29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Theodor W. Adorno’nun ‘Angajman’ı üzerine bir çözümleme (III) Theodor W.Adorno’nun “Edebiyat Üzerine Notlar”ının üçüncü bölümünde yer alan “Angajman” adlı denemesinde “Edebiyatta angajman olur mu?” veya “Angaje edebiyat olur mu?” sorunsalının çözümlemesinin bu hafta son bölümü yer alıyor sayfalarımızda... Ë Prof. Dr. Onur Bilge KULA anatçının fantezisi, “creatio ex nihilo” (olmayan bir şeyden/hiçten yaratım) değildir. Sanat yapıtları “görgün gerçekliğe direnmekle, adeta tinsel oluşturuyu kovan görgün gerçekliğin güçlerine itaat ederler.” Böylece sanat yapıtı; salt kendisiyle ilişkilenir. Bir edebiyat, “ne denli tanınmayacak şekilde biçim değiştirirse değiştirsin, kendisini ne denli gizlerse gizlesin hiçbir konu içeriği, hiçbir biçim yasası, sanat yapıtının kendisini çıkarımladığı görgün gerçeklikten kaynaklanmaz.” Edebiyat, bu sayede ve “kendi biçim yasası sayesinde öğelerinin yeniden öbeklendirimi sayesinde” gerçeklikle ilişkisini kurar. Adorno’nun söyleyişiyle, “angaje bir sanat yapıtı idesinin yerine getirilebilmesi için, her türlü dünya angajmanı” terk edilmiş olmalıdır. Bu ilke, “kuramcı” Brecht’in düşündüğü ve “insancıl öğeyle dostlaştığı ölçüde daha az uyguladığı” polemikçi “yabancılaştırma” için de geçerlidir. Bu çelişkisellik şu yalın deneyime dayanır: “Kafka’nın düzyazı edebiyatı, Beckett’in tiyatro oyunları ve gerçek korkunç roman olan ‘Adsız’ öyle etki yapar ki, resmi anlayışa angaje edebiyatların etkisi bunun yanında çocuk oyunu gibi kalır.” Anılan türden yapıtlar, “varoluşçuluğun sözünü ettiği korkuyu uyandırır.” Söz konusu angaje edebiyatlar, “görünüşün sökümleri olarak ilan edilen ve dıştan olmasından ötürü görünüş olan angajmanı boyunduruk altına alan sanatı içerden dinamitlerler.” Söz konusu angajmanın kaçınılmaz yönü, “angaje yapıtların talep ettiği davranış tarzı değişikliğine zorlar.” Adorno’nun belirlemesiyle, “diyalektik olmayan bir tavırla kendisini bilimle karıştıran ve beyhude olarak kibernetikle benzerleştiren bir edebiyat, sınır durumudur.” Son iletişimi koparan şey, “iletişim kuramının avı” durumuna gelir. Ayrıca hiçbir kesin ölçüt, “anlamın belirli olumsuzluğu ile anlamsızın kötü olumluluğu arasına sınır çekmez.” Böyle bir sınır son çözümlemede “insancıl öğenin çağrısı ve mekanikleşmeye karşı ilenmedir.” Varlıklarıyla “doğaya egeSAYFA 16 ? 11 NİSAN Sanat yapıtı, hem görgün gerçeğe direnir, hem onun güçlerine itaat eder men olan akılcılık kurbanlarının partisini tutan” sanat yapıtları “protestoda akılcılaşma süreci ile iç içe geçmiştir.” Bu yapıtlar, söz konusu süreci yok saydıkları takdirde, “estetik ve sosyal bakımdan güçsüzleşirler” ve “yüksek bir toprak kütlesine” dönüşürler. Her sanat yapıtının “düzenleyici, birlik oluşturucu” ilkesi, “tümcülük savını, önlemek istediği akılcılıktan ödünçlenmiştir.” ALMANYA VE FRANSA’DA ANGAJE SANAT ANLAYIŞININ AYRIŞMASI Almanya ve Fransa’da angajman sorununa ilişkin “bilincin” farklı biçimlendiğini öne süren Adorno’nun anlatımıyla, Fransa’da estetik alanda ‘sanat sanat içindir’ ilkesi başatlaşmıştır ve bu nedenle de “akademik ve tepkici” yönelimlerle ilişkilenmiştir. Bu durum, Fransa’da angajman sorununa karşı “isyanı” açıklar. Bu ülkede “varlık ve angajman” ile ilişkilenme, “devrimci” bir tutum olarak algılanır. Buna karşın, idealizm geleneğinin başat olduğu Almanya’da beğeni yargısı” öğesine dönüştürülen “sanatın amaç özgürlüğü” kuşkulu bir şeydir. Burada öne çıkan eğilim, sanat yapıtının “amaç özgürlüğünün topluma” yönelmesidir. Konunun bu yönü, “duyusal hazzı anımsatmaktadır.” Alman spekülatif felsefesi, sanat yapıtının özünde bulunan “aşkınlığı” belirginleştirmiştir. Bu kapsamda “sanat yapıtının toplamı, kendisinden daha fazladır” denilebilir. Bu “gizli” düşünce geleneği uyarınca, sanat yapıtı “kendisi için” olmamalıdır; çünkü “devlet sosyalizminin Platoncu tasarımı”, sanat yapıtını, “edim adına edimden”, diyesi, “Alman ilk günahından” alıkoymakla yaftalar. Daha önceleri “Fransız estetikçiliği” eleştirilirken “hiçbir bombanın patlatamadığı küflenmiş” kafalar, şimdilerde “yeni sanatın sözüm ona anlaşılmazlığına karşı öfkeyle bağlaşıklık kurmaktadır.” Motif olarak “küçük burjuvanın cinsiyete karşı duyduğu kin” ortaya çıkmaktadır ve burada “Batılı ahlakçılar ile sosyalist gerçekçilik ideologlarının” dirsek teması gerçekleşmektedir. Adorno’nun şu belirlemesinin altını çizmek gerekir: “Hiçbir ahlaki terör”, “sanat yapıtının izleyiciye/okuyucuya yönelen yönü üzerinde erk kuramaz.” Sanat yapıtı, “edimsel amaçların zorlamasından” kurtulduğu ölçüde okuyucuya/izleyiciye “zevk verir.” Thomas Mann, bu durumu “ethos/ahlak sahiplerinin kaldıramayacağı yüksek alayla” 2013 S dile getirmiştir. Gerçi “zühdi karakter özellikleri taşıyan” Brecht dahi “yemek lezzetindeki sanat yapıtlarını”, sağlam gerekçelere dayanarak “teşhir etmiştir”; ama etki bağıntılarında “haz duyma” öğesinin görmezden gelinemeyeceğini de bilmiştir. Adorno’nun anlatımıyla, “tümüyle oluşturulmuş bir şey olan estetik nesnenin ilkliği/önceliği, elbette tüketim değildir”; çünkü bu öğe, sanat yapıtında sürekli görülmesine karşın, “etki bağıntısı, özerk sanat yapıtlarının bağımlı olduğu ilke değildir.” Özerk sanat yapıtlarının, bağımlı oldukları öğe, “kendi örgüleridir.” Bu tür sanat yapıtları, “kavramsız nesnenin bilgisidirler” ve “saygınlıkları” buna dayanır. Özerk sanat yapıtları, kendilerini elinde tutanları/okuyanları “saygınlıkları” veya değerlilikleri konusunda “ikna etmek zorunda değildir.” Bu nedenden ötürü, Adorno’nun belirlemesiyle, “şimdi Almanya’da angaje sanat yapıtları yerine özerk sanat yapıtlarından söz etmenin tam zamanıdır.” Almanya, özerk sanat yapıtlarıyla “istediği gibi oynamak için, kendisine her türlü soylu değerleri” atfetmektedir. Unutmamak gerekir ki faşizmde de “ahlaki bakımdan kendisini temize çıkarmayan hiçbir kötü iş yapılmamıştır.” Bugün bile “kendi yaşam ethosunda ve insaniliğinde” direnenler, “kendi kurallarına göre mahkum edilenleri ve edimde kuramsal sanata yönelttikleri aynı insanlıktan uzaklığı sergileyenleri izlemek için” pusuda beklemektedir. SANAT YAPITI, SAF OLUŞTURUDUR Almanya’da yapılan daha fazla “angajman melemesi”, herkesin söylediği veya “en azından herkesin duymak istediği şeye” yöneliktir. Sanatın iletisi kavramında “dünya dostu bir öğe”, hitap etme tavrında “hitap edilen ile örtük görüş birliği” vardır. Böyle olmasına karşın, kendilerine hitap edilenler an cak söz konusu görüş birliğinin “iptal edilmesi” suretiyle yanılsamadan kurtulabilir. İnsanlar için var olduğu söylenen angaje edebiyat, “kendi konusuna/işine ihanet etmek suretiyle insana da ihanet etmektedir.” Edebiyat, “sanki yardım ediyormuş gibi davranmasa” insanlara daha fazla yardım edebilir. Öte yandan, buradan edebiyatın “salt kendisi için olmak” gibi kendisini “saltlaştırma” sonucunu çıkarması da ideolojiye dönüşür. “Topluma karşıtlık içinde toplumun bir öğesini oluşturan” ve “buna karşı gözlerini ve kulaklarını kapatmak zorunda olan” sanat, “akıldışılığın gölgesinin üzerinden atlayamaz.” Adorno’nun savlaması uyarınca, “en yüce sanat yapıtında bile bir ‘daha başka türlü olmalıdır!’” ilkesi gizlidir. “İsteme öğesi”, bu öğenin “somutlaşmış hali, olması gereken bir başka yapıt için bir kıyasa dönüşen yapıtın biçimiyle” aktarılır. “Saf yapılmış, üretilmiş” bir şey olan sanat yapıtları, yazınsal sanat yapıtları da dahil, “uzak durdukları edime yönelik yönlendirimlerdir.” Böyle bir dolayımlama, “angajman ile özerklik arasında bir orta nokta” veya halka değildir; “gelişen biçim unsurları ile gerçek veya sanal ilerici politikayı amaçlayan tinsel içeriğin karışımı” da değildir. Yapıtların içeriği, “içlerine pompalanan tin olmaktan çok, onun tam tersidir.” Öte yandan, özerk sanat yapıtı, “toplumsalsiyasal öz” taşır. Kültürel olan her türlü şeyin, “kültür yıkaması içinde boğulma tehlikesi ile karşı karşıya olduğu” bir zamanda sanat yapıtlarına politikanın ulaşamadığı şeyleri “sessizce belirleme” görevi yüklenmektedir. Sartre da “Varoluşçuluk ve Hümanizm”de bunu dile getirir. Öte yandan, zaman, “politik sanat yapıtlarının” zamanı değildir; bununla birlikte politika “özerk sanat yapıtlarına göç etmiştir.” Söz konusu yapıtlar, politik bakımdan “kendilerini ölü gibi gösterseler de” politika bu yapıtlarda “en geniş” şekilde vardır. Adorno’nun aktarımı uyarınca, Paul Klee, Kayzer Wilhelm’i “insanlık dışı demir yiyici” olarak karikatürleştirmiştir. Bu karikatürlerden 1920’de ortaya çıkan “makine meleği”, karikatür ve angajmanın “hiçbir açık amblemini taşımamasına karşın, her ikisini de fazlasıyla aşmıştır.” Makine meleği, “gizemli gözleriyle izleyenleri, tümlenmiş felaketi mi yoksa gizli kurtuluşu mu bildirdiği sorusunu sormaya zorlar.” Walter Benjamin’in sözleriyle, makine meleği, “veren değil, alan melektir.” ? CUMHURİYET KİTAP SAYI 1208
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle