02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Leyla Ruhan Okyay’dan ‘Çilesine Âşık’ Leyla Ruhan Okyay, Çilesine Âşık‘ta ince duyarlılıklarla örüyor öykülerini. Bombalanan Felluce’deki bir annenin acısıyla bütünleşirken, Vartanuş’un sardunyalarını suluyor sevgiyle. İnce ayrıntılarla zenginleşen öykü dünyasında acılı ama yenik düşmemiş kişilerine sevecenlikle, anlayışla yaklaşıyor. Sıradan insanların hayatlarındaki trajik anları daha da etkileyici kılan yalın bir dille anlatıyor. Okuru, İstanbul’un sokaklarından Smolyan’a, Paris’e doğru bir yolculuğa sürüklüyor. Yazarın geçmişiyle yüzleştiği bu içsel yolculuk, okuru da kendi derinliğine çağıran bir davetiye çıkarıyor. Ë Şükran YÜCEL biçimde dile getiriyorsun Bu öyküyü tetikleyen ne oldu? Gazete haberi!.. İkinci Irak savaşının başladığı ilk günlerde manşette yayımlanan, Amerikalı bir generalin “Canlı, ya da cansız her şeyi vurun!” diye verdiği o emir ve o tümcedeki “canlı ya da cansız” tarifiyle özetlenebilecek savaşın acımasızlığını, çirkinliğini anlatan ve yüreğime “demir ok” gibi saplanan gerçekliği. İşte o manşeti okuduğumda gözümün önünde o savaş ve generalin verdiği o talihsiz emirle yaşanacaklar canlandı. Öykü kendini yazdırdı. Ben öykü kahramanım Züveyna oldum. Onun yaşadıklarını yaşadım sanki ve çok ağladım. Belki de bu nedenle okura bu duyguyu aktarıp, öyküyü yaşatabildim. Anne olarak duyumsadıklarım, Iraklı anne girdi öyküye ve ardından geleceğinden emin, savaş korkusu olmayan Fransız anne. Onların çocuklarıyla ilişkileri, duyguları, korkuları girdi. Farklı coğrafyalarda aynı anda yaşananlar ve onların iç içe geçmiş öyküleri kurgulandı. Öykülerinde sık sık Beşiktaş’ın, Nişantaşı’nın sokaklarında, parklarında gezdiriyorsun okuru. İstanbul’un öykülerinde özel bir yeri olduğunu söyleyebilir miyiz? Diğer kitaplarımı da gözden geçirdiğimde gitmediğim coğrafyalar da dahil, okurlarımı çok geniş bir coğrafyada gezdirdiğimi düşünüyorum. İstanbul’un benim üzerimde çok büyük bir etkisi var, bu yadsınamaz. Bu nedenle öykülerime de girdi elbette. Çünkü Batı’yı ve Doğu’yu barındıran, yaşayan yaşamayan herkesi etkileyecek kadar büyülü bir kent İstanbul. Yaşadığım semt Beşiktaş, Nişantaşı da onun komşusu. Onların girmesi çok doğal. “Kardan Babam” öykün, “Geyikli Orman”ın geçtiği Smolyan’a yolculuğu da anlatıyor. “Geyikli Orman”ın sevinçli, coşkulu anlatımı yerini dingin ve hüzünlü bir öyküye bırakmış. Hüzün ve keder mi besliyor öyküyü daha çok? Bence genel olarak, bütün sanat dallarını etkileyen bir duygu, acı. Bu kitabım da galiba, daha çok hüzün ağırlıklı oldu. Genel olarak yaşam hüzün yüklü çünkü. Sevinçler, mutluluklar aralarda küçük parlak noktalar sanki, bir görünüp kaybolan. Bu nedenle de çok kıymetli. O sevinçli anlar, mutluluklar bitmesin isteriz ama biter. Ama zor zamanlarda gene o güzel anılar rahatlatır bizi, içimizi ısıtır. “Kardan Babam” öyküsünde de olduğu gibi, “zorunlu göç”, yazdıklarımda hep öne çıkan konulardan biri. İstesem de istemesem de. O yaşanmış ve yaşanan acılar, anılar kendini yazdırıyor. Babama ilişkin bir anıdan yola çıkarak yazdığım bu öyküde, babam gene memleketine çekti beni. Yeniden Smolyan yollarına düştüm. Geri dönüşlerle o ayrılıkları, yıkımları yaşamış dedelerimin, nenelerimin ruhlarıyla empati kurup ben de onların yaşadıklarını yaşadım. Beni de kopardılar doğduğum yerlerden, çocukluğumdan, gençliğimden koparıp da boşluğa fırlattılar, onlar gibi ve hüzün, gene baş köşeye kuruldu... Kitap daha çok kadınların öykülerine yoğunlaşmış. Bilinçli bir tercih mi? Hayır. Susano Tamaro’nun Yüreğinin Götürdüğü Yere Git dediği gibi kalemimin götürdüğü yere gidiyorum ben. Ne istersem onu yazıyorum. Zorlama kurguları, okur hemen anlar. Onun inandırıcılığını sağlamak çoğu zaman olanaksız. Çok sahici gibi görünse de tanımlanamaz bir biçimde kendini hissettirir o yapaylık. Çünkü okur içtenlik, inandırıcılık peşinde, okuduklarında kaybolmak ya da kendini bulmak ister. Evet kalemim beni çoğunlukla kadın öykülerine yönlendiriyor, çünkü kadınım ve onun sorunlarını, duyarlılıklarını çok iyi biliyorum ve bu konuda yazılacak, söylenecek hikâyeler, romanlar dünya var olduğu sürece hep bir adım önde olacak. Benzer şeyler ama farklı biçemlerde binlerce kez anlatıldı, anlatılacak. Çünkü kadın çok güçlü, renkli ve çileli bir özne. Kadınerkek ilişkisinin sarp ve dikenli yanı da yer alıyor, özellikle “Oyun” adlı öykünde. Bu kazananı belli olmayan bir oyun mu? Öykünün başına aldığım dörtlükte “dünya bir sahneyse, biz de gelip geçen oyuncularsak eğer, bütün ilişkiler için bu geçerli. Yani “oyunun sağlamlığı, sahiciliği ve yalansızlığı, bütün bunlar, oyunun bir kısmını olsun kazandırır” diyor Jack London. Yaşam felsefemle bağdaştığından bu dörtlükten yola çıkarak yazdım bu öyküyü. Ama bu durum, okurun bakış açısı, algılamasıyla da ilgili biraz da. Kimine göre kazanan belli olmaz. Ya da neden hep “kazanmak” önemlidir, bu da sorgulanmaz. “YAZDIKLARIM OKUNURKEN AKIP GİTSİN İSTİYORUM” Minimalist bir anlatımı tercih ediyorsun. Öyküde sadeliği seviyorsun. Evet, olabildiğince süsten uzak, yalın bir biçemi tercih ediyorum. İstiyorum ki, yazdıklarım okunurken akıp gitsin. Tökezlemesin okur, kolaylıkla içselleştirebilsin. Ne denli başarabiliyorum bunu bilmiyorum. Çünkü bizde okurun yazara dönüşü sınırlı. Ancak rastlantılarla, karşılaşmalarda öğrenebiliyorsunuz düşüncelerini. Bu tavır edebiyat çevresinde de böyle ne yazık ki. Ben okuduğum ve beğendiğim bir yazarı arayıp düşüncelerimi iletmeyi ilke edindim. Yazarın buna gereksinimi var çünkü. Olumlu ya da olumsuz eleştirileri öğrenmeye. Düşüncelerin paylaşımı gençler arasında daha yaygın, iletişim kurup fikrini söyleyenler çoğunlukla onlar. Bu da umut verici. Mimarlık, öykünü nasıl etkiledi? Öykücülük ile mimarlığın arasında nasıl bir bağ kuruyorsun? Her ikisinde de düş gücü var bir kere, baştan bir projelendirme var. Mimarlıkta meselenizi çizgi ile anlatıyorsunuz, edebiyatta sözcüklerle. Her ikisinde de estetik kaygılar var. Her ikisinde de yalınlık önemli. Mimarlıkta da edebiyat ürünlerinde de belli bir strüktür kurmak gerek. Her ikisinde farklı biçimlerde insanın hikâyesinden yola çıkılıyor. Yapılar nasıl insanı içine alıp onunla bütünleşiyorsa, öykü de okurunu içine alıp onunla bütünleşmeli. Bu da mimarın tasarladığı yapıyı, öykücünün yazdığı öyküyü yaşaması ile doğru orantılı. Mimar, çizgilerle yazar öyküsünü, yazar sözcüklerle. Mimarın aynı zamanda öykücü olduğunu düşünüyorum. Mimar, yapıyı tasarlarken o yapının içinde yaşanacak olan hikâyeyi de düşünür ve ona göre yapısını planlar. Konutta yaşanan hikâye ile hastane, havaalanı, yaşlılar evi, okulda yaşananlar farklıdır. Şimdi ne yazıyorsun? Yeni öyküler var mı tasarladığın? Yeni öyküler her zaman olacak tezgâhımda. Çünkü benim için öykü yazmak tutkulu bir uğraş. Yakın zamanda tamamladığım kitap, Heyamola Yayınları’nın İstanbul’un semtlerine ilişkin dizisine ait. Benim on bir yaşımdan itibaren yaşadığım, akrabalarımın varlığı nedeniyle ilişkimin sürdüğü bir semt olması nedeniyle Yeşilköy’ü yazdım. Biyografik yanı olan, eski ve değişen Yeşilköy’ü anlattığım bu kitabın yazımı bana çok iyi geldi. Güzel günlerime dönme olanağı sağladı. Ardından çocuk kitabı çalışmalarına başladım. Roman mı, yoksa kısa öykülerden mi oluşacak bilmiyorum. Ama gülümseten bir kitap olmasına çalışacağım. Çilesine Âşık/ Leyla Ruhan Okyay/ Notos Kitap/ 94 s. koydun? “Çilesine Âşık”, Anadolu’da kullanılan yakıştırmalardan biri. İlk kez bir arkadaşımın annesinden duymuştum. Sonra öykülerimden birinin adı oldu. Kitap adı düşünürken bu öne çıktı. Hem akılda kalması açısından hem de kadın ağırlıklı öykülerin yer aldığı bu kitapta kadınlara uygun bir yakıştırma olduğunu düşündüğümden. Çünkü kadınlar, doğaları gereği daha özverili, bağışlamacı, duygusal yaklaşırlar yaşama. Öngörüleri yaşayacaklarını sezdirse de yüreklerinin sesi ağır basar aldıkları kararlarda. Bir anlamda çoğunluğu “Çilesine Âşık”tır bence. Genel olarak edebiyat yaşamın aynasıysa eğer; roman da, öykü de onun yansıması. Bu bağlamda Çilesine Âşık da öyle. Kitabını Nezihe Meriç’e ve Salim Şengil’e adamışsın. Meriç’le yakın dostluğunu biliyorum. Meriç’in yakınında bulunmak, senin öykü dünyanı nasıl etkiledi? Nezihe Meriç ve Salim Şengil benim için çok önemli. Onların yaşam felsefesi, insana yaklaşımı, yaşamı kucaklayışı ve bütün bunların edebiyatla harmanlanma biçimine şahit olmak önemliydi benim için. Yaşamları edebiyat üzerine kuruluydu, sıradan konuşmalarda bile söz dönüp dolaşıp dilin kullanımı, oradan öykünün doğuşu, kurgulanmasına dayanıyordu. “Öykü nedir, ne olmalıdır?” tartışmaları bir okul niteliğindeydi. Bu nedenle kendimi çok şanslı sayıyorum. Nezihe Meriç’in öyküde kılı kırk yaran tavrı, ayrıntıların seçimindeki titizliği, dili kullanımı, dildeki müziği, inşa edişini gözlemledim ve kullandığı enstrümanlarda tümce, sözcük, harfe kadar inen ustalığını. Salim Amca ve Nezim ölümsüz aşkın, sevginin de simgesiydi. Birliktelikleri, umuttu “aşk”a, güzelliklere dair. Onları çok özlüyorum. “FARKLI COĞRAFYALARIN İÇ İÇE GEÇMİŞ ÖYKÜLERİNİ KURGULADIM” Kitabın ilk öyküsü “Baharın Bittiği Akşam”, Öykü Günleri’nde ilk dinlediğimde de beni çarpmıştı. Çok farklı üç kadının çocuklarıyla ilişkilerini anlatarak, savaşın acımasız yüzünü çarpıcı bir SAYFA 4 B u üçüncü öykü kitabın. “Çilesine Âşık” dikkat çekici bir isim. Neden bu adı Leyla Ruhan Okyay CUMHURİYET KİTAP SAYI 1091
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle