29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Nağıl Nene’den Henfe Ana’ya öykünün gizi Kars’ın onuru Mehmet Aksoy için… K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Zaten Şaban Akbaba’nın da Henfe Ana’yı, bir nağıl nenesi gibi aldığı görülebiliyor… ANLATININ DÜŞLEMCİ, YAZININ KURMACACI KIŞKIRTISI... Şaban Akbaba, çocuk, genç, erişkin okur kesimleri için verimlediği şiirden öyküye, romana, sayıları yirmiyi bulan bir dizi kitabın yazarı… Bu haftaki “Kitaplar Adası”nda onun dört kitabını aldım masama… İkisi öykü: Che’nin Sevgilisi (Siyah Beyaz, ikinci basım, 2009), Deli Cin Diyor ki… (Kurgu Kültür Merkezi, 2011); biri roman: Deri’n (Sone, 2009), bir diğeri de çocuk şiirlerinden oluşan Sevgi Ana (Ceylan, 2003)… Henfe Ana ise Şaban Akbaba’nın öz annesi. Akbaba, onu anarken “dilinin baldan tatlı sözleri” için vurgu yapıyor. (Deli Cin Diyor ki…, 73) Demek Akbaba, çocukluk yıllarında, bir masal dağı halindeki Henfe Ana’nın eteklerine yapışıp öyle büyümüş… Gerçekten de onun bütün kitaplarına serpilmiş halde, bir anda Kars yöresinden çıkagelmiş havasında menevişlenen böylesi etkilerle karşılaşılabiliyor. Akbaba metinlerinin, bu yanıyla aynı zamanda bir laboratuvar metnine dönüştüğü de öne sürülebilir bizim için. Nitekim yazarın öykülerine ya da romanına taşıdığı, şiirinde örüntülediği olgusal kimi gerçeklikleri, nağıl nenelerinin uzak yakın etkileriyle soyutlayıp dönüştürdüğü söylenebilir bana göre. Sonuçta Akbaba, herhangi yaşamsal öğeyi yerinden kaldırıp onu bir büyüyle kaplıyor, ardından görünmez, ancak duyumsanan bir kızağa oturtarak bu cilalı dönüştürüm kesitini kaydırıp istediği yöne doğru hareketlendiriyor. Bu açıdan andığım yazar grubunun metinleriyle Latin Amerika edebiyatının kimi metinleri arasında çağrışımsal koşutluklar kurulabilir bana göre. Örneğin Faruk Duman anlatılarında tren, istasyon, at, yayla vb. öğeler özelinde bunun izleri sürülebilir pekâlâ. Hasan Özkılıç metinleri de sisler içinden çıkagelmiş gibisine bir hava yansıtırken bu etkinin prizmadan geçmiş çarpıcı etkisini ele verir aslında. Bunun gibi Şaban Akbaba metinlerinin de böylesi etkiler taşıdığı apaçık görülebiliyor. Yaşamsal gerçekliği, kendi bağlamından kopararak büyüyle sarmalayışı, sonrasında bunu kaydırıp kendi anlatı evreni içinde değiştirip dönüştürerek kaydırışı bunu somut biçimde ortaya koyuyor. O halde gelin, metinlere kuş bakışı göz atalım birlikte… ŞABAN AKBABA’NIN ÖYKÜ, ROMAN EVRENLERİ... Akbaba, Deri’n’de, “yurtdışı öğretmenliği sınavını kazan”arak (29) Almanya’ya görevli giden bir öğretmenin yaşantısal gereçlerine dayanarak iki toplumun kendi iç değerleri yönünde yaşamlarını sürdürenlerle iki toplum arasında sıkışmışlara yönelik bir “iç roman” yaratıyor. Roman evrenine yayılan düzlem, öğretmenin iç dünyasıyla birlikte gerçek coğrafyaya, neredeyse yaşamdan alınmış kişilere yaslanırken değişen bunları harmanlama biçemi belki yazarın. Şaban Akbaba errin Avcı Çölgeçen, çektiği son belgeseli Nağıl Neneleri’nde (Plan Prodüksiyon, 2010, 50’) Kars yöresine uzanarak tükenmekte olan “nağıl neneliği” olgusunu ele alıyor. “Nağıl”, Farsçadaki “nakl” sözcüğünden bozulmuş olarak anlatmak, anlatıcılık yapmak anlamına geliyor. Buna göre “nağıl nene” masalcıanlatıcı kadına karşılık geliyor denebilir. Belgeselinde Kars çevresindeki beş köye yoğunlaşan Berrin Avcı Çölgeçen, örtük de olsa görece varlığını sürdüren nağıl neneleriyle bizi tanıştırıyor. Leyla Yalgar, Urgiye Alkoç, Suna Alkoç, Lütfiye Ersarı bu anlatıcılardan geriye kalan son temsilciler olma özelliğini taşıyor. B Berrin Avcı Çölgeçen Anılan nağıl neneleri, kendilerinden önceki nağıl nenelerinden öğrendiklerini, nağıllık yetenekleri doğrultusunda çevrelerine yansıtıyor. Özellikle, ağır kış koşulları altında boş geçen gecelerde köy toplumunun yaşam havını tazeliyor bir ölçüde. Birçok öyküyü, bu arada geleneksel yolla kendilerine dek gelen Perişan Sultan, Gelinlik, Salman’ın Hikâyesi, Köroğlu, Leyla ve Mecnun, Kafdağı, Kirman Şah vb. anlatıları naklediyorlar çevrelerine topladıkları her yaştan insana… Nağıl nenesi Leyla Yalgar, anlatısının kesinlikle “düzme”, “bezeme” olmadığını belirterek bunları kendinden öncekilerden dinlediği biçimde naklettiğini söylüyor. Belgesele konuşan, kendisi de bir Karslı olarak çocukluğunu nağıl nenelerinden dinlediği öyküler, masallarla renklendirip geçiren Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden Yard.Doç.Dr. Ahmet Ali Arslan, bu masallarla anlatıların yaklaşık dört yüzyıldır hiç değişmeden gelmiş olabileceğini vurguluyor. Dört beş nine öncesine geri gidildiğinde böyle bir hesap yapabilmek kolay zaten. Bunlar “Türk halk masallarının yürüyen kütüphaneleri” Arslan’a göre. Herhangi masal nağıl neneleri aracılığıyla nağledilip hemen hiç bozulmadan, ama belki bir ölçüde cilalanmış olarak bugünlere ulaşıyor. Nağıl neneleri herkesin görebileceği, yüksekçe bir yere oturtuluyor. Tıpkı bir meddah, sahnede tek başına icrayı sanat eyleyen bir tiyatro sanatçısı gibi hem anlatıyorlar hem maniler söylüyorlar, ama aynı zamanda oynuyorlar da… Nitekim seyirci ya da dinleyicinin yansıttığı heyecanla şevke gelerek beş on masalı birden arka arkaya nakleden oluyor içlerinde. Tandır başında nağıl nenelerini dinleyen insanlar, üzerlerinde yıllar yılı izini taşıyacakları etkiler alıyorlar böylece onlardan. Hele çocuklar bu masallarla sanki kendi filmlerini üretiyorlar. Demek, herkesin nağıl dinlediği bir masal ülkesi olarak alınabilir Kafkasya’ya komşu Kars diyarı… MASAL DİYARININ SÖZ BÜYÜSÜNDEN YAZINSAL GİZE... Karşılaştırmalı İngilizTürk Folkloru Uzmanı halkbilimci Ahmet Ali Arslan, televizyonun bir “afet” halinde toplumun üzerine çöreklenmesinden önceki süreçte Kars yöresinde köy köy gezerek iki yüz elli kadar masalı kayda geçirip kurtarabildiğini anlatıyor yana yakıla. Ona göre bu masalların Türk Şamanizmiyle de köklü, derin ilişkileri var. Bu nedenle tümü de elekten geçmiş, yunmuş, arınmış birer anlatı halinde çıkıyor karşımıza. Bütün bu nedenlerle söz konusu masallardan birer senaryoyla çocuk filmleri yapılması, çizgi film gibi yaratıcı yaklaşımlarla bunların desteklenmesi gerekiyor. Günümüzün gelişmiş bir ülkesi olarak İngiltere’de de böyle bir şaşkınlık süreci yaşandıktan sonra devlet, geç de olsa uyanıyor, ciddi biçimde bu işe eğilip dilinin masallarına sahip çıkma konusunda bilinçli bir tutum içine giriyor… Bu çerçevede Arslan, ilginç açılımlar getiriyor konuşmasında… Bunlar arasında çocukluğunda nağıl nenelerinden dinlediği “Gökçek Fatma’nın Nağılı” ile Batı’daki “Sinderella”, Kızılderililerdeki “Kaz Çobanı Güzel Kızın Masalı”nı karşılaştırıyor Arslan. Ayrıca Çingenelerden dinlediği masalları da ekleyerek bunlar arasında şaşırtıcı benzerlikler saptayıp ortaya koyuyor, bu konuya dikkatimizi çekiyor. Nitekim Kars yöresindeki bu masallarla İskoçya, İrlanda masalları, aynı bölgeye dağılmış Çingenelerin masalları, aynı şekilde Kızılderili masalları arasında neredeyse birebir bağlar kurabilmek olası… Bunlar bize anlatısal yolla geçen kimi veriler yalnızca. Bir de çocukluklarında bu etkilerle, bunların izdüşümleriyle yaşayıp sonradan yazarlığa soyunmuş olanlar var. Bu doğrultuda söz konusu nağıllık kültürüyle dirsek teması olan, bunlardan etkiler taşıdığı ya da taşıyacağı kestirilebilecek Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu, Hasan Özkılıç, Şaban Akbaba, Faruk Duman, Alper Akçam vb. yazarları getirelim gözümüzün önüne… Çiçek selinin altında ya da kar baskınında kalmış da sis içinde uçsuz bucaksız bir duruş sergiliyormuşçasına görüntü veren o Kars yaylalarının, suların kabarıp taşarak kapladığı ayna gibi parıldayan çayırların hiç mi etkisi olmamıştır andığım bu yazarların verimlerinde? Nağıl nenelerinden dinledikleri ya da onların uzak yakın etkileriyle kulaklarına dolan, belleklerine süzülen, film şeridi gibi gözlerine yerleşen seslerin, imgelerin, görüntülerin söz konusu yazarlarımızda yol açtığı depremi, yarattığı koyakları, yeni çığırları hesaplayabilsek keşke… Son olarak Şaban Akbaba’nın verimlerine topluca göz attığımda, bu etkinin bir biçimde onun metinlerinde de su yüzüne çıktığını görünce bir kez daha böylesi bir ilişki kurulabileceği kanısına vardım diyebilirim kendi payıma… Ne yapıyor peki Akbaba? Bir belgesel romanla kurmaca romanı, birbirinin sınırları içinde yoğurmak, ardından halkın anlatı kalıbını genişleterek buna çavlan niteliği kazandırmak belki, o kadar. Sonra da yoğun anlamlandırmalarla örülü ustalıklı geçişler ekleyip bütünlemek romanı: “Herkes kendi düşünü görür./Bir ucu Anadolu’da, ama diğer ucu belirsiz bir ejderha uzanıp yatıyor Türkiye’nin gölgesinde.” (32) Romanda karşımıza çıkan gerçekle düşü sarmalayan, bunu halk anlatısı kalıbıyla yapılandırma yaklaşımı öykülerinde de gözleniyor yazarın. Nitekim iki öykü kitabına kabaca göz atıldığında, bu kanıya varılabiliyor kolayca. Yöreye özgü olduğu kestirilebilecek sözlü anlatı geleneğinin tellerine konduruluvermiş birer serçe ardılı bir yazınsallıkla yüzleşmişçesine izlenime varıyorsunuz hemence. Yazınsal açıdan büyük anlatı birikimine sahip olduğu görülebiliyor yazarın. Bu, özellikle okurdan anlamlandırma yetisini kullanmasını beklediği öykülerinde çok açık biçimde ortaya çıkıyor. Sözgelimi “Çocuk Oyunu” başlıklı öyküsünde (Che’nin Sevgilisi) çocukla annesi arasında oyunlarla sürdürülen tutukluluk öyküsü, yazardan yansıyan anlatı geleneğinin kökenlerine inebilmek konusunda önemli bir örnek. Şaban Akbaba’nın söylemden söylene yükselen, halkbilimsel değerlerle kol kola bir büyük coşkuyu yansıtan, bağırmayan ama vuruş gücü etkili bir dille yapılandırdığı anlatıları, belli ki Kars yöresi nağıl nenelerinin kimbilir kaç yüzyıllık uzak etkilerinden de esinler taşıyor… Yazar, masal, söylen dilinde bütün biriktirdiklerini yöre göreneğinin üzerine, sestartım bankasından süzdüklerini de ekleyip bunları birleştirerek bizi öyküleme bağlamında şölene çağırıyor adeta. Ne var ki burada bırakıyor Akbaba işi, ötesine geçmiyor sanki. Oysa onun yazın dili, bugüne dek verimlediklerinden çok daha sıkı, yoğun örüntülü öyküler, romanlar alınabileceğini gösteriyor, hem de kaleminin akıyla hak ediyor bunu yazar. Şunu da eklemeliyim… Akbaba, öykü kitaplarında farklı estetik kaygılar gütmüyor, farklı yaklaşım çabaları sergilemiyor, biçemsel arayışlar peşinde olduğunu göstermiyor değil. Ne var ki bu yöndeki çabaların tümü birden tek bir kitaba sığdırılmaya kalkıldığında zaman zaman insanda, ne yazık ki bir yamalı bohçayla karşı karşıya kalmışçasına izlenim de bırakmıyor değil bir çalım… Bu nedenle gerek öykülerindeki gerekse romanlarındaki farklı açılımlarını hem izlemek gerekiyor onun hem de bu yeni yazınsal serüvenlerini esenlemek… Kendisi de bir nağıl nenesi olarak alınabilecek Henfe Ana’nın yazar oğulcuğu Şaban Akbaba, son yıllarda Bursa’daki yüzlerce yıllık çınarların altında Kars’tan taşıdığı öykünün sarıçamıyla bu yanarcayı tutuşturmak için de çabalıyor. Ta oraların nağıl nenelerinden Bursa Öykü Günleri’ne kim bilir kaç enerji santralı taşıyor… Berrin Avcı Çölgeçen’den Şaban Akbaba’ya nice öykücümüze kadar, öykü sanatına emek verenlerin katkılarıyla bu uzun öykü katarı yol alıyor böylece… 14 Şubat Dünya Öykü Gününüzü bir kez daha kutluyorum efendim… ALTYAZI: Öykü günü etkinliklerinde ya da çeşitli sanatsal, kültürel etkinliklerde Berrin Avcı Çölgeçen’in Nağıl Neneleri’ni izlemek, göstermek isteyenler BSB (Belgesel Sinemacılar Birliği) ile bağlantı kurabilir. Tel: (212) 24590962458958 ŞUBAT 2011 SAYFA 29 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1096 17
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle