23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ÖYKÜCÜLERİMİZ ARASINDA 4 Kendini yazdıran öyküler kaleme almak Öykü, roman sanatıyla ilgili kuramsal temelde “ağır abi”lik yapan kitaplar yayımlanıyor elbette ama bunlar değil ki sözünü ettiklerim… Öyküleri, romanları konu edinen, bunlar üzerinde tek tek duran kitaplar nerede hani? Sonra monografiler, örnekli, karşılaştırmalı incelemeler, eleştiriler? ykücülerimiz Arasında”, “Romancılarımız Arasında” başlıkları altında sürdürdüğüm diziyi bırakmış değilim… Yayın Yönetmenimiz Turhan Günay, “Eee, yeter ama,” diye yekinip, “Bu ne böyle? Tefrika gibi uzadıkça uzuyor! Buna bir son verelim!” demedikçe, sürdürmeye kararlıyım işin doğrusu. Dahası buna oyun yazarlarımızı da eklemeyi tasarlıyorum süreç içinde… Fakat bakıyorum kendi öykü, roman, oyun dosyasını yayımlayanlar sayıca her geçen gün artış gösterirken bunlar üzerine kalem oynatılmış ilaç için, nazar boncuğu yerine anılabilecek kitapla karşılaşmıyoruz. Öykücülerin sayısı artıyor, ne ki öykü kitapları üzerine yazanlar azalıyor… Romancıların sayısı artıyor, ne ki romanlar üzerine yazanlar azalıyor… Daha çarpıcı bir dille söylersek yapıtları kendilerine dert edinenler hızla tükeniyor günümüzde! Hayır; öykü, roman sanatıyla ilgili kuramsal temelde “ağır abi”lik yapan kitaplar yayımlanıyor elbette ama bunlar değil ki sözünü ettiklerim… Öyküleri, romanları konu edinen, bunlar üzerinde tek tek duran kitaplar nerede hani? Sonra monografiler, örnekli, karşılaştırmalı incelemeler, eleştiriler? Buna bakarak şöyle mi düşünmeliyiz şimdi? Herkes kendi yazdığıyla ilgileniyor, o kadar! Kimsenin umurunda değil sanki… Bu yargıya görece siz de katılmak zorunluluğu duymaz mısınız; az sayıdaki soylu yazınseveri dışta tutmak koşuluyla… Tuhaf bir iştah… İyiden iyiye yaygınlaşan fast food türü beslenme alışkanlığı, yaşamın bütün alanlarına sızmış görünüyor… Beyinlerin birörnek konfeksiyonla donatıldığı bir çağa girdik besbelli. Bu, daha nerelere uzanacak böyle? Nitekim buna koşut bir yazarlığın, okurluğun da gide gide yaygınlaştığı görmezden gelinebilir mi? Abur cubur yemeye benzer biçimde atıştırıp tıkıştırırcasına yazmaya, okumaya mı dönecek iş sonunda? Soy yazın olarak nitelediğimiz verimleyiş, alımlayış az sayıda yazın aristokratı arasında mı sürdürecek varlığını? Genel anlamda yazarı da okuru da ayırarak söyleyeyim şuracıkta; şükür ki, buna inancını yitirmiş biri değilim henüz! İyi ama, hiç mi aykırılık yok peki ortaya çıkan Yine de Erdoğan; yığma, dolgu anlamında pek çok olgusal ayrıntıyı canlı bir devingenlikle yansıtırken art alanda yeniden karıp kurduğu puslu gerçekçilikle öykülerini farklı kılmaya çabalayan yazar izlenimi bırakıyor insanda. Ayrıca yazar, öykülerinde uzandığı yerel söyleyişlere uygun yerler açıp bunları yerleştirirken anlatısını da alabildiğine zenginleştiriyor. BÜNYAMİN ÇELEBİ İLE MEHMET DOĞAN KARAKUŞ... Öteki iki yazar Mehmet Doğan Karakuş da (d.1951) Bünyamin Çelebi de (d.1953) öykülerini farklı biçemlerle yapılandırıyor. Çelebi, izlenimci aktarımlarla öyküyü örüntülemeye çabalarken Karakuş, daha çok öykücülüğümüzün ilk örneklerinin ardılı gelenekçi bir tutum sürdürüyor. Bünyamın Çelebi, fazla söze boğmadan, doğrudan çekirdeğe sızarak kaleme alıyor öykülerini. Ayrıca yaşam sevinci taşan, alaysamaya yatkın, kıpırtılı anlatım biçimi, yazarın yalnız kolay okunmasını sağlamıyor, yanı sıra yakışıyor da metne. Okurun bu kıvrak, sıcak, içten anlatım karşısında öyküyle arasında duygusal teyeller atılmasına da yol açıyor kanımca. Ustalıklı yazı diline dayalı biçimde öyküyü kurup anlatmanın verdiği güvenden kaynaklansa gerek, Çelebi, işin burada bittiğini düşünüyor sanki bir çalım. Bu çerçevede öykülemenin zanaat kısmı tam not alıyor ama öyküleme sanatı bağlamında bu yargıyı paylaşabilmek zor yazık ki. Nitekim yazarın, kimi öykülerinde bıraktığı röportaj izi, metnin barındırması gereken gizi yeterince belirgin kılamadığı gibi öyküden sızan kimi dramatik oluntuları görece melodramatik hale de getirebiliyor. O zaman gerçektenlik duygusunda da düşüş gözleniyor ister istemez. Söz gelimi “Enginde Yavaş Yavaş Günün Minesi Soldu…” böyle bir örnek. Yine de ben Bünyamin Çelebi’yi sıcak, kan yakıcı aşk öyküsü “O Sen misin?” ile anımsayacağım… Mehmet Doğan Karakuş, öykü kitabına bir de “Sunuş” eklemiş, diyor ki: “Öykü, sıradan insanların sıra dışı yaşam sergisidir.” Bu yanıyla bakıldığında o, öykülerini bunun sağlaması için kaleme almış gibisinden izlenim bırakıyor nedense. Belki de bundan ötürü, öykülerde, öteki yazarlarda pek rastlanmayan kimi durumlarla karşılaşıldığı gibi bir sanıya varıyor insan. Ancak bunların yine de bol konuşma örgülü kullanmalık, iletişim diline dayalı havadan arındırılması gerekiyor kanımca. Karakuş da hoş, sıcacık öyküler kaleme alıyor almasına ancak bunlarla öykücülüğümüzdeki klasik, geleneksel sayabileceğimiz yolun ardılı olduğu görülüyor onun. Sakıncası yok elbette, öykü evrenlerindeki gerçektenlik duygusuyla, yüklenmiş yan anlamlarıyla, göndermeleriyle tıkır tıkır işleyen düzen tutturulmuşsa kem ne diyebilir? İşte dört öykü yazarı, ilk öykü kitaplarıyla kapımızı çalıyor ama okur nerede? Duyuyor mu dersiniz bu sesi yoksa ortalıkta koparılan gürültüye mi dönüyor yüzünü? O halde okurun ürkütülmesi gerekiyor enikonu. Okuru ürkütmek için kanımca tek yol kırk yazıp bir yayımlamak! Stefan Zweig, “Usta İşi” adlı öyküsünde anlatıcısına şunları söyletiyor: “…[İ]şte gerçek sanatçıyla hevesli arasındaki sonsuz fark!.. Sanatçı, adına yaraşır bir başarıdan önce başarısızlığın zorunlu olduğunu bilir. Büyük ve kesin fırsatı sabırla beklemeye alışmıştır. Bir ozanın, çekici ve verimli görünen bir sürü düşünceye ilgisizce boş vermesi gibi yalnız heveslilerin eli pervasızdır, onlar bilmez duralamayı…” (Amok/Usta İşi, Çev.: Tahsin Yücel, Yordam, 2013, 111) Atılan taş, kurbağayı ürkütmüyorsa eğer yazı, kendi boşluğuna düşüyor demek ki öylece… Sonrası mı?.. ? “Ö bu tabloda? Nasıl açıklayacağız bunu? KOZASINDAKİ ÖYKÜYÜ ÇATLATMAYI BİLMEK... Çok eskiden gurk tavuklar, döllenmiş yumurta üzerinde üç hafta kadar oturur, bu sürecin sonunda anne tavuğun altındaki yumurtalardan civciv çıkardı. Sonraları kuluçka aygıtı bulundu, anne tavuğa gerek bırakmadı insan denen mahluk. Ne var ki öykü, roman, makineye sürülen yumurta olmayı kabul etmiyor hiçbir zaman… İlle kendine özgü o doğal sürecin işletilmesini dayatıyor. Her öykünün bir embriyonal dönem geçirmek zorunda olduğu gözden uzak tutulmamalı o halde. Hoş neredeyse her şeyin yapayının veya kopyasının üretildiği bir çağda olduğumuz düşünülebilir ama öykünün bunu reddettiği çok açık. Anlatı diyeceğimiz yazınsal metin, geleneksel yolla üretilmeyi, ille de kozasında çatlatılmayı, gereksindiği biçimde öyküleşmeyi ya da romanlaşmayı dayatıyor, bunun peşinde o… Eğer sanat kavramına yaslanıp bu temelde bir üretim tasarlıyor, yapıtınızın özgünlüğü kadar tekliğini, biricikliğini düşünüyor, böyle bir kaygı güdüyorsanız… Değilse bilgisayarınıza da yükleyebilirsiniz bu işi… Her yumurtadan civciv çıkacağı gibisinden bir yanılsamaya kapılmamak gerekiyor öyleyse. Bakıyorsunuz yumurtanın kabuğu kalın, civcivin tıklaması yetmiyor, anne tavuk da dıştan tık tık yardımcı oluyor yavruya. Ya da civciv yumurtanın içinde tam anlamıyla olgunlaşamadan yani civcive dönüşemeden kalıyor öyle. Kimi zaman da yirmi bir günlük süre tamamlanmadan yumurta cılklaşıp bozuluyor… Kimileyin de sakatlanmış civcivle karşılaşıyorsunuz… Bir öykü yumurtasından ya da kozasından olgunlaşmış, eksiksiz, tam bir öykü çıkabilmesi, yazarın böyle bir öykü verimleyebilmesi pek çok koşula bağlı demek ki… Aşağıda dört yazardan birer ilk öykü kitabıyla yazıyı sürdüreceğim ya, söylediklerimin onlarla ilişkilendirileceğinden ürküyorum… Yukarıdaki dırdırlanmayı bu alanda verimleme savı taşıyanlar için aktarmış olayım… Yok yok vazgeçtim, iyisi mi kendi kendime söylenmişliğimle kalayım… İşte dört yazardan dört ilk öykü kitabı… Neslihan Önderoğlu’dan İçeri Girmez miydiniz? (Alakarga, 2012), Bünyamin Çelebi’den O Sen misin? (İkinci Adam, 2011), Mehmet Doğan Karakuş’dan Cino (Sone, 2011), Ce2013 vat Erdoğan’dan İlkyazla Dönüş (Kanguru, 2010)… NESLİHAN ÖNDEROĞLU İLE CEVAT ERDOĞAN... Gerek Neslihan Önderoğlu (d.1966) İçeri Girmez miydiniz?’de gerekse Cevat Erdoğan (d.1965) İlkyazla Dönüş’te, önde anlattıklarının ardında anlamsallık ağı yaratmaya dönük çabalarıyla dikkati çekiyor. Bu arada her iki öykücü de emekten yana tutumlarıyla, ülke üzerine çöken karabasanın yol açtığı bireysel, toplumsal kıyımlar karşısında taraf tutuşla siyasal öyküleme açısından da ilgi çekmeyi başarıyor. Ancak hedefe ulaşabilme doğrultusunda farklı yollardan ilerliyor yazarlar yine de. Önderoğlu, kişilerine yaklaşımında, sonra bunları öykü evrenine yerleştirmekte çok özenli davranıyor. Dilde henüz tam anlamıyla temizleyemediği gözlenen kimi çapaklanmalarla karşılaşılsa da öykü evrenini işlerkenki özeniyle insanın içini aydınlatıyor yazar. Bunu kaba okumayla bile sezebilmek olası. Bir varoluş sıkıntısı, bunalımının nasıl da ağır yaşandığını deşen pek çok öykü okumuşuzdur ancak Önderoğlu’nun bunu işleyen birkaç öyküsü de doğrusu bu yönde ilgiyi hak edecek örnekler gibi görülüyor. Ayrıca bir köşede unutulup kalmış izlenimi bırakan insanları, birer öykü kişisi olarak öykü evrenlerine yerleştirirken farklı dünyalardan esintiler de getiriyor okurun önüne yazar. Bu çerçevede kendi başınalıklarına karşı öykü kişilerine beslediği sevgi de dikkati çekiyor. Nitekim “Hebluleb”, “Kapak” unutulmaz birer öykü adeta. Öteki öykülerinde de yazar, kurduğu evrende ön yüzleriyle tanıttığı kişilerin art alandan sızan bilinmezliklerine aracılık yaparken, okur olarak bizi böylesi gerçekliklerle yüz yüze getiriyor aynı zamanda. Cevat Erdoğan ise sıraladığı bir dizi yığma ayrıntının ardında anlam oluşturmaya çabalayan yazar izlenimi bırakıyor. Sözgelimi çatışma, mahpusluk, insan kıyımı vb. sorunsallara veya doğal yıkımlara eğiliyor. Yalnız kır dokusuna değil, kentsel evrenlere de yer açıyor ayrıca öykülerinde. Ön yüzdeki eylemlerle olupbittinin, şişkin ayrıntının aralanarak art alandan sızdırılacakların anlamlandırılmasını bekliyor yazar. Ne ki düşünmeden edemiyor insan. Öyle ya sisin, pusun ardındaki bir art alan anlamsallığına ulaşmak için metindeki bu yığıntının, dizilişin yorgunluğa yol açmayacağı düşünülebilir mi öyküde? Öyleyse bunu layık görmek niye ona? SAYFA 14 ? 11 NİSAN CUMHURİYET KİTAP SAYI 1208
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle