Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Bir kültür tarihi araştırması İstanbul: 1898 Kahvehane Hikâyeleri Amerikalı dilbilimci ve teolog Cyrus Adler uzun yıllar İstanbul’da yaşamış arkadaşı Ramsay’den şöhretini duyduğu “kahvehane hikâyelerini” derlemek üzere İstanbul’a gelir. İki dost aylarca İstanbul kahvehanelerini dolaşıp oralarda anlatılan sohbetlere kulak vererek hikâyeleri derler ve İngilizceye çevirir. İlk defa 1898’de New York’ta yayımlanan İstanbul 1898 Kahvehane Hikâyeleri adlı kitap daha sonra Londra’da da yayımlanır ama ardından unutulur gider. Kitap, on dokuzuncu yüzyıl İstanbul yaşamı, kültürü ve düşünme tarzları üzerine sosyolojik bir belge olmasının yanı sıra, birbirinden ilginç yirmi sekiz hikâyeyi okura sunuyor. ? Sennur SEZER 898 yılında İstanbul’da hangi öyküler anlatılırdı? Meddah geleneğinin Doğu’nun öykülerden ders alınmasına yönelik mesel geleneğiyle karışarak neler yarattığını merak etmemek olanaksız. Cyrus Adler ve Allan Ramsay imzalarının yer aldığı İstanbul 1898 Kahvehane Hikâyeleri bu tür soruları yanıtlayabilir. Kitabın önsözünü yazan Cyrus Adler, kitabın neden yazıldığıyla birlikte Amerika’daki okurlar için kahvehaneyi de anlatıyor. Hem de cezvesi, kahve ocağı, sacayağı ve cezveleriyle. ŞAKACI VE ÇAPKIN DİL Geniş camlarıyla ferah bir mekân düşlüyorum. Belki de Sabiha Bozcalı’nın kahvehane gravürleri yüzünden. Oysa yazar kahvenin bir odadan daha geniş olmadığını vurgulamış. Ama içerde herkes o kadar rahat ki: “Üzerinde halı olan bir kerevet tüm duvar boyunca uzanır. Bunun üzerinde, sarıklı Türkler bacaklarını altlarına alarak oturur; nargile veya sigara tüttürür, kahvelerini yudumlarlar. Birkaçı tavla oynar ama geneli sohbetlere katılır. Önceleri bir iki kelime olarak başlayan konuşmalar sonraları genel sohbete döner. Sonunda o civarın bilge bir kişisi gelir ve herkes ona dönüp konuyu bağlamasını bekler.” Beklenen yaşlı kişinin olayı yorumlayacak bir mesel anlatmasıdır. Böylece güncel ve karmaşık sorunlar da bir benzeri daha yaşanmış ve çözümlenmiş HAZİRAN 1 sıradan bir olay durumuna gelir. Yazar öykülerin özelliklerini de açıklar: “Bu durumlarda anlatılan hikâyeler genellikle Arap veya Acem kökenlidir, ama Türk zihni onlara yeni bir biçim ve felsefe kazandırır. Bunlar âdetlerin, geleneklerin ve insanların düşünme yöntemlerinin niteliklerini belirtmesi açısından korunmaya değer hikâyelerdir.” Yazar, öykülerin kökenlerini de açıklıyor: “Kitaptaki hikâyelerden iki tanesi Ermeniceden alınmış ve İstanbullu doktor K. Ohannesyan’dan aktarılmıştır. Merhametli Kağan hikâyesi için de Bay George Kennan’a teşekkür borçluyum. Hikâyeler bir kitaptan veya yazılı kaynaktan çevrilmemiş ve mümkün olduğunca anlatıldıkları gibi korunmalarına dikkat edilmiştir. Hikâyelerin çoğu uzun zaman süreyle İstanbul’da yaşamış ve Türkleri tanımak için bol zamana sahip olmuş Bay Allan Ramsay’den aktarılmıştır.” Yazar Adler, öykülerin kaynakçası olarak gösterdiği Ramsay’in yanlışlar yüzünden suçlanmaması, gereğini şakacı bir dille (“her türlü günah ve vebal benim üzerime”) belirtiyor. Yazar kimi sözcükleri Türkçe yazmış. Öyküleri yeniden Türkçeye çeviren Sabri Kaliç bu sözcükleri ve yazılışlarını da notlamış. Yalnızca Türkiye’nin arkaik mutfak sözlüğündeki “lokum”un bir tür mayalı kurabiye oluşunu (yaşından dolayı olabilir) anlayamamış, lokma sözcüğünün yanlış yazıldığını sanmış. On dokuzuncu yüzyılın İstanbul öykülerinin en çekici yanı “şakacı ve çapkın dili”: “Hacı evli bir adamdı ama evli Türk erkekleri bile diğer kadınların al benilerine duyarsız değildir. Bir gün, muhtemelen gücü gittikçe artan resmi nikâhlı karısının etkisinin zayıf olduğu bir anda, çekici bir hanım dükkânına çeşitli baharatlar satın almaya gelir. Güzel ziyaretçisinin gitmesinin ardından Hacı onun görüntüsünü ve çekici gücünü aklından çıkaramaz. Besbelli ki dükkânına gelen Hanım’ın unuttuğu, içinde on iki buğday tanesi olan küçük siyah bir keseyi görünce daha da şaşırır.” Öykünün bundan sonrası oldukça ilginçtir. Hacı, karısına dükkânına gelen hanımı ve hanımın unuttuğu keseyi açık yüreklilikle anlatır. Kadın eşine bu kesenin ev adresi olduğunu açıklar: buğday pazarında, siyah kapılı, 12 numaralı ev. (Lady Montagu’nun Türkiye Mektupları’nı okuyanlar buna benzer iletişim araçlarını hemen anımsayacaktır). Öykü Hacı’nın kadının evine gidişiyle sürer. Kadın yine simgesel kimi hareketler yapar, Hacı’nın karısı da bu hareketlerin anlamını açıklar. Sonunda Hacı kadınla buluşur ancak mahalle baskınına uğrayıp hapse düşerler. Onları hapisten kurtarmak yine vefalı eşe düşer. (Bu meselin hangi olaya misal olduğunu merak ettim doğrusu. “İnsan eşine, dışarıda beğendiği kadınlardan daha fazla değer vermeli” ya da “karısı insanı vezir de eder, rezil de eder” olabilir.) DEVLET OYUNU Kitapta yer alan öykülerden en ilgincinde yer alan kişiler tarihten: “Sultan Ahmet’in sarayındaki hizmetlilerden bi ri yirmi beş yıllık çalışmadan sonra artık yorulmuştu. Sultan’ın huzuruna çıkıp saraydan ayrılmak için izin ve yaşlılık günlerinde geçinmek için de bir miktar ihsan rica etti. Sultan ona bunca zamandır hiç para biriktirip biriktirmediğini sorunca da adamcağız bakacağı büyük bir ailesi olduğu için hiç para biriktiremediğini söyledi. Sultan çok kızmıştı; onun hizmetinde, üstelik de sarayda çalışan biri nasıl olur da bunca yılın ardından karşısına geçip beş parasız olduğunu söyleyebilirdi! Hasan’ın dediklerine inanmayan Sultan âleme ibret olsun diye Hasan’ın elindekilere de el konulmasını ve adamın saraydan memleketine aynen yirmi beş yıl önce saraya geldiği günkü haliyle gönderilmesini emretti. Hasan’ın malına mülküne el kondu, üzerindeki süslü elbiseler bile alındı, tüm malları sarayda çalışanlara dağıtıldı ve adamcağız eski püskü, yırtık pırtık elbiselerle sarayın kapısına konuverdi. Memleketine doğru yayan yola çıkarken ayacıklarında pabuç bile yoktu garibin.” Böyle başlayan bir öykü nasıl sürer sizce? Ömrünü devlet hizmetinde geçirmiş ama dürüstlüğünden mal mülk edinememiş adamın derdine kim derman olacaktır? Bir çocuk. “(...) Bir köy meydanında oyun oynayan çocukları görünce hem biraz nefeslenmek, hem de çocukları seyretmek için orada bir taşa oturdu. Çocuklar ‘devletçilik’ oynuyorlardı; bir tanesi Sultan, bir tanesi Sadrazam, birkaç tanesi de Vezir olmuşlardı ve yan tarafta da elleri ayakları bağlı, alacakları cezayı bekleyen ‘mahkumlar’ vardı. Taşlardan ve çalı çırpıdan yapılmış ‘tahtında’ oturan ve üstüne başına renkli şeyler giymiş Sultan, Hasan’ı görünce mağrur bir hareketle onu yanına çağırdı ve kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini sordu. Hasan da İstanbul’dan, Sultan’ın sarayından gelip memleketine gittiğini söyleyince, çocuk bağırdı: ‘Yalan! Hiç İstanbul’dan hem de padişahımızın sarayından gelen bir adam bu kılıkta olur mu?’ Sen olsa olsa kenar mahallelerden birindensindir. Şimdi bana yalanını hemen itiraf et, yoksa Sadrazam’a emir verir seni tutuklatırım, cezan neyse onu da çekersin!” Bir yandan çocukların oyununu sevimli bulup da onları bozmak istemeyen, bir yandan da kalp sızısını hafifletmeye çalışan Hasan her şeyi olduğu gibi anlattı “Sultan”a. Adı Ali olan çocuk Hasan’a inanmamıştı ve yirmi beş yıllık hizmetin ardından ne kazandığını sordu ısrarla. “Hiç!” dedi Hasan, “Hiçbir şey!” “Bu hiç adil değil” diye devam etti Ali, “Şimdi saraya gideceksin ve Sultan’dan ona hizmet ettiğin yirmi beş yılı geri isteyeceksin. Böylece yeni hayatında düzgün bir işte çalışırsın ki yaşlılık günlerinde yiyecek bir dilim ekmeğin olsun.” Çocuğun tavsiyesi karşısında şok olan ve ona hak veren Hasan dediklerini harfi harfine yapacağını söyleyerek çocukların yanından ayrıldı ve Saray’a geri döndü.” Bu öykü çocuğun öğüdüyle mutlu sonuçlanırken devlet oyunu oynayan çocuğun iki kuşaklık öyküsü başlayacaktır. Final Hekimoğlu Ali Paşa’nın öyküsüdür. İstanbul 1898 Kahvehane Hikâyeleri, bir dönem belgeseli olarak, üstelik keyif alarak okunabilir. ? İstanbul1898 Kahvehane Hikâyeleri/ Cyrus Adler, Allan Ramsay/ Çeviren: Sabri Kaliç/ Maya Kitap/ 156 s. ? Adler, kitabın neden yazıldığıyla birlikte Amerika’daki okurlar için kahvehaneyi de anlatıyor. Hem de cezvesi, kahve ocağı, sacayağı ve cezveleriyle. SAYFA 10 ? 21 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1166