Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K İki hafta önce erkek yazarların ilk öykü kitaplarına değinirken verimleme sürecinde kimi dramatik anlar yaşanabileceğine değinmiştim… Yeter ki siz, yazarlığı yaşamınızın hedefine dönüştürmüş, yaşamınızı bununla değiştirmeye dek uzanan kararlılık içinde olun... O zaman sizi, hangi güç yazarlıktan alıkoyabilir, söyler misiniz bana? İşte bu hafta, yazınımızın önemli bir adına yer açarak Adnan Binyazar’ı konuk alacağız “Kitaplar Adası”na... İster kıyısında bucağında gezinsin yazının, isterse yalın bir okurluğun tadını çıkaran bahtı açıklardan olsun, tanımayan, en azından adını duymayan kalmış mıdır onun? Ama Binyazar’ın öyküler, romanlar kaleme almaya başlaması pek çok erkek yazara oranla çok daha sonraki yıllara kalıyor. Hayır, yanlış anlaşılmasın, yazına öyküler kaleme alarak başlamış olsa da bu yönde verimlediği kitaplar son on yıla sığıyor neredeyse, söylemek istediğim bu. Gerçekten de öykü yazmaya belki de kırk yıl ara verdikten sonra yayımladığı ilk öykü kitabıyla ilk göz ağrılarından biri olarak öyküye dönüş yaptı o: Şairin Kedisi (ŞK, Can, 2005). Sonra iki öykü kitabı geldi arkadan. Yazarın yayıncısı Can tarafından okura sunulan öteki iki kitabı şunlar: Şah Mahmet (ŞM, 2009), Bozkır Aydınlığında Aşk (BAA, 2011). Yedi yılda üç öykü kitabı... Bu arada iki de roman yayımladı Binyazar, yine Can’ın sunduğu: Masalını Yitiren Dev (2000), Ölümün Gölgesi Yok (2004). Romanlarına ileride yer açacağım yazarın, bu hafta ilkin tüm öykü verimini buyur edeyim istiyorum okuma odama. Yukarıda andığım öykü, roman veriminde itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Yazın emekçiliğinden öykünün ustalığına... zınsal dilinin çok daha zenginleşip derinleştiğini, katmerli bir gül bahçesi gibi çoğalıp taştığını görebiliyorum yine de... Hadi gelin bunu, onun diliyle anlamlandıralım: “Yazmak, içimizi saran sevincin dilinden anlamak, anlatılanları ‘dil’in malı eylemektir; yazar, çorak duygularını belleğinin mezarına gömüp o güneşi görmeden eline kalem almamalıdır.” (ŞK, ikinci basım, 2009, 28) Bu vurgu, öykülerin bir çalım denemeyle yaptığı alışverişi de ortaya çıkarıyor kuşkusuz... Evet, doğru, Binyazar bir uçta yaşamsal olguları alıp burç halinde öykülerine dikiyor, öte uçta da denemenin sorgulayan dilini yine bir öykü dili halinde serpiveriyor anlatıların üzerine... Ne var ki anıyla, denemeyle bunca içlidışlı olduğu halde yine de bunlardan kolunu kurtarıp kendi ayakları üzerinde durmayı başaran öyküleme biçeminden alıyor gücünü yazar. Öyleyse bu çok katmanlılık, yük olarak binmiyor da anlatıya, bunu destekleyen öykü çıktılarına dönüşüyor enikonu. Bir örnek vereyim... “Ya Ara, Ya Açık Tut Telefonunu” başlıklı öyküde anlatıcının, komşu balkondan duyduğu kuş ötüşüyle “o kadın” imgesi arasında kurulan koşutluğun ustalıkla yerleştirildiğini görüyor, bu yolla anlatıcının tutkusunu çok daha derinden kavrayıp algılıyoruz. Yine bir anısıyla kuruyor görünürken, bunu öykü diline şöyle dönüştürüyor Binyazar: “Bir gün er sabahta geçtim balkonun önünden,/ ötmedi!/ Başka bir gün kuşluk vakti geçtim,/ ötmedi!/ Kendi zamanımda geçtim,/ ötmedi!/ Kuşun zamanında geçtim, ötmedi/ Kendi zamansızlığımda geçtim,/ ötmedi!/ Kuşun zamansızlığında geçtim,/ ötmedi!/ Zamanın zamansızlığında, zamansızlığın zamanında geçtim,/ ötmedi!” (ŞK, 58) Sait Faik’in “Hişt hişt!”ine de açıktan göndermelerle kuruyor öyküsünü yazar. O zaman anlatıcının şu sorusu da çok doğal hale geliyor: “...[K]uş ötüşünden anlayan kaç kişi kaldı şu dünyada?” (ŞK, 71) Hadi diyelim bu ilk öykü kitabının başlarındaki iki öykü, birer düz değiştirimle alıyor anıyı; ama yukarıda andığım öykü, “İri Kanatlı Ak Kuş” vb. örnekler, bizi iyi yapılandırılmış şaşırtıcı öykülerle buluşturuyor. Böyle olmasa kimi öykülerinden yayılan anı, deneme gölgesi yapıtların tümüne yansır, tadını bozardı öykünün. Oysa öykü onda adamakıllı ayakta bir duruş sergiliyor. Anıların, ad, zaman, gönderme belirlemesiyle birlikte ağırlık oluşturduğu öyküler kadar kapı araladığı, bunlarla yol aldığı metinler de çıkıyor demek ki karşımıza. Ancak bunların, ille de birebir yaşanmış olduğu düşünülmemeli. Ne ki yazarın verdiği tarihler, yaşanan toplumsal oluntular, göndermeler bağlamında yaklaşıldığında konuya, olgusal yaşantılar ya da anılar çocukluk, ergenlik, gençlikle, şimdiki yaşlarla içlidışlılık bağlamında katılıyor anlatıya. Zaten yazar, hep anlarından kalkıyor da değil... Binyazar’ın, belki öyküde daha çok dildeki soyutlayımla, dönüştürümle kendisini koyduğu düşünülebilir bir çalım, nitekim dil, onda bir dizi havalandırma koridoru yaratıyor aynı zamanda. Bu dili, yazar nasıl bu hale getiriyor, bunun üzerinde de özellikle durmak gerekiyor. Çünkü bir yanıyla bildik, ama bir yanıyla bilinmedik bir dil bu... MASALLA ANLATININ SARMALINDA... Bize bildik gelen bu dilin halk anlatı geleneği, masal akışı ile önümüze koşulduğu söylenebilir gönül rahatlığıyla. Dış kabını öykünün böyle çatıyor yazar. O zaman bunların olgusal yaşamdan sağılmış anılarla, denemeden el almış düşünce uçkunlarıyla yoğrulması olağan. Çünkü anlatı ile masal buna olanak tanıyan zemin hazırlıyor öyküde. Binyazar, dildeki dönüştürümünü tam burada yapıyor; alıyor bu gereçleri, laboratuvarında işleyip bambaşka bir düzlemde tezgâhından eksiksiz öykü olarak çıkarıyor. Şöyle de özetlenebilir: Anılarıyla deneme uçlarını önce masal evreninden geçirip anlatı düzlemine çekiyor yazar, sonraki aşamada bunları kendi bağlarından arındırıp öykü evreninin gereçlerine dönüştürüyor büyük ustalıkla. Demek ki yazar, kapıyı aralayıp öyküden içeri aldıktan sonra bambaşka bir hale getiriyor bunları, gereçler öykü plastiği içinde çok farklı biçimlerde kendileri olmaktan çıkmış halde geliyor karşımıza. Adnan Binyazar’ın öykülemedeki gizi burada bence. Bunu hemen bütün öykülerinde gözleyebilmek olanaklı onun. Masal, anlatı düzleminden sıçrayıp bir çırpıda, hatta bir anda bunu sarmalayan verimle gelivermesi karşımıza; şapkadan öykü çıkarmışçasına, az şaşırtmıyor insanı. Bu nedenle dili işleyip kendisinin kılması, hünerleyip nakışlaması bunları, sonra öykülerde, romanlarda, bir adanın doğal örtüsü halinde tüm öğeleriyle git git, dolan dolan bitmeyen güzellikler gibi sıralanışı bu büyünün, ışıyıp nasıl da ılıtıyor insanın yüreğini. Birinden ötekine, ötekinden berikine Binyazar’ın herhangi metninden bu güzellikleri sızdırabiliyorsunuz... Öte yandan kimi öykülerin birer romans gibi okunabileceği de göz önünde tutulmalı derim. “Şah Mahmet”, “Bozkır Aydınlığında Aşk” vb. bu yönde örneklenebilir. Bütün bunların katıldığı ortak kışkırtıyla bizi sürekli bir imge ormanında gezindiriyor ayrıca yazar. Bu çerçevede el, dudak, koku, anne, aşk, sevgili, eş, meme, kasık, toprak, bozkır, çiçek, ışık, bulut, güneş, yağmur vb. temel örgeler olarak hemen her öyküde gezinip kendine yer buluyor. BİR YAŞAM FELSEFESİNE DOĞRU YOLCULUK... Adnan Binyazar’ın öykülerinde enikonu bir yaşam felsefesinin izlerini sürmek olası. Sözgelimi “Şairin Kedisi” adlı anlatıyı, öykü olarak da, anılar denizine dalmış gibi de okuyabilirsiniz. Ama süzülmüş bir yaşam felsefesinin, imbikten geçirilmiş duygularıyla tadını alıp duyumsamak da olanaklı bunu okurken... Nitekim andığım öyküyü yürek daralgınlığıyla, çarpıntılar içinde okuyorsunuz; hayattan alacaklarınızı da damıtarak elbette. Örneğin öyküde, “ölüm(ün), yalnızca öleni alıp götürm(ediğini), onunla birlikte, onun bize bağışladığı hayatın süt üreten memesini ağzımızdan çek(tiğini)”ni (ŞM, 110) okuyorsunuz. “Eller” adlı öyküsünde de şu satırlarla karşılaşıyorsunuz yazarın: “Hayat dediğin nedir ki, bir gün gördüğünü başka bir gün görmemekten başka!.. Sonra düz bir boşluğa düşüyorsun; başı sonu bu!..” (61) Binyazar’ın öykülerinde kişiler, ne yaparlarsa yapsınlar, hep böylesi düşüncelerin yönlendirmesinde yol alıyor sanki. Bunların etkisi altında sürekli. O halde biz öykülerde insan sevgisini, sektirmesiz içtenliği, canlı cansız her varlığa, nesneye duyguyla yaklaşan bir ermişliğin de izlerini sürüyoruz beri yandan. Bütün bu nedenlerle öykülerini okumak Binyazar’ın, sevginin kutsal kitabını okurcasına yüceltiyor insanı, içinizde insan olmanın esintileri geziniyor. Öykülerine içirdiği o temel izlekler geliyor sonrasında. Kendisiyle baş edilemeyen, ama çiğlikle girilip pişmiş halde çıkılan yalnızlık, içe işleyen ama insan ruhunu karartmayan acı, bir an olsun terk etmeyen vicdan sızısı. Nasıl bir vicdan mı bu; örneğin, “[ö]yle bir günah ki, bütün dinlerin peygamberleri bir araya gelip bağışlasa ben kendimi bağışlayamam!” (BAA, 17) dedirten bir sızı... Adnan Binyazar’ın öyküleri, günümüz insanına, cennet acılarıyla sunulmuş birer büyülü muska...? Binyazar, yaşanmışlıktan değil, doğrudan kendi yaşamından kalkarak anlatısını kuruyor. Bu çerçevede Binyazar’ın, anılarını, anlatılarının gereci yaptığı söylenebilir o halde. Öyleyse Adnan Binyazar’ın öykülerine girmek, onun söz konusu anılarına yaslanarak öykü evreninde bunları nasıl birer yazınsal gerçekliğe dönüştürdüğüne göz atmak anlamına gelecektir bizim için. ÖYKÜNÜN DERİN SULARINA GİRİŞ... Yüksek donanımlı elektronik gereçlerin insanı etkileyip baskılayan gücüne benzer biçimde Adnan Binyazar’ın da ilk tümcelerinde daha bir dil büyücüsü olduğunu, böyle bir büyücüyle karşılaştığınızı kavrıyorsunuz hemence. Sizi karşılayan dile tamı tamına hakkının verildiği bir anlatı şöleni bu. Bunu sözün başında dile getirmekte hiçbir sakınca yok, çünkü Binyazar, halk anlatı geleneğinden, masallardan, söylenlerle halkbilimsel öğelerden derlediklerini bir ömre yayılan birikimle harmanlayıp sanki kült bir şiir havasında çıkarıyor karşımıza. İşte Adnan Binyazar metinlerinden içeriye bu duygularla giriyorsunuz, bu nedenle bunun vurgulanması gerekiyor ilk ağızda... Başkalarını bilemem elbette, ne ki bu, benim için şaşırtıcı değil. Çünkü onu ben, öyküleriyle romanlarından çok daha önce denemeleriyle anlatılarından, bu verimlerinde gün yüzüne vuran dil bilincinden, bu yönde sergilediği kavrayışıyla tutumundan tanıyorum. Ama şunu da eklemeliyim... Öykücü, romancı Binyazar’ın 1980 öncelerinden bildiğim ya SAYFA 20 ? 21 HAZİRAN 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1166