Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
K G eçen yıl tam bu sıra, ocak ortasında erikler çiçek açmasın mı Bodrum’da, gözlerime inanamamıştım. Ama kardelen misali bir baharın da kapıyı çaldığını kavramıştım o an… Şimdi kış ortasındayız ya sözüm ona, baharın eli kulağında sayılılır o halde, şaşmak gerekir mi ille buna? 14 Şubat Dünya Öykü Günü’ne ne kaldı zaten şurada… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Bahar dalı ilk öykü kitapları... ayları bulacağından “Kitaplar Adası”na üçünü dördünü birden konuk ederek bitirebileceğim yukarıda sıraladığım çok sayıdaki bu ilk öykü kitabını… BİRİKİMİN IŞIĞINDA BİR ÖYKÜLEME… Daha önce herhangi öyküsünü okumuş değildim Ferahlı’nın. Öyküsünü okumuş değildim ama eleştirel yazılarını, inceleme, değerlendirmelerini, yazınsal alana döktüğü emeği biliyordum elbette. Diyeceğim onu bu emeğiyle tanıyordum daha çok. Öykülerini okuyunca şaşırmadım… Çünkü Kendisinden beklenebilecek düzeydeydi, olgun verimlerdi, gereksinirlikleri yerli yerindeydi. Hem yazarın yazınsal birikimini, öyküleme gücünü yansıtan verimlerdi bunlar, hem de çok yönlülüğünü ele veren örneklerdi. Mutlulukla okumaya koyuldum. Soğukkanlı bir dil işçiliğiyle, hüzünlü duyarlıkları çocuksu nahifliklerin ardına gizleyerek, telaşlı bir yürekle, ama telaşsız bir anlatımla kaleme alınmış, buruk ama içten gülümseyişler eşliğinde verimlenmiş öykülerden oluşuyor Birsen Ferahlı’nın O Yaz… adlı yapıtı. Ülkemizin son yüzyılına özgülenen toplumsal dokuyla içlidışlı, düş kırıklıkları, beklentisizlik; pişmanlık geleceksizlik temelindeki çelişkilerle örülü bu öyküler bir yandan öykü sanatının yetkin verimi olmayı örneklerken öte yandan fon bağlamında yerleştirilen, bir film şeridi gibi gözden akarak tüm yaşama yayılan havıyla toplumbilimsel veriler için de birer döküm çıkarmayı başarıyor doğrusu. Önceki yüzyıl neredeyse tümüyle gözlerimiz önünden akıyor bu öykülerde. Üstelik temel dayanak noktaları savsaklanmadan… Kentten taşraya, kentsoyludan kasabalıya hüzün yüklü kahramanlar eşliğinde… Öyküler, toplumsal dönemlere yönelik karakteristik yanlar da getiriyor elbet önümüze. Ama bunu başarıyla aktaran öykülere her zaman, sıklıkla rastlanmıyor öyle kolayına. Beni düşündüren tek yan oldu bu öyküleri okurken. “Koza”da, beyin kanaması geçirdiği için hastaneye yatırılan yazar yoğunbakım bölümünde olup bitenler eşliğinde alınırken ayrı, onun “bilinç parçası” ağzından dökülenlerin var ettiği düzlem ayrı olduğu halde bu iki düzlem aynı anadamara dayalı öykü evrenini pekiştirebiliyor. Oysa gerek “Bir Deli Heves”te gerekse “Ahsen Abla”da karşımıza çıkan bu biçem farklı savruntularla güç gerilimine yol açıyor bir çalım. “Koza”da “bilinç parçası”yla kurulan biçem yerli yerine otururken, “Bir Deli Heves”te şoföre “Çek Koçum Yamanlar’a!” (25) kırılması, “Ahsen Abla”da Çıkıkçı Şadiye’nin dedikodusun Belki bunun da esinlemesiyle önümüzdeki haftaların “Kitaplar Adası”nı, araya bir iki farklı yazı alarak Mart başlarına dek öykücülerimize, öykücülüğümüze ayırmak düşüncesindeyim… Azımsanmayacak sayıda ilk kitap var masamda birikmiş, öykü türünde… Bilen biliyor, inatla yer açmaya çabalıyorum “Kitaplar Adası”nda ilk kitaplara. Öteki yazın türlerinde de, başta roman olmak üzere oyun, deneme, şiir vb. uzanabildiğim her ilk yapıtın, emek verilmiş olması koşuluyla kucaklanıp yerden kaldırılması, bir kezcik de olsa değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım nicedir. Yazınsal türler arasında ilk kitap olarak en çok öykü üzerinde duruyorum galiba yine de… Sanırım bunda, öykü etkinliklerine katılmamın, alana dönük sürekli erke üretenlerle düşünce alışverişinde bulunmamın, bunun yanı sıra üretimini sürdüren öykü yazarlarımızla, genç öykücülerle, yazar adaylarıyla birebir ilişkilenmemin rolü büyük! Böyle olunca, ben onlara uzanamasam bile, onlar bana ulaşmanın yolunu buluyor bir biçimde. Oysa bu ölçüde yoğun ilgilendiğim, ilişkiler sürdürdüğüm halde roman, oyun türündeki ilk kitaplılar bunun ayırdında değil pek… Masamda birikmiş ilk kitapların çok büyük bölümü, neredeyse tümü de öykü nitekim… Adlarını anayım bunların… Birsen Ferahlı’dan O Yaz… (YKY, 2010), Fadime Uslu’dan Büyük Kızlar Ağlamaz (Pupa, 2010), Sunja Altınel’den Kontes’in Ölümü ve Başka Buruk Öyküler (Notos, 2009), Senem Dere’den Hülya Saat (Özgür, 2009), Buket Akkaya’dan Su ve Hayat (İlya, 2009), Nil Esra Başaran’dan Rüya Gören Kız (Yitik Ülke, 2010), Tekgül Arı’dan Bedenim Tetikte (Postiga, 2010), Kerem Işık’tan Aslında Cennet de Yok (YKY, 2010), Melike Uzun’dan Ateş Öyküleri (Kanguru, 2010), Tülay Akkoyun’dan Daphne (İlya, 2009), Filiz Bilgin’den Öykü Sokağı (Kanguru, 2010), Yalçın Tosun’dan Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler (YKY, 2009), Nergiz Suzan Şanlıalp’ten Bu Dünyadan Sen de Geçtin (İlya, 2009), Murat Darılmaz’dan Yola Düşen Gölge (Kanguru, 2010), Çağnam Erkmen’den Aniden ve Hepsi Birden (Hayal Et, 2009), Filiz Gülmez’den Anılar Yorgunu (Afrodisyas Sanat, 2009), Sine Ergün’den Burası Tekin Değil (Yitik Ülke, 2010), Nazmi Bayrı’dan Otel Atlantik (Kanguru, 2010) ayırdıklarım… Bunlar bir biçimde benim masama ulaşmış olanları, daha neler var kim bilir… Yirmiye yakın bu ilk öykü kitabını okumak benim için zevkti; birer doğumdu çünkü tümü de. Hoş geldiniz deyip yüreğime bastım hepsini. Ne ki bunları teker teker ele alıp işleyebilmek SAYFA 20 dan öğrendiğimiz gizli aşk yarılması öykülerde anadamar dışına kayıyor sanki… Ama “O Yaz…” öyküsü öyle mi ya? Öykünün girişinde daha iç ısıtıp kışkırtan sıcacık duygular kuşatıyor insanı, herkesin bir biçimde yaşayıp deneyleyebileceği. Kırık hüzünlerin eşlik ettiği, buruklukların hançeremize indiği… Yine de “Ah o yaz!” diye iç geçirebileceğiniz bütün zamanlarda yanı başınızda olmasını isteyeceğiniz bir yakın dost arayışıyla uzanabilirsiniz Birsen Ferahlı’nın bu güzel ilk öykü kitabına. diren bir gizli el olarak yer alıyor. Bu çerçevede klasik öykülemeyle, ama yoğun duyarlıklarla karşılıyor bizi. Kasabayı, taşrayı kente eklemlenmiş bağlamda aldığı için de bunlar, “ölüler evinden farksız” (83) aynı platoda çekilmiş birer film havası yayabiliyor enikonu. KADININ, KADINLA KURDUĞU ÖYKÜLER… Sunja Altınel Kontes’in Ölümü ve Başka Buruk Öyküler adlı ilk öykü kitabında öykü türünün gerekleri ile yazınsal metnin yoğunluk beklentisi arasında sıkışıp kalmış izlenimi bırakıyor bir ölçüde. Çevirmenliği mi etkiliyor yazarı, çekiniklik mi gösteriyor, bunu kestirmek güç. Altınel, bir uzun öykü olarak alınabilecek “Kontesin Ölümü”nde anlatıcının Tübingen’deki yalnız, dokunaklı öğrencilik günlerine geri gidiyor. Ama yanısıra sorguluyor da bu yılları. “Kontes şu ya da bu nedenle önce varlığını küçümsedi(kleri) ama sonra tutkuyla bağlandı(kları) insanların bir simgesi”dir (23) anlatıcı için. Birinci Dünya Savaşını minicik bir çocuk olarak yaşamış, buradan İkinci Savaşına ulanan yıllarda bir kayıp kuşak bireyi olarak ülkeler, yolculuklar, rüyalar arasında geçen gezintisinde, polisiyeye de kucak açmış tutumu, gizemli havasıyla belirginleşmiş bir karakterdir o. Bunun yalın olarak, dupduru biçemle tüm katmanları yansıtılarak yapılandırılması başarı elbette. Ama kimi örneklerde olayın hep önde göründüğü, anlatımla doldurulan bildik öykülemeden kopulamadığı öne sürülebilir. Nitekim öyküsel etkimelerin, uzun anlatımlarla sağlandığı öykülerin yazarıymış gibi bir izlenim bırakıyor Sunja Altınel. Her ne kadar zengin bir artalana yaslanıyor, anlatımını işlevsel ayrıntılarla, çağrışımlarla, yan anlam örgüleriyle besliyorsa da baştan sona yoğun anlatımla kuruyor yine de öyküsünü. O zaman da suskuya, boşluklara gereğince yer açamadığı seziliyor Altınel’in. Buna göre yazar, kısa öykü yerine bir uzun öykünün kolları üzerinde ilerleyen, kurmacadan güç aldığı bir biçemle geliştiriyor öykülerini. İşte dört kadın öykücü size… Öykü türünün kadınlar için var olduğunu kanıtlamak istercesine kaleme almışlar sanki öykülerini. Bu açıdan ciddi bir tanıtlama bağlamında değerlendirilebilir bu verimler… Nitekim ilk kitaplarıyla yukarıda topluca andıklarıma göz atıldığında bunların da büyük bölümünün kadın yazar olduğu görülebiliyor. Daha önceleri de yazmıştım; öykü, sanki kadına özgü bir tür. Erkeklere oranla çok daha fazla öykü gerecine sahip olduklarını düşünüyorum kadın yazarların. Hem duyarlık hem de işleme yetisi bağlamında doğal donanıma sahip zengin varlıklar olarak alınmaları olası bana göre onların. Şu birkaç satır bile, öykücülüğümüzde nasıl geniş bir yelpazede üretim yapıldığını, öykücülüğümüzün çok farklı kadın, erkek yazarlar tarafından geniş bir perde aralığına yayılmış halde sürdürüldüğünü ele veriyor… Toplumca pek çok açıdan geri kalmış bir konum sergilesek bile dünyanın en iyi öykülerinin üretildiği bir dile sahip olduğumuz ortada bana göre… Bu başarıya ulaşmada yolumuzu ışıtan kadın yazarlarımıza ne denli teşekkür etsek azdır herhalde… TAŞRANIN KIRILGANLIĞINA KADINCA BAKIŞ… Okumaya koyulduğumda Fadime Uslu’yu, onun Büyük Kızlar Ağlamaz adlı ilk öykü kitabını yayımlamaktan tıpkı ötekilerin yayımladığı ilk kitaplar gibi on yıllar sonra bile hiçbir zaman pişmanlık duymayacağı düşüncesi vurdu bilincime… Kadınlığın ezgin yorgunluğunu sürekli bir yan anlam bağlamında duyuran, kitaba adını da veren ilk öykü, bir şarkının dizesiyle anımsatılıyor. Anlam derinlikleriyle örülü, katmanlı öyküler halinde yapılandırılmış bir verim bu. Ama yine de “Büyük Kızlar Ağlamaz” yerine, dilimizdeki yaygın söyleyişe uygun biçimimde acaba “Abla Kızlar Ağlamaz” yapılsaydı bu, ne olurdu diye düşünmeden de edemedim doğrusu… Senem Dere’nin, Hülya Saat’teki öykülerde tanıştırdığı anlatıcı, dış yaşamın, olup bitenlerin kıyıdaki aktarıcısına dönüşmüş, ama bunların kurgulayıcısı da aynı zamanda o. Bu nedenle öyküler, döngüsellikle iç içe geliyor önümüze. Hatta kimileyin tam anlamıyla dolambaç metinlerine bile dönüşüyor. Dere’nin öykülemesinde anlatım derinlikle, tümcelerine yüklediği yan anlam, artalan zenginliğiyle yükseliyor da denebilir. Hiçbir duygu zeminine yer açmadan soğukkanlılıkla, ama yine de içli öyküler kurarak çıkıyor karşımıza yazar. Öte yandan sözdizimlerini, alışıldık sıralama yerine daha başka düzeneklere dayanarak kurmaya çabalayıp kendine farklı öyküleme yolları aramasını ilgiyle izlediğimi söylemeliyim genç yazarın. Özellikle “Makas”ta evrensel bir istasyon kurmayı, bunu oyun ya da film gibi eylemliliğe, görselliğe dayalı yapılandırmayı hakkıyla yerine getirdiği öne sürülebilir pekâlâ. Bu çerçevede öykü incecik kırılgan bir zeminde ustalıkla kaydırılıyor. Öte yandan öyküde özellikle istasyon yaşamı, bu yaşamın istasyonla ilişkilenişi temelinde sürdürülen bakışa dayalı taşra gerçekliği biçeminin de dikkati çektiği söylenebilir. Dere’nin, kasabataşra gerçekliğine yenilenmiş bir bakışla yaklaşması sevinçle karşılanacak bir durum elbette. Hele bundan alnının akıyla çıktığını görmek başlı başına sevinç kaynağı. Ancak bu anlatıların yer yer yakıştırmaya ya da karikatürleştirmeye yaslandığı, bunlarla kol kola olduğu da görülmüyor değil. Biraz Necati Güngör, biraz da Hasan Ali Toptaş anlatısının harmanlandığı verimler denebilir bunlara… Fadime Uslu’nun taşraya bakışındaki yaklaşım, Dere’nin biçemsel işleyişinden ayrılıp daha çok özsel bir yoğuruşa yöneliyor. Onda taşra, bireyi, onun tutumunu, davranışlarını biçimlen Birsen Ferahlı CUMHURİYET KİTAP SAYI 1091