19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ülkemizin önemli edebiyat armağanlarından Altın Portakal Şiir Ödülü, bilindiği gibi Antalya Büyükşehir Belediyesi Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) tarafından aynı kentte düzenlenen etkinliklerle veriliyor. Geçen yıl 17. Altın Portakal Şiir Ödülü’ne değer görülen Şükrü Erbaş üzerine bildirilerin sunulduğu üç günlük sempozyum, ödül yönetmeliği gereği bu yıl geçtiğimiz günlerde yapıldı. Sempozyumda sunulan bildiriler bir kitapta toplandı. Kırmızı Kedi Yayınları’nca basılan kitap, Şükrü Erbaş şiiri üzerine derinlemesine yazılar içeriyor. Kuşağının önemli şairlerinden olan Şükrü Erbaş’ı, biz de Cumhuriyet Kitap Eki olarak farklı bir şekilde kutlamak istedik. Buradan, kendisini bir edebiyatçının değil, bir karikatürcünün; “Feklavye” çizerinin yazısıyla selâmlıyoruz. Şükrü Erbaş şiiri için eskiz OĞUL VE AYNA Bu oğullar büyük bir fırtınadan çıkıp geldi telaşla bakıyorlar dünyaya ve arka odalarında ölümün onları duyarım sessizce yere düşen düğmenin sesinde dağları yaslı kılan türkülerde onları… ağacın ağlamadan içini döktüğü yerde Bu oğullar büyük bir fırtınadan çıkıp geldi telaşla bakıyorlar gençliği aşkla söndürülmüşlere kendi şarkısını söküp alışında yağmurun onların sesleri var salkım salkım ve onların hâtrınadır dönüşü dünyanın Bu oğullar büyük bir fırtınadan… geceyi hançer gibi belinde taşıyan kadınların saçlarından tutup dünyaya indiler bu şiirin başından geçenlere derin bir ayna gibi bakmaları ondan bu fırtınalar büyük bir oğuldan… Şeref BİLSEL ikinci bölümü biraz daha geliştirilse başlı başına bir kitap bile olurmuş. Şiirler, uzun bir şiirin parçaları gibi duruyor. İster baştan sona okunsun, ister sondan başa simetrik bir yapı var. Bu bölüm, “Babalar ve Oğullar” ekseninde yazılmış bir yarım kitap sanki… “Bu oğullar büyük bir fırtınadan çıkıp geldi / telaşla bakıyorlar dünyaya / Ve arka odalarında ölümün / onları duyarım sessizce” dizeleri hangi gerçeklikle ilgili olarak söylenmiş olursa olsun Türkiye’nin bugünkü çalkantılı günlerini resmediyor. Daha önceleri de böyle değil miydi? Bu ülkenin oğullarıbabaları kaç büyük fırtına gördüler? Ya göremeyenler? Vakitsizce toprağa düşenleri ve onların acısını “dünyanın külü”nü eşelerken elbette görecektir okur. Ve yeni doğanlar nasıl bakacaklar bu ateşten, külden ibaret dünyaya? Tabi, şair acının dipkazılarını yaparken sağlam imgelere oturtuyor şiirini, kesinlikle sloganik bir düzeyde kalmıyor, elbette şiir söylev değildir. Şu dizeler bu görüşü tastamam doğrulayacak nitelikte: “Bu oğullar büyük bir fırtınadan… / geceyi hançer gibi belinde taşıyan kadınların / saçlarından tutup dünyaya indiler.” Yazının başlarında görmekbakmak eylemlerinin Bilsel şiiri için önemini söylemiştim. Alıntıladığım dizelerin sürrealist bir ressamın konusu olduğunu C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I E düşünüyorum da ürperiyorum gerçekten… “Acılar, fırtınalar, oğullar, analar, babalar, yangın yerleri, küller, hançer, ölüm…” nasıl resmedilirdi acaba? Resme de çok kapı açıyor Bilsel’in şiiri, özellikle söz konusu kitap. “Herkes gördüğünde saklanır / susan da konuşmak isteyen de alır gördüğünde” Evet, görmeyigöstermeyi başaran bir resimşiir Bilsel’in şiiri… Bireysel ve toplumsal düzlemde yaşadıklarımızın yalınkat değil derinlikli bir tablosu. Görünüşte çıkardığınız bir anlam var ama asıl iletiyi algılamak için tablonun içine, renklere çok dikkatle bakmak gerekiyor. *** Şair, yazıyorsa yine de umutla bakmak, hayata iyiliktengüzellikten bir kapı açmak zorunda. Yoksa nasıl tutunuruz ki yaşama? Şiirden başka ne sağaltacak şu yangın yerine düşmüş ruhumuzu? Şair, her şeye rağmensevmeye, sevilmeye, umuda tutunmaya çağırır: “Derim ki işte böyle hâfız, insan sevmeye görsün / sevince, taş ince, yürek ince.” Bu şiirler, geçmişin ve günümüzün şartları göz ardı edilmeden okunmalı. Çünkü tarihsel olanın da altını sağlamca çiziyor şair: “... Bu bozkır ortasında çok göz yaşarmıştır.” Gaz bombalarının üzerimize değil içerimize duman duman boca edildiği günlerde Bilsel’in şiirlerini güncel, tarihsel ve siyasal olan üzerinden okumak farklı sonuçlara varmamızı sağlayacaktır. “Şiir ne iş görür kaybettiğimiz rüyaların yamacında” diyor ya şair, insanlık kadar eski bu türü acılarımızla, sevinçlerimizle harmanlayarak yaramıza merhem yapıyorsak bir işe yarıyordur sanırım. En azından durup ülkeme bir de bu şiirlerden bakıyorum. Umudumu koruyorum yine de. Hem biz buraya niye ve nasıl geldik? Bunun cevabını verebiliyorsak sorun yok. Şair vermiş: “Biz buraya yurtsuz olalım diye geldik / kim bizi döndürecek uykusuzluktan / ıslağız sırtımızda bir hırkai şeref geldik.” O zaman şairler, şiirler, ağaçlar, parklar sözünü daha gür söyler ve gerçekten insan isek “hırkai şeref”le gideriz ateşten ve külden ibaret bu evrenden. n Dünyanın Külü/ Şeref Bilsel/ İkaros Yayınları/ 72 s. 1255 r Semih POROY rnst Fischer, “Sanatın Gerekliliği” kitabına(*) Jean Cocteau’dan bir alıntıyla başlar: “Onsuz edilemeyen bir şeydir şiir, ama niçin onsuz edilemez, bir bilsem.” Fischer, Cocteau’nun bu şaşırtıcı ve alaylı sözünün, sanatın gerekliliğini olduğu kadar, burjuva dünyasındaki tartışılabilir yerini de özetlediğini belirtir. Cocteau, Doğu dünyasını derinlemesine bilseydi acaba cümleyi başka türlü söylemeyi dener miydi? Sözü, dar anlamıyla alıp buradan ilerlemeye çalışacağım: Biz “küçük burjuvalar” kimileyin akşam masalarında şiir okumayı severiz. Kendimiz yazmasak da, yazılmış iyi şiirlere sözü bıraktığımız olur. Sözün gelip şiire dayandığı anlardır. Bazen de şu olur: Anadolu’da bir köyde, kimileyin karşılaştığınız, oturup konuştuğunuz bir yaşlı teyze, kocamış bir amca öyle bir söz eder ki, o anda ya da sonradan bunun şiirli bir söz olduğunu fark edersiniz. Bilgece söylenmiş sözler… Süslenmemiş… Şiir gibi… Ve bu insanların, şiir hakkında hiç düşünmemiş insanlar olduklarını aklınıza getirdiğinizde şaşırır kalırsınız. “Sanatın en büyük süsü, sadeliğidir.” diyen kimdi? Doğu’da sıradan olan, Batı’da kimileyin efsane diye algılanır. Doğu, şiirini kaybetmemiştir. Bunu, “Batı, kaybetmiştir” gibilerinden söylemiyorum… “Şiir” derken bir edebiyat biçiminden söz etmiyorum burada. Doğu’nun; içinde bulunduğu koşullar yüzünden, henüz destanlara, söylencelere ihtiyacı vardır. Bunlar da, binlerce yıldır şiirli söyleyişlerle dile getirilirler. Ve bir edebiyat biçimi olarak “şiir” de böylelikle, Doğu’da, onsuz edilemeyen bir şey hâline gelir. Sözü Şükrü Erbaş’ın şiirine getirmeye çalışıyorum. Yapabilecek miyim?.. Bakacağız. Bir eski söz “insan aynı şekilde ağlar, farkı şekillerde güler,” der. Gülme biçimleri, daha doğrusu gülme nedenleri, dürtüleri, halkların karakterini ele verir. Nelere, nasıl güldüğünü gözlemleyerek halkların büyük resmini çıkarmak mümkündür. Şiirde, romanda, öyküde benzer bir şey söylenebilir mi, bilmiyorum. Dünyada, insanlar nasıl bir şiirle tümden kederlenebilirler? Kimi toplumlarda şiir büyülü bir sözdür; kimisinde duygulara seslenir; kimi toplumlarda ise salt mantıktan ibarettir. Bu durumlarda, bir toplumun şiirini diğerine kabul ettirmek, benimsetmek epey zor olur. Acı deyince yalnızca parmağına batmış iğnenin acısını anlayan kişiye, toplumsal acıdan söz eden bir şiir her zaman kolaylıkla bir şey söylemeyebilir. İşte, galiba Şükrü Erbaş şiirine geçebileceğim yer burası: Acı… Dünyada, insansoyunun yaşadığı, duyduğu ne kadar acı varsa, bunlar Şükrü Erbaş’ın da acılarıdır. Yüreğine gelirler; çöreklenir, orada birikirler. Oradan, onun şiirine geçerler. Şiirindeki acı, insanlığın acısıdır. Ama bunlar, şiirinde “acı” olarak kalmaz. Sanki acıyı dindirecek ilacın acısıdır bu. Dillendirildiği için farkına varılan bir acı... Farkına varıldığı için, paylaşılır. Ve acı, azalarak yaygınlaşır. Erbaş’ın, şiirsel bir düzyazısında dediği gibi, “herkes, birbirine bakarak anlar yaşadığını.” Ve yine Erbaş, unutulmaz Melih Cevdet Anday’ın bir sözüne de dikkatimizi çekmekten geri durmaz: “Acı, insana sonradan verilmiş yaşama gücüdür.” Şükrü Erbaş’ın şiir yayımlamaya başladığı zamanlar, toplumcu gerçekçi olunacak zamanlardı. Slogancılığın iyi şiir üzerinde baskısını duyurduğu zamanlar… Aynı dönemdeki kimi iyi şair arkadaşları gibi o da toplumcu oldu; gerçekçi oldu. Toplumculuktan bir an bile uzaklaşmaksızın, şiirini slogancılığa terk etmemiş olmakla günümüzün sözü dinlenir şairleri katına yükseldi. Şükrü Erbaş’la tanıştığımızda Sivas’taki Madımak Oteli’nin dumanları hâlâ tütüyordu. O günlerden bu yana Şükrü Erbaş şiirini artık daha yakından biliyorum. Toplumculuğunu açıkça belli ederek, ama bağırmadan şiirine yediren Erbaş, sınıfsal bakışını usulca haykırarak özetler: “Aynı yüzyıl mıydı şu yaşadığımız.” Şükrü Erbaş’ın şiirini daha içeriden bilenler onun aynı zamanda “aşk şairi” olduğunu söylerler. Bence de öyledir. Aşk acısı az şey mi! Yalnızca neler yazdığını ve şiirindeki izlekleri söyleyerek Erbaş’ı anlatabilmiş olmayız. Hem geleneksel halk şiirini hem modern şiiri bilerek büyük şiir mirasının yazım biçimleri üstüne de düşünen bir şairdir o. İlk şiirlerinden bugüne biçim denemeleri de yapmış, değişik yazış ve söyleyişler peşine düşmüştür. Birçok söyleşisinde, kalakalmış yazmasöyleme kalıplarının şiirin hapishanesine dönüştüğünden yakınır. Şiir belki de en eski, kadîm yazı türü olarak toplumsal öz’le en özdeş söyleme biçimidir. Yâni, şairinin olduğu kadar toplumun da malıdır. Şairine olduğu kadar topluma da aittir. Böyle söyleyerek şiiri şairinin elinden almaya çalıştığım sanılmasın. Buna kimin gücü yetebilir? Dediğim, toplumların büyük şiiridir. Şükrü Erbaş şiirini yitirmemiş toplumların şairidir. n Bağbozumu Şarkıları Odağında Şükrü Erbaş Şiiri 17. Altın Portakal Şiir Ödülü 2013 Sempozyum Kitabı/ Yay. Haz.: Mustafa KoçŞehmus Ay/ Kırmızı Kedi Yayınları/ 400 s. 6 M A R T 2 0 1 4 n S A Y F A 5 (*) Sanatın Gerekliliği, Ernst Fischer, Çev.: Cevat Çapan, Sözcükler Yayınları, İstanbul 2012.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle