Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K Güner Ener’in “Eylül Yorgunu”ndaki öykülerinde güçlü, isyancı, aykırı, kendi düşüncesi, inancı yönünde bireysel seçimi doğrultusunda tutum sergileyen anlatıcı bir kadın bireyle karşılaşıyoruz. adın varlığın, Osmanlı’da başlayan, ancak alanı, sınırları yine erkek varlıkça belirlenen modele dayalı toplumsal cinsiyet, toplumsal işlev yönünde sürdürdüğü savaşımın, bütün bu haklara Cumhuriyetle kavuşulmuş, artık amaca ulaşılmış, ötesi gerekmiyormuş gibi düşüş sergilediği biliniyor. Buna göre kadının, Cumhuriyetle kazanılan hakların yaygınlaştırılıp benimsetilmesini öncelikli görev olarak algıladığı, üstelik bunun, genel kabul gördüğü anlaşılıyor. Bu tutumun, binlerce halkevi, halkodası, bunların on binlerce üyesi tarafından 1950’ye dek, yaklaşık yirmi yıl boyunca bu şekilde sürdürülmesinin, yalnız kadın hareketini değil tüm sanat alanlarını derinden etkilediği ortada. Osmanlı’dan devralınan toplumsal ortaçağ yıkıntısının yerine yeni bir usun, modernizmin, sonuçta Anadolu Aydınlanmasının geçirilmesi kaçınılmazdı o insanlarca. Bu yüzden kadın hareketinde birey olgusunu geliştirenlerin 1940’larda Marksçılarla başladığı söylenebilir herhalde. Bu doğrultuda hem kadın savaşımında hem de sanat alanında ilk toplu karşı çıkışın bu yıllarda siyasal eylemleriyle de öne çıkan kadınlarca, alanlarının sanatçılarınca gerçekleştirildiği söylenebilir gönül rahatlığıyla. O halde kadın eylemi denli kadın erkek herkesin bireyleşme, bağımsızlaşıp demokratlaşma, sanat alanlarını toplumsal eğitim gereci olmaktan çıkarma yönünde bir kavrayış, 1940’ların kelleyi koltuğa almış kadınlarıyla erkeklerinde göründü ilkin… 1950 kuşağı bireyleri, gözlerini açtığında bu mirası hazır buldu önünde. 1940 kuşağının yarattığı havadan, estirdiği rüzgârdan yararlanarak kendilerine ulaşan birikimi çok daha ileri boyuta taşıyabildi böylece. 1940 kuşağı dönemin baskıcı kavrayışına karşın kendini nasıl geliştirebildiyse, 1950 kuşakları da baskıcı, antidemokratik yönetime karşın ileri aşamada bir sıçrama sergileyebildi yine de. Nasıl bugün de 1980 sonrasında yaşanan insanlık dışı baskılamaya karşın herhangi aşının kazandırdığı bağışıklığa benzer bir direnç kendini gösterebilmişse… 1950 KUŞAĞININ YOL AÇTIĞI UFUK GENİŞLEMESİ… 1950 kuşağı değil, 1950 kuşakları diyorum özellikle. Çünkü yalnız şiirde, öyküde, romanda yani yazında yaşanmadı değişim. Tiyatroyla sinema da değişip dönüştü. Resimle müzik de payını aldı bundan. Bireyleşme yolunda çok daha güvenli bir ilerleyiş başladı. C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ÖYKÜCÜLERİMİZ ARASINDA14 Güner Ener adlı kadın yazar olmayı başarmak Burun kıvrılan varoluşçuluk da bunda olumlu rol üstlendi elbet. Özellikle kadınla erkeğin bireyliğine, bağımsızlığına yönelik etkisiyle en yakın mecra bağlamında sanata aktı bu erke doğal olarak. Bugün nasıl adlandırılabilecekse bu, gelinen aşamada Cumhuriyetle onun kurucu iradesi olarak Kemalciliğin, sonra Marksçılığın, en son da varoluşçuluğun rolünü, etkisini, payını görmemek olanaksız bunda… Bütün bunları, bir kadın birey, kadın sanatçı bağlamında, öykücü olarak Güner Ener özelinde gözleyip izlemek, bu örnekten kalkıp gerek öykücülüğümüze gerekse kadın savaşımına değgin kimi öne sürüşler getirmek olanaklı geliyor bana. Değerli yazar, ressam Güner Ener’den tam iki yıl önce bir mektup almıştım; basbayağı mektup, ileti değil. Bir ressamın elinden çıktığını fısıldayan, güzelim bir el yazısıyla. Söz konusu mektuptan bir bölümle konuya gireyim istiyorum: “Sn.M.Sadık Aslankara/ Uzun zamandır size kitabımı göndermeyi düşünüyorum. Bitip tükenmeyen uğraşlar, ertelenemeyen görevler, sağlık sorunları, vb. engelledi hep. Sonunda ‘eh, artık ertelemenin sınırını çiz’ deyip işe koyuldum./ Yıllardır Cumhuriyet Kitap ekindeki yazılarınızı okumaktayım –bir kaç komşunuzu da. Dikkatimi çeken şeylerden biri ‘kadın yazarlarımız’a gösterdiğiniz ilgi. Sayıları, sizden öğrendiğime göre, neredeyse yüz’e ulaşacak şu sırada. Birkaç tanesinin kitaplarını okudum, yani yenilerin, elbette rastgele seçerek. Sayı çoğalınca seçim zorlaşır. Ama refleksim beni frenler, örneğin çok sözü edilenlerden uzak durmak gibi. Gittikçe kısalan zamanımı boşa harcamamak için. “Benim boy gösterdiğim yıllarda sayımız çok azdı, 510 kişi kadar. 12 tanesi dışında, herkes hak ettiği yere oturmuştu. Sonra yavaş yavaş arttı, giderek hızlandı, derken şaşırtıcı rakamlara ulaşıldı, Hepsini okumadığım için, bu inanılmaz bir bereket mi, enflasyon mu ayırdetmem olası değil. “İlk iki öykü kitabımdan sonra –(Eylül Yorgunu1969, Camın Kırık Yerindeki Mavi197071) tüm enerji ve üretim gücümü resim sanatına yönelttiğim için, uzun yıllar yazıyı erteledim. 1959 yılından beri öykülerim edebiyat dergilerinde yayınlanıp durmuştu. Kitaba dönüşmesi 1969 yılında gerçekleşti.” “1971 ve sonraki yıllarda ancak dergi ve gazetelerde, zaman zaman, talebedilen yazıları yazdım.” “Eylül Yorgunu’nun 1999’da yani otuz yıl sonra yapılan ikinci baskısını size gönderiyorum. Kitabın ek bölümünde ‘neden?’ sorusunun cevaplarını bulacaksınız.” Güner Ener, Eylül Yorgunu (İmge, ikinci basım, 2000) adlı kitabının yanına Sevinç Özer’in Adam Öykü’de yer alan bir yazısını da eklemiş: “Türk Öyküsünde ‘Kadınlık Durumu’ ve Öncü, Asi Kadınlar: Güner Ener, Sevgi Soysal, Aslı Erdoğan”. İşte tam bu noktadan 1950 öykücüler kuşağının yol açtığı ufuk genişlemesi konusuna geçelim gelin. 1950 ÖYKÜSÜNÜN GETİRDİĞİ BİREYSEL DİNAMİZM… Güner Ener’in Eylül Yorgunu’ndaki öykülerinde güçlü, isyancı, aykırı, kendi düşüncesi, inancı yönünde bireysel seçimi doğrultusunda tutum sergileyen anlatıcı bir kadın bireyle karşılaşıyoruz. Bu anlatıcı, yaşadığı bunaltıya karşı sığınak arayışı içinde görünse de güçlü söylemi, toplumla çatışmasında tuttuğu safı, konumlandığı yeri bakımından önem taşıyor. On öyküden ilk beşine şöyle giriliyor sözgelimi: “Hiçbiri anlamayacak. Bunların hepsi hayvan. Katı alınlarıyla,sınırlı düşlerin ya da düşsüzlüğün donuklaştırdığı gözleriyle, buz gibi elleriyle, bakacaklar ve anlamayacaklar.” (9); “Tüm ışıklar söndü. Bir süre ellerimi soğuk camda gezdirdim. Sonra o boşunalık duygusu beni olduğum yere yıktı. Artık, büyük şehrin birbirine benzeyen sokaklarından birindeki bu odada, yalnız koyu karanlık vardı.”(15); “Her şeyleri yitirdiğim yerdeydim. Boşluktaydım. Tek başımaydım.” (25); “Konuk gibiyim her yerde. Bütün kapıların ardında görünmeyen bavullar duruyor.” (31); “Bu evde çiçekler büyümüyor artık. Boz bir aydınlık bütün odaları basmakta.” (41) Hemen her tümcesiyle klasik çağdan çıkagelmişçesine ağırlıklı, neredeyse fragment özelliği yansıtan doygun, tok duruşlu bu metinler, adeta bir manifesto. Kaldı ki tüm öykülerin bir bağlama yerleştikleri görülebiliyor. Öykü evrenleri, anlatıcılar, hemen her öyküye katılan silik ya da belirgin erkek figürler, terk edilen ya da aranılan kent, yerleşme özlemiyle yaşanan yerleşiksizlik, sonra kitap, resim, kedi, çiçek vb. anlatı öğeleri bütün öyküleri bağlamlı kılmaya yetiyor. Bir yarılma diyelim buna; yabancılaşma, ama sonuçta bir o denli de bireyleşme. O ile öteki arasındaki derin ayırım, körkütük uçurum hemen her öyküde yeniden yeniden önümüze geliyor: “Böyle yan yana el 6 eleyken, ayrıayrılığımız, tektekliğimizi iyice duyuyorduk –yalnızlığımız en çok yataklardaki beraberliğimizde büyürdü.” (27) Her nereye giderse gitsin artık hep konuktur o: “İçinde bulunduğum her düzeni bir çırpıda yıkabilirim.” (31); “Kaybolmuş… çocuk… gibiydim… her… şehirde.” (37) İlerleyen sayfalarda aslında bir tek öykü okunuyorcasına bir duygu yaşanıyor. Çünkü anlatıcı nereden alıp, nerelere götürüyor, hangi evrenlere doğru sürüklüyorsa biz yine de hep aynı yere çıkıyor, aynı gerçeklikle buluşuyoruz; sevgisizlik, anlayışsızlık… Buna göre bütün öyküler, toplumuyla çatışma hali süreğenleşen bir anlatıcının çevresinde gelişiyor… GÜNER ENER’DEN GELECEĞİN KADIN ÖYKÜCÜLERİNE 1940’lardan 60’lara uzanan süreç, dünya konjonktürüyle örtüşme içinde kendini ortaya koyarken toplumsal, bireysel yaşamdaki kavgalara da yansıdı bu. İşte bu sürecin bireysel varoluş kavgasını sürdüren öncü adlarından biri olarak alınmalı Ener’in anlatıcıları. Tabuları yıkıp ortadan kaldırmak, dogmalara karşı savaşmak için diklenen bu karakter artık tam anlamıyla bireydir. Yukarıda anılan yazısında Sevinç Özer’in “radikal” olarak nitelediği tutum da budur. Nitekim 1950 kuşaklarının içinden süzüldüğü dar ölçekli o 28 Nisan 1960 İstanbul, 5 Mayıs 1960 Ankara çıkışlarından sonra Gezi Direnişi’nin Türkiye’yi sarsan dinamizmine karşın sağırlaştırılmış bir toplum olgusu ile yüz yüze gelinmedi mi? Buna göre öncelikle Güner Ener’den yükselen ses, iyi alınmalıdır ki, geleneğin ardılı olarak geleceğin öykü mimarisi de sapasağlam kurulabilsin. Zaten öykülemede çok güçlü, neredeyse olağanüstü bir iç sesin egemenliği öylesine belirgin ki, bu bile, öykülerin nasıl bir biçemle örüldüğünü göstermeye yetiyor. Asla mızmız değil bu ses, tersine dayatan, tuttuğunu koparan cinsten! Sizi peşinden sürüklemeyi başarıyor bir anda. Dramatik dolantı kurmada, öyküyü, ana damar yönünde devingen kılmada sürekli katkı koyuyor. Sonuçta bu iç ses, başka bir varlık: Bir öykü cini! Seçtiği sözcüklerle, sözdizimleriyle yazarın, olgunluğu da aşar nitelikte yetkinlik yansıttığı söylenebilir. Saldığı erden emeçlerle hâlâ göz çelen bir öyküleme diyelim bunun için. Bunca iç ses kullanmasına, bunaltıya vb. yer ayırmasına karşın daraltmak şöyle dursun, kara anlatıya da göz kırparak okuru kıpır kıpır eden, metinler hep… Bir gizli şairle tiyatrocunun, yanında sinemacının, ötesinde müzikçinin koluna girdiği bir yazar ressamın öykülerini okuyoruz Eylül Yorgunu’nda. Bunun arkasını neden getirmediğini, yazar, yapıtına eklediği “Bu Kitabın Öyküsü ve Başka Öyküler” başlığı altında açıklamaya girişiyor. Buna göre ikinci dosyası Camın Kırık Yerindeki Mavi’yi yayınevine teslim ettikten sonra, 12 Mart’ın o alev topu altında bunun başka bir yazarca kullanıldığını öğreniyoruz anlatısından… 1950 öykücüleri arasında öykülemesi, öyküye getirdikleri, söyledikleriyle kuşağın en güçlü temsilcilerinden biri olduğu apaçık ortada Güner Ener’in. O, yarım yüzyıl önce yayımladığı öykülerle yalnız günümüz kadın yazarları için değil yarım yüzyıl sonra öykü yazmaya koyulacak kadın yazarlar için de örnek olmayı sürdürecek bir imza! Üstelik bunun bilincinde bir yazar aynı zamanda: “… [İ]lerleyen yaşım, genç kuşakların sorumluluğunu duymak gibi yepyeni bir durumun içine yerleştirdi beni. Uyarmak, açıklamak, bak diye işaret etmek bir tür görev artık.” (107) İşte orada Güner Ener, öyküleriyle, Eylül Yorgunu’nda… Kadın yazarlarımızın, tüm kadınların Dünya Emekçi Kadınlar Gününü, Kadınlar Gününü kutluyorum efendim… n 2014 n S A Y F A 25 K 1950 öykücüleri arasında öyküye getirdikleri, söyledikleriyle kuşağın en güçlü temsilcilerinden biri Güner Ener. 1255 M A R T