19 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Şükrü Erbaş, Hasan Ali Toptaş ve yapıtlarını irdeliyor Hasan Ali kılığında bir sonsuzluk* Ben başta olmak üzere, Hasan Ali’yi okuyan herkes, onu edebiyatımızın birkaç büyük romancısından birisi olarak bilir. Oysa O, bizim Zeytin Hanım’ın makam şoförüdür. Kuşkusuz bu, onun büyük romancı olmasına engel değil. Hatta tam da bu nedenle Zeytin Hanım’ın makam şoförüdür. Bunu anlatacağım. Ë Şükrü ERBAŞ en o zamanlar “gölgesiz” Hasan Ali’yi görmemişim. O zamanlar dediğim, neredeyse on yılı Ankara’nın. Ankara dediğim de, iki cadde, üç sokak, beş masadan oluşan şiirli, devrimli, aşklı, kitaplı, hepimizi doğuran bir güzel anne. İnsan bir masada yok gibi oturursa, görmek için sessizliğin gözleri gerekirmiş. Dünyayı, devrim düşüncesinin ve ilk şiirlerin baş dönmesiyle bir topaç gibi çevirdiğini sanan yüksek sesli ben, masada bir kasaba yalnızlığı ile oturan bu kocaman gözleri, tenha evlerin alın yazısı gibi silik, sisli uzun parmakları nasıl görecektim ki? Asıl hayıf, aynı kaderden gelen ben, kim bilir hayatın hangi iğvasıyla, karşımdaki ben’i görmemişim. Sonra, bu kasabalı mahcubiyetin “kayıp hayalleri”ni de görmemişim onca zaman. Gördüğümde, Hasan’ım Ali değil ben, sinema kapısında, afişlerdeki bütün artistlerin yerine adımı yazarken, baba tokadıyla başımdan fırlayıp gitmiş sarı şeritli ortaokul şapkamı bulmaya çalışıyordum. Ölü Zaman Gezginleri yayımlandıktan iki yıl sonra buldum bu harften adamı. Öyle bir harften adam ki, sesli harfler bile ağzında birer sessizlik ayinine dönüşüyor. O günden sonra bırakmadım yakasını. Bırakır mıyım, gürültümün vicdanını bulmuşum. Sonrası, ikimizden biri değil, ikimiz de ölülerin dünyasına geçene kadar sürecek onurlu, büyük, acıyla da sevinçle de mahcup; güven duygusunun bütün anlamlarıyla menevişli; kendi kendini yere gömen bir mizah duygusuyla, bir virgüllük acıdan gökler kadar büyük trajedi yaratan bir hayat bilgisini, aynı ustalıkla harmanlayan bir dostluk. ğımız şu sözlerdi, bu onurlu dostluğun ilk heceleri: “Sen kimsin kardeşim; in misin cin misin; ben neden tanımıyorum seni; Kızılay’a en hızlı nasıl geliyorsan gel, hemen görmem gerek.” Önce, postayla Yoklar Fısıltı’sı ve Bir Gülüşün Kimliği geldi, biriki gün sonra da hakikaten tam bir yoklar fısıltısı halinde Hasan Ali Toptaş. Kasabalı bir memur oturuyordu karşımda. Tamam, kasabalıydı da, daha çok kente yeni gelmiş bir kasabalı memurdu. Devlet kaşlarını azıcık çatsa, kasabasıyla birlikte kaybolacaktı. İlk karşılaşmanın tedirginliği diye düşünmüştüm. Yıllar geçtikçe öğrenecektim, karşımda oturanın Hasan Ali değil, Herkes Gibi Safa Bey, Cıngıl Nuri, Muhtar, Alaaddin, Haydar ve diğer bütün öyküroman kahramanları olduğunu. Okuduğum öyküler, okuyacağım romanlar, Hasan Ali kılığında bir gerçeklik olarak oturuyordu karşımda. Semih Gümüş bir gün, “Bu adam bu romanları nasıl yazıyor anlamıyorum” demişti. Ben de hâlâ anlayabilmiş değilim! Anlamaya çalıştıkça da, “bu romanları ancak bu adam yazar”dan başka söz bulamıyorum. Bilmiyorum kaç kez, birer sessizlik çanı gibi oturup, “oooff of, ne olacak bu hayat” sorusuna uzun uzun baktık. Üçüncü bardak rakıya on yılda geçen bir adamla ne kadar sarhoş olunursa o kadar sarhoş tık. Yazı yoldaşlarımızın ruhsuz ustalığından, görünme fetişizminden, yaratıcılığı edaya indirgemiş narsisizminden, aynı acıyla utandık. İmza günü için gittiği kitabevinin sokağında, ismini kocaman bir afişte görür görmez geri dönen bu tuhaf dostumu ben, okurlarıyla buluşturmak için yıllarca neler çektim. Konuşma yaptığım her yerde, “Hasan Ali Toptaş’ı tanıyor musunuz” sorusuna, “davet etsek gelir mi” sorusu düğümleniyordu. Dipten gelen bir okuru vardı. Birlikte gitmeyi önerdiğim her seferinde, “Ne diyeceğim; ben konuşamam ki” deyip susuyordu. Sonunda ben ve okur denen saygılı ısrar, onu konuşmanın ağına düşürdük. Bir seferinde Mersin Üniversitesi’ne gitmiştik. ‘Diledebiyat dilikültür’ gibi bir konuda konuşacaktık. Önceden hazırlamıştık metinlerimizi. Gittik. Üç yüz kişilik salon dolu. Ben bitirdikten sonra Hasan Ali’ye bıraktım sözü. Metni önündeydi. Parmakları çıkış kapısına kadar uzamış, gözleri salondan büyük, elindeki kâğıdı göstererek, “Buraya üç kere, ‘sakin ol, sakin ol, sakin ol’ diye yazdım” dedi. Uzandım baktım, gerçekten yazmıştı. Bin Hüzünlü Haz’la Uykuların Doğusu’nun yazılma sürecine, zaman zaman yazmayı bırakmaya varan bunalımlarıyla, birkaç cümle yazdığında romanı bitirmiş kadar büyük heyecanıyla, en yakından tanık olan iki kişiden biriyim. Bu, yazmanın bana sağladığı en onurlu birkaç ayrıcalıktan birisidir. Her iki romanda da, biten bölümleri ilk okuyandım. Ne haddime… Her seferinde, büyülenmiş olarak açardım telefonu: “Sen yaz, ot çöp ağaç taş kuş börtüböcek bok püsür, ne olursa olsun, kaleminin değdiği her şey birden bire bir yücelik kazanıyor. Ne okur, ne yayınevi, düşünme ne olur. Yav ben okuyorum ya, yetmez mi” derdim, bütün kalbimle. Bir cümlenin başında birkaç ay bekleyen kaç romancı vardır bilmiyorum. Bu titizlik bizi de ayaklandırırdı zaman zaman. Romana başlamasından iki üç yıl sonra, “Herkes, üstüne üç roman yayımladı” diye başlardık biz de güler yüzlü bir tacize. ZEYTİN HANIM’IN MAKAM ŞOFÖRÜ Sonsuzluğa Nokta’nın ikinci baskısı (ilki Kültür Bakanlığı Yayınları’ndan çıkmıştı) yayınevinden, “dikiz aynası şoföre göre ayarlıdır, yolcu aynayı göremez, oradan geçmişine dönemez”; “öpüşürken üst dudağın üzerindeki tüyleri diliyle sayamaz insan” gibi akıl almaz kenar notlarıyla çevrilmişti. Ardından Bin Hüzünlü Haz, “yanlış dosyayı göndermişsin bize; sen hiç Erendiz Atasü, Buket Uzuner, Ahmet Altan okumuyor musun” gibi onur kırıcı bir mektupla çevrilmişti aynı B KENTE YENİ GELMİŞ KASABALI MEMUR “Güzellik hulâsa edilemez” der Valery. İnsanı var eden hiçbir şeyin hulâsa edilemeyeceğine inanırım ben. Güzel olsun olmasın, zaman, acı, iyilik, anılar. Hiçbir şey hulâsa edilemez. Yaşadığımız her şey bize dönüşmüşken, duyduğumuz her seste, söylediğimiz her sözde, bütün zamanların ruhu yankılanırken, bir hayattan neyi, nasıl seçerek söz edebiliriz ki? Üstelik o hayat, üç öykü, bir şiir, beş roman, bir deneme kitabıyla insanlığın bütün hallerini, gerçeklikten gerçek dışına, gerçek dışından gerçekliğe aynı ustalıkla geçiren bir baş dönmesiyse, söyleyeceklerimiz ne kadarına değinmiş olacaktır bu hayatın? Sanırım sıradan, gündelik dediğimiz şeylere bakmak en iyisi. Yoksa bu korkuyla, söz burada düğümlenip kalacak. Ölü Zaman Gezginleri’yle başladı sersemliğim. Öncesinde iki öykü kitabı daha varmış. Birkaç arkadaşıma sordum hemen. Ankara’da, Sincan’da yaşıyormuş. İyice kızdım kendime. Zerrin (Taşpınar) telefonunu verdi. Hâlâ ara ara anımsadıSAYFA 8 Mesut Varlık, hazırladığı ‘Efendime Söyleyeyim’de Hasan Ali Toptaş’ın hayatını ve kitaplarını ele alıyor... olduk. (Bu benim için kârlı bir paylaşımdı!) Hisarlı Ahmet’ten Muharrem Ertaş’a, Mukim Tahir’den Zaralı Halil’e, Karacaoğlan’dan Âşık Veysel’e, bilmiyorum kaç türküyü, hoyratı, bozlağı kocaman gözlerle açıp, anlamaktan öte bir ürpertiyle, binlerce aşkın, ayrılığın, kavuşmanın içinde kaybolduk. Bir keresinde, bir Denizli türküsünde geçen, “Daracık sokakta buldum izini/ duman sandım şalvarının tozunu” dizelerindeki şalvarın nasıl bir şey olduğunu anlamak için, kaç kadını, kaç sokakta, kaç bir eda ile yürüttük. Onun sakin, benim aceleci aklımla, aşkı ve evliliği kaç heves ve keder terazisine vurduk. Sonuçta, ikisinin de kocaman birer yalnızlık olduğunda sessizce anlaş yayınevince. (Bunları yazmalı Hasan Ali, edebiyat tarihi için ne güzel bir değerlendirme örneği olur!) Yazarken zaten, “Bu roman çekmecede kalacak ve ben bir daha yazamayacağım” diye kıvranıp dururken, öldüren darbe bir edebiyatçıyayıncıdan gelmişti. En az Hasan Ali kadar şaşkın ve darmadağındım. Dosyayı ve eski kitaplardan bir takımı alıp doğru İstanbul’a, Adam Yayınları’na, Semih Gümüş’e gittik. Elbette benim söz dinlemez zorlamamla. Ben, kasabalı bir politikacıydım, Hasan Ali de, çocuğuna iş isteyen bir mahcup köylü! Bizim çocuğumuz çok değerliydi, bunu biliyorduk. Adam Yayınları’nın o günkü yayın kurulu bu değeri içtenlikle, sevgiyle gördü. Başka neden söz edeyim ki? Üçüncü evliliğinin tek nikâh şahidi olmamdan mı? Yalnız yaşayacağım diye kendime iki göz bir yer bulduğumda, eski koltuk takımını vermesinden mi? Eryaman’da altı ay iki yalnız olarak paylaştığımız yoksul zamanlarımızdan mı? Antakya’dan İstanbul’a, Safranbolu’dan İzmir’e, Yozgat’tan Sinop’a, bir sözle halka halka olan yollardan mı? Akif’li, Mahmut’lu, Orhan Koçak’lı, Ethem’li, Abdullah’lı ‘rakı bardağında eve döndüğümüz geceler’den mi? Bunlar anlatılabilir mi hiç? Başta sözünü ettiğim Zeytin Hanım’ın makam şoförlüğü ile susmak en iyisi. Antalya’ya taşınma sırasında otobüsler köpeğimizi almamışlardı. Kalakalmıştık. Özel arabamız yoktu. Söyleyebileceğim tek kişi Hasan Ali’ydi. Bir harf bile kekelemeden “Tabii ki” dedi. Geçen yıl bizi sevgisine boyayıp giden Zeytin bilseydi şoförünün kim olduğunu, benim kadar şımarır mıydı acep? Benzin parasını nasıl halledemediğimi hiç anlatmayayım… Bu özel adamın Gölgesizler’de, Cennet’in oğlunun ağzından saldığı “Kaar, nedeen yağaar, kaar” çığlığını, şöyle çevirerek bitireyim sözümü: bir insaan, gülerkeen, nedeen eliylee ağzınıı kapaar, nedeen… ? * Mesut Varlık tarafından hazırlanan, İletişim Yayınları’ndan çıkan Hasan Ali Toptaş Kitabı’ndan. Efendime SöyleyeyimHasan Ali Toptaş Kitabı/ Hazırlayan: Mesut Varlık/ İletişim Yayınları/ 528 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1061
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle