02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA [email protected] [email protected] Öykü yazarlarını sınıflandırmak mı? Hikâye geleneğini sürdüren yazarlar, bir biçimde ister istemez betimleyici, tanımlayıcı öyküleme getiriyor. Öyküyü bitirirken okura sundukları şaşırtmaca dışında genelde hiç boşluk bırakmayışları da bunu ortaya koyuyor bir bakıma. Hikâyeleri ölü noktalar, karanlığa itilmiş yanlar pek barındırmazken bu arada evrensel sevgi izleği naiflik denecek kertede açığa çıkabiliyor. eçen hafta Şükrü Bilgiç’in Benim Sokaklarım (Belge, 2011), Hüseyin Akyüz’ün Yağmurda Kuş Sesleri (Uzak Kitap, 2012), Zafer Berke’nin Bambaşka Günler (Yaba, 2009) adlı kitaplarından söz etmiş, tam anlamıyla hikâye geleneğinden geldikleri görülen yazarların öykülerini temele alarak tartışmayı bu hafta kaldığımız yerden götüreceğimizi belirtmiştim… Şunu da ekleyeyim bu arada: yazı boyunca yazarlarla öyküleri üzerine öne sürüşlerim, yukarıda sıraladığım kitaplarla sınırlı kalacaktır, yazarların bütün kitaplarını masama alamadığım için. Ancak hikâye geleneğimizin birer ardılı olduğu söylenebilir bu yazarların yine de rahatlıkla. Şükrü Bilgiç’i Yarına Doğru’da yayımladığı öykülerden tanıyorum, bütünlük çerçevesinde ilk kez okuma fırsatı bulsam da. Oysa 1974’ten 2011’e, beş kitabı var yayımlanmış: Yaşamaya Sevdalı (Yarına Doğru, 1974), Bulutlar Sevilmez mi? (Türkü, 1983), Erken Göçen Kuşlar (Yaşantı Sanat, 1990), Omuzlarımda Gurbet, Yanaklarımda Nar Çiçekleri (Saypa, 1996). Bilgiç, okuduğum sonuncu öykü kitabı Benim Sokaklarım’ı farklı kavrayışlara, duyarlıklara, biçimlendirmelere yaslasa da geleneksel hikâyenin ardılı bir yazar. Nitekim öyküler, beş ara başlık altında kendi içlerinde bütünlük sergiliyor ama belirgin bir biçemsel fark koymuyor ortaya. “Kısa ve Anlaşılmaz Öyküler” ara başlığı altındaki öykümsüler bir ölçüde ayrılırmış gibi durmakla birlikte bunlar da özgürce boy atamıyor bir türlü. Çocukluk yıllarını anımsayışla giriyor Şükrü Bilgiç Benim Sokaklarım’a. Bu çerçevede çocuk anlatıcılar dikkati çekiyor. Özöyküsel, elöyküsel anlatımla kurulan yine anımsayış, özlem ağırlıklı banliyö treni, sarmısak, dutlu ev vb. örneklerin benzerleri farklı öykücülerin verimlerinde karşımıza çıkmadı değil. Yazarın, bir öyküsünden şu iki satır da yine bunlarla örtüşecek yan taşıyor: “Sinema salonları değişmiş, heyecan kalmamış! Uygarlık ve konfor isteği her şeyi alt üst etmiş. Bir film yerine altı film seçme olanağı.” (77) Böylesi duygu yaklaşımlarına o çocukluk, gençlik saflığının aranışı, inanmışlığa karşı duyulan içlilik de eklenebilir. Öykülerde ciddi yer tutan bu tür anımsayışla özleyişin okuma edimi sırasında öne çıktığı anısal değerden ötürü enikonu bir zedelenmeyle karşılaşılıyor. S A Y F A 14 n 11 T E M M U Z ÖYKÜCÜLERİMİZ ARASINDA 10 ilmekleri atmaya girişmiş izlenimi de bırakıyor yazar. Nitekim bunlarda anlamsal yoğunluğa uçurucu nitelikte bir eksiltiye yöneldiği de söylenebilir yazarın. Bunu nereden anlıyoruz? Öyküyü kurup işlerken dramatik aksları yerli yerine oturtup öyküye müthiş dinamizm katmasından, sonra bunlardan yararlanarak aktardığı olayın üstüne çıkıp kavramsallaştırma yolunda adım atmasından… Yarattığı her öykü kişisinde, ki bunlar küçük insan hep, tüm dünyaya seslenen büyük, evrensel kahramanlar yaratmaya girişmesinden… Şunu da ekleyeyim: küçük insanların dünyasına büyük bir yetkinlikle yaklaşıyor yazar. Bu çerçevede, konu aldığı insanların ruhsal derinliklerine doğru şaşırtıcı bir yolculuğa çıkarıyor okuru Berke. Böyle bakınca onun hem hikâyeciler hem de öykücüler geleneğinden ustalıkla yararlandığı, bütün bunları öykülerine ustalıkla yayıp dağıttığı da gözlenebiliyor. Sonra bütün öykülerini öylesine bir duyarlık eşiğine getirip oturtuyor ki, okur olarak siz bunu, içinize doğmuşçasına alımlama olanağı buluyorsunuz bir bakıma. G Bilgiç’in kitabındaki ara başlıklarından biri de “Moda Olmayan Öyküler” adını taşıyor. Ama yazar, biçemsel olarak yaklaşmıyor da hikâyelerinde getirdiği değerler açısından vurguluyor bunu. Yer yer masal havası sızması öykülerden elbette hoş, ne var ki kitaba yayılmış hüzünlü, iç acıtan, kırılgan, içli onca öykünün bir açıdan okuma sıkıntısına yol açacağı göz önüne alınabilseydi keşke. Ne ki albenisi yüksek öykü örneklerine hiç rastlanılmadığı da düşünülmemeli. “Aşkı Unutturan Yalnızlık”, “Kasaba, İstasyon ve Çalıgülü” vb. anımsanabilir… ŞÜKRÜ BİLGİÇ’TEN SONRA HÜSEYİN AKYÜZ… Şükrü Bilgiç’in ardından yine hikâyeci geleneğin ardılı konumunda görünen öteki yazara geçiyorum. Akyüz’ün Yağmurda Kuş Sesleri’ne… Hüseyin Akyüz, ilk öyküsünü 1965’te henüz on beşindeyken yayımlamış. Masamdaki beşinci öykü kitabı onun, bir de romanı var Akyüz’ün. Ne yazık ki ilk kez okuyorum onun öykülerini de… Akyüz, tüm öykülerinde sıcacık bir öykü evreniyle, gerçektenliği yüksek öykü kişileHÜSEYİN AKYÜZ’DEN SONRA riyle karşılıyor okuru. Öyle ki anlatıcı olarak ZAFER BERKE… kendi adını kullanmaktan da çekinmiyor kimileyin. Örneğin ilk öyküsünün son tümZafer Berke’nin de farklı bir İstanbul öycesi şöyle: “Geçmiş bir zamana dönüş kücüsü olduğu düşünülebilir: Balat, Fener, diye bir olgunun olmadığını sanırım artık Eyüp, Hasköy vb. Gerçekten de yeni bir kabulleniyorum.” (19) İkinci öyküsünün İstanbul öykücüsüyle buluşmak, doğrusu başlığı da bunu pekiştiriyor: “Eski Zaman ya sevindirici bir olgu. Yaraları”… Sıraladığım üç yazardan en yenisi o, Öykü evrenlerine yaydığı işçi, emekçileama Bambaşka Günler de ikinci kitap. riyle, bunlara yönelik geliştirimiyle üzerinde İlkinin, “ilk dönem öyküleri”nden oluştudurulması gereken bir yazar Hüseyin Akğunu belirtmiş yaşamöyküsünde yazar: yüz. Bu kişilerin kimileyin örgütçü, sendiYeni Zaman (Yaba, 2004). Benim verilerim, kacı oluşları da elbette dikkate değer. Öte andığım tek kitaba yaslanacak ne yazık ki yandan yer yer annelerin yine… Anlatımcı olmakla de bunlara eşlik edip birlikte havalandırılmış, çalışan kadın imgesini taze dokulu öyküler suaşarak ülkenin toplumsal nuyor bize Zafer Berke. gerçekliğini ele vermesi, Yer yer gülümsetirken aynı zamanda önemli derin burkulmalar, kendi bir bağlama yol açıyor içine kapanan suskunkuşkusuz. luklar eşliğinde sevinçleri Ama anımsayış, özlehüzünlerle, kederlerle yiş Akyüz’de de ağırlıklı gölgeleyen, üstelik farkyer tutuyor ne yazık ki. lılıklar yansıtan bir kucak Hele “Geyik Desenli İstanbul öyküsü. Kilim”in evrenini öyleBu bildik hikâyecilik sine geniş bir zamana geleneğinde öykünün yayıyor ki, yazarın bu gereklerini yerine geöyküye kendi eliyle tirmiş, üstelik bunu Hüseyin Akyüz eziyet ettiği izlenimine yenileyip farklı duyarlık 2013 varıyor insan. Böyle olunca gerçektenlik duygusu da zedeleniyor bir ölçüde. Oysa Nursel Duruel’in, “Geyikler, Annem ve Almanya”da (1982) öyküyü ne denli sıkıştırıp yoğunlaştırdığı anımsanabilir. Yazarı, bu güzelim öyküsünü havasız bırakmamak için özen göstermeliydi. Ancak Akyüz, sıradan bir anlatıcı değil, hikâye geleneğinden gelse de basbayağı sıkı öykücü, bu işi iyi bilen bir yazar. Hikâyeciler geleneğinden gelen Akyüz’ün “Ah Be Niko” başlıklı, her bakımdan doygunluk yansıtan bir öykü verimlemiş olması da bunu gösteriyor zaten. Belli, ben tanımakta gecikmişim onu. Çünkü karşımızdaki otuz yıllık bir öykücü. Kitapta yer verdiği yaşamöyküsüne göre Yağmurda Kuş Sesleri, onun beşinci öykü kitabı. Öncekileri de analım: Beyaz Güvercin (1982; Kavim, 1982), Samuray Fırtınası, Bütün Düşlerin Akşamı, Denizkızı ve Çocuk. Bu durumda Hüseyin Akyüz’e İstanbul öykücüleri arasında da ciddi yer açmak zorundayız kanımca. Bir ona, bir de Zafer Berke’ye… GELENEKSEL HİKÂYENİN TEMEL YAKLAŞIMINA EK… Yukarıda kitaplarındaki öykülerden kalkarak üzerinde kimi görüşlerimi paylaştığım üç yazarın topluca verimlerine baktıktan sonra geleneksel hikâyenin ardıllığına dönük, geçen hafta getirmeye çabaladığım kimi saptamalarımın üzerine birkaç madde daha ekleyebileceğimi sanıyorum. Zaman zaman melodramatik uçlar veren açılımlara yönelmesi, geleneksel hikâye ardıllarının bir tür okur tuzağı gibi alınabilir kanımca. Ayrıca bununla bağlantılı ya da apayrı, arada bir düşülen melodramatik havadan, sonra buna yer yer romantizmin eşlik edişinden de söz edilebilir. Oysa romantizm, öykü geleneğinin ardıllarında hemen hiç görülmez. Aynı şekilde melodramatik havayla da pek karşılaşılmaz. Hikâye geleneğinin ardılları, sözünü ettiğim verilerle sınırlı kalmak koşuluyla duyarlılığın ayırdındalar elbette, ancak yine de sıklıkla duygululuğa kayabiliyor bu yazarlar. Hikâye geleneğini sürdüren öykücüler ayrıksı, sıra dışı olmaktan çok anlatıma yüklenerek bütün hünerlerini bunda göstermeye çaba harcıyorlar. Belki biçem, kurgu oyunlarının hikâyelerini bozduğunu düşünerek ya da hikâyenin bunlarla uyuşmadığı yargısına vararak sırt dönüyorlar bu tür öncü, deneyci tutumlara. Hikâye geleneğini sürdüren yazarlar, bir biçimde ister istemez betimleyici, tanımlayıcı öyküleme getiriyor. Öyküyü bitirirken okura sundukları şaşırtmaca dışında genelde hiç boşluk bırakmayışları da bunu ortaya koyuyor bir bakıma. Hikâyeleri ölü noktalar, karanlığa itilmiş yanlar pek barındırmazken bu arada evrensel sevgi izleği naiflik denecek kertede açığa çıkabiliyor. Yukarıda sıralanan kimi verilerin ardından hikâyeci gelenekle öykücü gelenekten gelenler bir sınıflandırma içinde değerlendirmeye alınsa peki, neler söylenebilir? Bu bağlamda kalem oynatmayı ileriki haftalarda da sürdüreceğim için sınıflandırma olgusunu bu yazılara bırakayım istiyorum. Hele önümüzdeki birkaç haftanın “zaman”ını Fethi Naci “Aga”ma ayırayım, sonrasında tartışırız yine konuyu… Ama andığım öykü kitaplarının adlarını unutmadan not edersiniz umarım… Gerçekten son yıllarda tanımaktan sevinç duyduğum hikâye geleneğinin ardılı iki yazar; Hüseyin Akyüz, Zafer Berke… n K İ T A P S A Y I 1221 C U M H U R İ Y E T
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle