirilmiş. Yüzlerce saatlik bir imge toplamını süzmek başlıbaşına çılgın iş. Ondandır, bir otoportre de. * Mamma Roma’da (1962) beklediğimi bulamadım. Pasolini, belki de yakından ilgilendiği tragedyalardan birinin çağdaş versiyonunu gerçekleştirmek istemişti: Kırsaldan büyük kente dönmeye karar veren, 40’ını geçmiş bir fahişe Mamma Roma, o güne dek doğru dürüst ilgilenemediği 16 yaşındaki oğlunu “kurtarmak” için göçüyor Roma’ya, manav olarak çalışıyor. Pazarda, düzgün bir ev tutuyor, ama genç belalısı pezevenk peşini bırakmıyor, oğlu serseri yaşıtlarına bulaşmayı yeğliyor acı bir final sahnesiyle kapanıyor film. Mamma Roma’yı asıl taşıyan Anna Magnani. Ne yazık ki, senaryosunu kendi yazdığı bu filimde büyük işlerinin düzeyine çıkamamış Pasolini. Siyasal bağımlılıklar, 1945 sonrası, faşizmden yılmış aydınyazarları da, aydınsanatçıları da toplumsal gerçekçiliğin çatısı altında buluşturmuştu ayakta sağlam kalabilmiş yapıt sayısı çok değildir o anlayıştan; söz gelimi Picasso’nun bence en kötü resimleri, Aragon’un bence en düşük kalibreli şiirleri, pek çok roman aynı adresin kurbanları arasında sayılabilir. Mamma Roma’yı bu noktaya götürenin “konu”su olduğunu düşünmüyorum: Bir üslup ve anlatım zaafı düşürüyor filmi. Aynı Pasolini, Büyük Kuşlar ve Küçük Kuşlar’la bir başyapıta imza atmayı bilmişti. * Ascenseur pour l’Echafaud (1958), Yeni Dalga’nın kült filmlerinden biri. Yeniden izlerken bir dizi acemi cüretkârlığın güçlü bir yönetmeni ustalığına doğru pişirdiğini düşündüm: Louis Malle sonra, erken ölümüne karşın, özgün bir yapıt ortaya koydu. Yeni Dalga’nın genç yönetmenlerinin gözünde Hitchock’un ayrı bir yeri olmuştu; bu filmde de mührü belirgin. Şu var: Neredeyse pürüzsüz bir örgü egemendir her Hitchock filminde, oysa burada inandırıcılığı yer yer yoran, çok sayıda basiret bağlanması söz konusu. Louis Malle, kader ağlarını örsün bırakmış, yerine, örümcekyönetmen, keşke kendi ağını kursaymış! Akşamüstüden bir sonraki sabaha bütün filmi geceye oturtması; paralel hikâyeleri iç içe geliştirmesi; Miles Davis’i stüdyoda filmin görüntülerine bakarken emprovize caza yöneltmesi: Bu cüret isteyen seçimler, bir deneyim eksikliğinin gölgesinde filme çekiciliğini yüklüyor gene de. Bir de, genç yönetmen, insan “yüz”ünün, “gövde”sinin başlıbaşına dramatik “konu”lar olduğunu baştan bildiğini gösteriyor. n TURHAN GÜNAY turhangunay@cumhuriyet.com.tr cumkitap@cumhuriyet.com.tr twitter: www.twitter.com/CumKitap eposta: Pier Paolo Passolini ve “Mamma Roma”sı... Louis Malle’in filmi Yeni Dalga’nın kült filmlerinden. İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç t Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız t Yayın Yönetmeni: Turhan Günay t Sorumlu Müdür: Aykut Küçükkaya t Görsel Yönetmen: Dilek Akıskalı t Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. t İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2, 34381 Şişli İstanbul, Tel: 0 (212) 343 72 74 (20 hat) Faks: 0 (212) 343 72 64 t Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri, Hoşdere Yolu, 34850 Esenyurt İSTANBUL. t Cumhuriyet Reklam: Genel Müdür: Özlem Ayden t Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Körükçü t Reklam Koordinatörü: Hakan Çankaya t Reklam Müdürü: Ayla Atamer t Tel: 0 (212) 251 98 74750 (212) 343 72 74 t Yerel süreli yayın t Cumhuriyet gazetesinin ücretsiz ekidir. C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 1 2 7 6 3 1 T E M M U Z 2 0 1 4 n S A Y F A 3
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle