Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Bir yayınevinin öykü dergisi çıkarması yeni bir girişim değil elbette, ne ki bu tutum, yayınevine saygın bir konum kazandırıyor yine de. Yoksa bunların hiçbiri geçerli değil de öykü veya öykü kitabı yayımlamanın, öykü dergisi çıkarmanın veya öykü yayınevi kurmanın herhangi eşref saati mi var? Şimdilik soruyu, böylece ortada bırakıp, gelin Senem Dere’nin Yağmur Gölgesi, Neslihan Önderoğlu’nun Mevsim Normalleri adlı ikinci öykü kitaplarından içeri girip kısa bir gezinti yapalım biz… NESLİHAN ÖNDEROĞLU: “MEVSİM NORMALLERİ”… Öykülemeyi iyi bilen bir yazar Neslihan Önderoğlu. Yazınsal bağlamda matematiği bunca ustalıkla kullanışı, işletmeci oluşuyla açıklanamaz herhalde. Bunu, öykülerde kullandığı kimi terimlere bakarak söylüyor değilim yazarın, tersine anlatısını kolayca kurabilmesinden, öykülerini sağlam denklemler üzerine oturtmasından kalkarak söylüyorum. Öykücülüğünü matematikle içlidışlı yürüttüğü apaçık görülebiliyor çünkü onun. Neslihan, eksiltili, sıçramalı anlatımıyla önceki öykülerinde de dikkatimi çekmemiş değildi zaten. Bunun yanı sıra yan anlam örgüleri kurup geliştirmede, bunları çımacı gibi öteye beriye fırlatarak köprüler kurmada, sonra ayrıntıların yığma olanlarıyla işlevsel nitelik taşıyanlarını seçip ayırarak gerektiği yerde gerektiği ölçüde kullanmadaki hüneriyle de dikkati çekiyor. Ayrıca eylemi anlatıyor görünse de öykünün yerli yerindeki yapıtaşlarıyla, gerekirliklerini karşıladığı öykü evrenleriyle sergilediği içtenlikli yaklaşım temelinde, sınıfsal gerçeklikle uyumuna dikkat ederek yarattığı kişileriyle artık üzerinde durulması gereken bir öykücümüz o. Yazar, Mevsim Normalleri’nde yer alan öykülerin neredeyse yarısında kadın erkek ilişkilerine minnacık bir açıdan yaklaşıyor belki ama öykücü konumuyla kendine serdiği yatakta bu ilişkileri deşme fırsatı yaratarak bir yandan ufuk açıcı rol de oynuyor. Kimilerinde kadınla kadın ya da erkekle erkek arasında oluşan gerilime yer açarak öykülerindeki çok açılılığı da genişletiyor böylece. Yapıttaki öyküler tümden böyle bir yapı sergiliyor değil elbette. Farklı biçemlerde kaleme alınmış öykülere de rastlanıyor çünkü. Kaldı ki aynı izleksel bütünlüğü sürdürse de farklı biçemlere çengel atıp orada tutunmaya girişmiş öykülerle de karşılaşılıyor. Hatta buna, dilsel yapıyı farklı yerlere taşımayı hedeflediği bir iki öykü örneği de eklenebilir. O zaman bir anda çağrışım, anıştırmaya, sezinletmeye dayalı imgeleme öne çıkabiliyor. Öte yandan emekçilere karşı sergilediği içtenlikli tutumunu ilk öykü kitabında gözlediğim Neslihan Önderoğlu’nun, ikinci kitabında da bunu sürdürmesini sevinçle karşıladığımı belirtmeliyim. Bütün bunların ardından eğer bir öykücü, kaleme aldığı öyküleri, tutup bir de okura yazdırmayı başarabiliyorsa, işini hakkıyla yapmış demektir bana göre. Nitekim bu kitabından da üç öyküsü kaldı bende, anımsayacağım; “Kestane Ağacı”, “Cirdonlar”, “Çorba”… Bütün bunlardan sonra yukarıda özetlemeye giriştiğim yazınsal tutumuna bakılarak Neslihan Önderoğlu’nun yolunun açık olduğu söylenebilir kanısındayım. Ama yeni dosyasını yayımlamak için evecen davranmaması koşuluyla… C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I SENEM DERE: “YAĞMUR GÖLGESİ”… Senem Dere, ilk öyküler toplamında içbükey bakışla yansıttığı taşrakasaba bungunluğundaki gerçeklik algısına dayalı öykülemesini sürdürüyor Yağmur Gölgesi’nde. Nitekim “tuhaf bir hayvan gibi içine kapanmış kasaba” (21) diyor bir öyküsünde yazar. Gerçekten onun öykü evrenleri, bir sırt ürpermesine yol açmıyor değil. Karanlık ortamlar, çıkışsız görünen olgular öykü evrenlerinin ayrılmaz çerçevesi bir bakıma. Bu tuhaf kapanmışlığı insan da içinde taşıyor. Zaten kitaba adını veren “yağmur gölgesi” için, dipnotta “çölleşme” olgusuna yaptığı vurgu da dikkat çekici yazarın. Bu, aynı zamanda imgesel bir gönderme. Dere, öykülerinde yaşanılan bu “çölleşme” olgusuna yöneliyor. İzleksel açıdan ya da konu bütünlüğü çerçevesinde bağlamlı kılarak, görece üçlemelerle bölümlüyor öykülerini yazar. “Üçlükler” mi demeliydim yoksa bunlar için? Birbiri yerine geçebilen evrenleri, karakterleri, hatta öğeler, gereçleri ile birbirinin süreği haline geliyor öyküler. Öte yandan bu öykülerde, henüz ortaya çıkmamış bir şairin ayak izleri varmış duygusu uyanıyor okuma eylemi sırasında insanda. Şairane değil elbette ancak öylesine şiiril bir yapıya dayalı ki öyküler, bu durum, içe kapanmış anlatıyı daha da baskılıyor. Sahnede aynı oyuncular farklı rollere çıkar ya, Senem Dere’nin öykülerinde kişiler birbiri içinden geçerek birilerine katılıp sonra aynı şekilde geriye dönebiliyor yine. Bu doğrultuda prizmatik alıcılara sahip çok açılı bir yaklaşımın göstergesi bağlamında değerlendirilebilir öyküler. İlk üçlüğün öykülerinde kadınla erkeğe odaklanıyoruz. Birbiri üzerine eklenen bir “yağmur gölgesi” halinde uzanarak sonsuzca ilerleyen bir yok oluşa gidiyor sanki bu. Diyelim farklı bir Havva Âdem öyküsü. Bu nedenle öykülerde kadınla erkek ilişkisinin bütün dolambaçlarını, birbirini yok olmaya sürükleyişini izleyebiliyoruz kolayca. Böyle olunca ölüme yakınlıkla, kişilerdeki ölüm kaygısıyla öne çıkıyor öyküler. Hayatın soğuramayışına bakarak kimileyin baskın izlek halinde karşımıza çıkan ölüme, öykü sanatında açılan yerin hiç de temelsiz sayılmaması gerektiği kestirilebilir elbette. Adlandırmadığı üçlüklerden bir başkasında, “Bakış”, “Suya Anlatılan Rüya” gibi dramatik anadamarı da berkittiği unutulmazlaşma niteliği taşıyan öyküler de verimlemiyor değil Dere. Son olarak şunları eklemek gereği duyuyorum ama… Bir anlatının ille içine kıvrılmış halde yapılandırılması gerekmiyor. Açık bir yapılandırmayla da kapalı metin oluşturulabilir pekâlâ. Dilde çıkmayacak mı bu ortaya? O halde sırt dönülerek değil örtük tutularak, önüne tuğla örülse bile içindekiler sezinletilerek kurulabilir öykü. O halde soru şu olmalı: Kaleme alınan öykü, kapalılığı, ne ölçüde gereksiniyor? Okur önüne çıkarılırken yani uykuya dalarken ne tür örtü istiyor bebek üzerine; şöylece atılıvermiş hırka mı, pike mi, battaniye mi, pamuk yorgan mı, yoksa burnu gözü kapatan ağır yün yorgan mı? Bir yazar, öykü bebeğini o sonsuzca uykuya yatırırken, bunun üzerini nasıl örtmesi gerektiğini, bunu öykü evreninin gereksindiği iç ses olarak duyup belirlemek zorunda yanılmıyorsam… İşte iki kadın öykücümüz, işte öyküleri… Not aldınız mı efendim; tabii ya, değil mi? n 1253 20 Ş U B A T 2014 n S A Y F A 15